Antikçağın Pergamon’undan günümüze, zamanın bir aynası Bergama. Kütüphanesi ve sağlık merkeziyle anılan; parşömeni icat eden antik kent, bugün gelenek ile modern gereksinimler arasında kendi yolunu çiziyor.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraflar: Tijen Burultay
Yaz sonuydu. Güneş, Bergama Akropolü’nün ardına düştüğünde öğle sıcağının yerini akşam meltemi almıştı. Eski Bergama evlerinin sıralandığı birbirini kesen dar sokaklardan geçiyor, arada karşılıklı küçük dükkânların uzayıp gittiği çeşitli arastalardan oluşan çarşıların boşluklarında kök salmış yaşlı çınarların altında soluklanıyordum. Çınaraltı kıraathanelerinde günü yorgunluk kahvesiyle sonlandıran esnaf ve ahalinin sohbetine kulak veriyor, ellerinde küfeleriyle köy servislerine yetişmeye çalışan köylülerin telaşına tanık oluyordum. Eski zamandan kalma bir Anadolu kasabasını andırıyordu gördüklerim. Peynirci Pazarı’ndaki meydanda eski bir nargile kahvesine oturup közde demlenen çayımı yudumladım. Bergama’nın yabancısı olduğum her halimden anlaşılıyordu. Hemen önümde yer alan masada sohbet içinde olanlar konuşmalarını kesmiş bana bakıyorlardı. Bir süre sonra çarşılarda kapanan dükkânların kepenk sesleri işitilmeye başlayınca kahvenin sahibi Muammer Çakal da masaları ve sandalyeleri toplamaya koyuldu. Yaklaşık bir asırdır işleyen nargile kahvesinin duvarlarında Bergama’nın en eski fotoğrafları diziliydi. Kaytan bıyıklı efelerin yanında, ilçenin Pergamon Uygarlığı’ndan günümüze tarihini yansıtan akropolün, Asklepion’un, Zeus Sunağı’nın fotoğrafları asılıydı. Baba yadigârı kahve kapanırken iyice karanlık çöktü. Arastaların ortasında yönümü bulmaya çalışırken kaybolduğumda, akropolün Kale tepesinden yayılan ışıkları yardımıma yetişti.
Sabahın erken saatinde uyanıp gün aydınlığında tekrar ilçeyi keşfe çıktım. Eski bir Rum evi olan pansiyonumun bulunduğu Barbaros Mahallesi, tepeden inen yamaçların son bulduğu yerde başlıyordu. Yamaçların düzlüğe dönüştüğü yerde doğudan gelen Selinos Çayı kıvrılarak Bakırçay Ovası’na doğru ilerliyordu. Selinos Çayı’nın üstünde tepeye doğru yükselen yamaçlarda halk arasında Kale Mahallesi diye anılan yerleşim yeri bulunuyordu. Mahallenin yolları çay üzerinde yer alan Selinos köprüleri ile merkeze bağlanıyordu. Hellenistik yapıda olan köprülerden geçerek çayı takip ettim. İlçe merkezinden uzaklaştığım hissine kapıldığım anda kendimi Kınık garajında buluverdim. Az önceki sessizlik motor sesleri ve çığırtkan bağırışlarıyla yer değiştirmişti. Garajın hemen yanında yer alan Kızıl Avlu’nun kırmızı tuğladan yapılma yüksek duvarlarıyla karşılaşınca şaşkınlığım daha bir arttı. Selinos Çayı, Kızıl Avlu diye bilinen bazilikanın yanındaki iki antik tünelin içinden tekrar göz kırptı. Halkın “ne yerde ne gökte” diye tanımladığı mahallede olduğumu anlamıştım. Çay, bazilikaya yakın bir yerde, bu iki antik tünele girip kayboluyor, tünellerin son bulduğu yerden bakınca da, evler ne yerde ne de gökte gibi görünüyordu.
Değişen Zamanlar
Antik dönemin izini sürmek için erken olduğunu düşünüp ilçe halkının gündelik koşturmacasına katılmayı seçtim. Mor salkımların sardığı evlerin arasından geçip kalabalığa karıştım. Bergama Arastası, Hacı Hekim Hamamı’nın bulunduğu Uzun Çarşı ile başlıyor ve geniş bir alana yayılıyordu. Tuz Pazarı, İplik Pazarı, Peynir Pazarı sokakları, Pabuççular ve Çizmeciler Aralığı, Saraçlar Çarşısı, Ekin Loncası, Urgan Loncası ve Bedesten’den oluşan arastanın sakinliğini ilk bakışta garipsedim. Bedestende tanıştığım, arastanın eski zanaatkârlarından Hamza Çelikcan ile tarihi Selçuklu minaresinin hemen yanında yer alan Şadırvan Kahvesi’nde sohbete koyulduk. Esasen ayakkabı ustası olan Çelikcan’ın ömrünün büyük bir kısmı arastada geçmiş. Arastanın sakinliğini zanaatların birer birer yok oluşuna bağlıyor. “Arasta önceleri canlı bir alışveriş merkeziydi. Burada keçecilik, semercilik, ayakkabıcılık, demircilik, kalaycılık ve dericilik gibi zanaatlar yaygındı. Hareketli bir yerdi. Şimdi insanlar hazıra kaçıyor ve daha modern büyük alışveriş merkezlerini tercih ediyor. Ayakkabıcılık yaptığım zamanlarda biz üç kişi günde en fazla birer tek ayakkabı üretebilirdik. Şimdi öyle değil tabii, ama eskinin kalitesinin yanından bile geçemiyorlar.”
Arasta büyük bir kompleksin tamamına verilen isim. Çarşıların arasında şimdi metruk halde bulunan Taş Han ve Çukur Han zamanının önemli sosyal mekânlarıymış. Bergama’nın meşhur dokuma halıları, kilimleri ise daha çok köylerde yapılır sonra arastada sergilenirmiş. Ne ki bütün bu sosyal hareketliliğin son bulmasına sebep olan sadece gelişen endüstri yöntemleri değil. Bergama’da kaldığım diğer günlerde tanıştığım ve bir dönem Ticaret Odası’nın başkanlığını yürüten Macit Gönlügür, bu değişimi son dönemlerde uygulanan tarım politikalarına bağlıyor: “Bergamalı ekim ayında pamuğunu, mart ayında ise tütününü toplayıp satarak geçimini sağlardı. Dünyanın en uzun elyaflı pamuğu Araplı Ovası’nda çıkardı. Dericilik antik dönemlerden gelen bir uğraştı. Arastadaki ticari hareketlilik de bunlara bağlıydı. Fakat yakın dönemde tarım ve hayvancılıkla ilgili özelleştirme politikaları yüzünden köylü için gelir kapısı kapanınca üretim azaldı, arastadaki hareketlilik söndü. Bergama bu yüzden yeni bir sektör arayışı içinde.” Yöredeki değişim öyle bir raddeye gelmiş ki, anlatılanlara bakılırsa bugün yöreye özgü Ege tütününü bulmak bile çok zor.
Bergama deyince akla ilk gelen, kuşkusuz sahip olduğu kültürel ve tarihi değerler. Gönlügür de yeni bir arayış derken turizm sektörünü kastetmişti. Emekli olduktan sonra kendisi de, papirüs kıtlığından ötürü Bergama Kralı II. Eumenes’in emri üzerine keşfedilen “pergamena”yı, ya da bugün bildiğimiz ismiyle parşömeni tekrar üretmeye başlamış. Açtığı mağazada turistlere yönelik bir hediyelik eşya olarak sergiliyor.
Bergama’yı dünyaya tanıtan bir diğer tarımsal ürün de çamfıstığı. İlçenin bulunduğu ovalık alandan kuzeye doğru yine Selinos Çayı’nı takip ederek yaylalara çıktım. Gökyüzünün maviliği yeryüzünün yeşiliyle birleşiyor, heybetli çam ağaçları yer yer vadilere çöken sis kümelerini bile delip geçiyordu. Madra Dağı’nın yamaçlarından başlayan ünlü Kozak Yaylası’nda olduğumu anlamıştım. Kozak Yaylası’ndaki köyler geçimini daha çok çamfıstığı ile sağlıyordu. Yaylaya dağılmış durumda olan Yukarıcuma, Karaveliler, Çürükbağ, Yortanlı ve yaylanın en büyük yerleşim yeri olan Yukarıbey nahiyesinde yaşayan köylüler için çamfıstığı en iyi bildikleri uğraştı. Yukarıbey’de soluklanıp köy kahvesinde oturan köylülere katıldım. Sözü çamfıstığından açtığımda köylüler hiç oralı olmadı. Köylülerden Turgut Turhan’ın anlattıklarını dinlediğimde bu ilgisizliğin sebebi de anlaşıldı. Son dört-beş senedir çamfıstığından neredeyse eser yoktu. Ağaçlarda zirai bir hastalık türemiş, ünlü Kozak Yaylası ormanları verimliliğini kaybetmiş, yeni orman alanları açma adına yanlış politikalar uygulanınca doğadaki diğer bütün canlılar da yok olup gitmişti. Gelir kaynağı tükenen köylülerin başka uğraşlara yöneldiklerini anlattı Turhan. “Çamfıstığı üretimi durunca çevre köylerde yaşayan hemen herkes bu güzelim yaylanın eteklerinde açılan taş ocaklarında, altın madenlerinde ve Soma’daki kömür madenlerinde çalışmaya başladı. Köylü ne yapsın, hayvancılık, tarım olmayınca üç kuruşa yaşamları uğruna çalışmak durumunda kaldı. Orman köyleri her gün madenlerde patlatılan dinamitlerle yerinden oynuyor. Biz de madenlerden kötü haber gelecek korkusuyla yaşıyoruz.”
Kozak Yaylası’nı geride bırakıp yüksek ormanlardan Bergama’nın merkezine doğru dönüşe geçtim. Yükseklik azaldıkça, bu sefer antik dönemin kalıntıları belirmeye başladı. İlçeye yaklaştıkça karşıma yer yer su kemerleri çıkıyordu. Kale tepesi ile kuzeyinde yer alan Hula Bayırı arasından akan Kestel Çayı, tepenin ardında bir baraja dönüştü. Ünlü Bergama Akropolü’nün surları hemen her yerden seçilebiliyordu. Kuzeyde Kozak (Pindasos), güneyde Yunt (Asperdenon) dağları ile çevrili olan ilçenin doğusunda Selinos, batısında ise Kestel Çayı (Ketios) uzanıyordu. Akropolün yer aldığı tepeyi doğudan ve batıdan kuşatan bu iki akarsu, ova düzlüğünde birleşip Bakırçay’a karışıyordu. Ege’nin bilge uygarlıklarından Pergamon, yeni adıyla Bergama, işte bu iki çayın çevrelediği tepeye ve tepenin yamaçlarına kurulmuştu.
Kadim Kentte Bir Gün
Yaz sıcağına inat bütün günümü antik dönemin izini sürmek için ayırdım. Kale tepesi ben tırmandıkça büyüyor gibiydi. Arada bir dönüp ardımda kalan bu engin coğrafyayı seyre dalıyordum. Görünürde deniz yoktu, ama Ege’nin bir diğer sembolü olan zeytin ağaçları uçsuz bucaksız engebeli yamaçları dolduruyordu. Akropol, Bakırçay’ın suladığı ovaya hâkim konumdaydı. Bergama isminin de Hitit dilinde “yüksek yerleşim” anlamına karşılık geldiği söylenir. Antik Bergama kentinin tarihi İÖ 7 ila 6. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Kent, Büyük İskender’in İÖ 323 yılında ölümünden sonra Attalos Hanedanı yönetiminde Pergamon Krallığı’na başkentlik yapmıştı. Hellenizm olarak adlandırılan bu dönemde kent, sanat, edebiyat, sağlık, bilim ve mimarlıkta antik çağın en özgün eserlerini verdi.
Athena Kutsal Alanı’na ulaştığımda, alanın tam ortasında arsız bir şekilde bitivermiş yaşlı zeytin ağacının gölgesine sığınıp akropolde bulunan yapıları seyre daldım. Hemen solumda, Bergama sanatının üstün başyapıtı Zeus Sunağı’nın zeminini oluşturan taşlar dışında bir şey kalmamıştı. Sunak 19. yüzyılda başka birçok eser gibi Alman arkeologlar tarafından Almanya’ya götürülmüştü ve şimdi Berlin’deki Bergama Müzesi’nde sergileniyordu. Athena Kutsal Alanı’nı çevreleyen galeri sütunlarının tapınakla birleştiği yerde, ünlü Pergamon Kütüphanesi’nin mermer ayaklarını görebiliyordum. Bilim Tapınağı olarak da bilinen bu alanda bir zamanlar Hellenistik Dönem’in en büyük kütüphanesi yer alıyordu. Kütüphanede papirüs ve adına “Bergama derisi” de denen parşömen rulolarından oluşan 200 bin kitap bulunmaktaydı. Bergama; Akropol’ü, Traianus Tapınağı, dünyanın en dik antik tiyatrolarından sayılan 10 bin kişilik tiyatrosu, Dionysos ve Demeter tapınakları ve geniş agoralarıyla Ege’nin bilge uygarlıkları arasında yerini almıştı. Tepeden aşağı inerken kentin geçmişten bugüne ev sahipliği yaptığı diğer bütün uygarlıkların izine tanık oluyordum.
Zaman tünelinden geçmiş gibiydim. Tepeyi geride bırakıp yönümü kentin batısında kalan ve antik dönemde sağlık ve tedavi merkezi olarak bilinen Asklepion’a çevirdim. Roma döneminde şehirden Asklepion’a giden kutsal yol artık yoktu, ama çarşıların kıyısından ve Romanların yaşadığı Atmaca Mahallesi’nin yukarılarından geçip kutsal alana açılan sütunlu yola vardım. Asklepion’un girişinde, aslı Bergama Müzesi’nde sergilenen temsili bir yılanlı sütun karşıladı beni. Yılan figürü sağlık sembolü olarak burada da kullanılmıştı. Ünlü hekim ve eczacı Klaudios Galenos, Pergamonluydu. Onun çalışmalarıyla birlikte bir zamanlar Hekimlik Tanrısı Asklepios’a adanmış Asklepion Tapınağı, suyu, içme kürleri, çamur banyoları, terapi yöntemleri ve spor gibi farklı tıbbi uygulamalarıyla önemli bir sağlık merkezi haline gelmişti. Asklepion’un ortasında binlerce yıldır akmakta olan kutsal çeşmeden su içtim, uzun ve serin terapi tünellerinden geçip uyku odalarında dinlendim.
Bergama geçtiğimiz haziran ayında UNESCO Dünya Miras Listesi’nde 999. sırada yerini aldı. Neredeyse bütün Bergamalılar bundan haberdardı. Kimle tanışsam buranın sahip olduğu kültürel ve tarihi değerin farkındaydı. İzmir’in diğer ilçelerinin aksine, turizmden yeteri kadar katkı sağlanmıyordu Bergama’da. Denize kıyısı yoktu, sanayi desen, ağırlıklı olarak yakındaki diğer ilçe Aliağa ön plana çıkıyordu. UNESCO listesine girmiş olmanın insanlarda yarattığı beklenti ister istemez maddi temelliydi. Türkiye’de ilk defa bir belediye, kendi bünyesinde “UNESCO Dünya Mirası ve Alan Yönetimi Birimi” adında bir birim kurup listeye aday olmak için gereken kıstasları yerine getirmek için çalışmıştı. Bu birimde arkeolog olarak görev yapan Bülent Türkmen, durumu, “Bergama’nın tam anlamıyla UNESCO listesine aday olması için çalışmalar 2011 yılında başladı. Kültürel ve tarihsel değerlerin belli kriterlerle anlatılması gerekiyordu. Sosyal dokunun çeşitliliği, sosyal ilişkiler ve yaşayan geleneklerle beraber sadece tarihsel değerlerle değil, kapsamlı bir kent planlaması yaparak listeye başvurduk. 2014 yılının Haziran ayında Katar’da gerçekleşen adaylık toplantısına birim olarak katılıp sunumumuzu yaptık ve Bergama’yı dünya miras listesine kazandırdık” sözleriyle anlattı.
Türkmen, listeye girmiş olmanın değil, listede kalabilmek için altyapı çalışmalarının, restorasyonların gerektiği gibi devam etmesinin ve kent halkını bu yönde bilinçlendirmenin önemli olduğunu da ekledi. İşler bununla da bitmiyor, devletin kültür politikaları ve kültürel değerlere bakışı belirleyici rol oynuyordu. Türkmen’in “bizim en büyük yaramız” dediği Alianoi örneğinde olduğu gibi. Bakanlığın baraj yapımı uğruna sular altında kalmasına izin verdiği bir başka antik şifa merkezi olan Alianoi, tarihsel değer olarak kaybedilmişti.
Bergama’da geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar Rumlar, Yahudiler ve Ermeniler de yaşıyordu. Savaşlar ve mübadelelerle birlikte kentte yaşayan gayrimüslim nüfus gitmiş, Kafkaslar’dan Çerkesler, Balkanlar’dan ağırlıklı olarak Arnavutlar gelmiş, çevredeki Yörük Türkmenler yerleşik hayatla beraber kentin nüfusunu oluşturmuştu. Arastadaki çınaraltı kahvehanelerinden birindeki sohbette kentin en eski sakinlerinin Bizans’tan bugüne Romanlar olduğu söylenmişti. Yolum ne zaman Cumhuriyet Caddesi’ne düşse bir düğün alayına denk geliyordum. En öndeki kamyonetin arkasında bir davul ve klarnetten yayılan müzik bütün caddede yankılanıyordu. Bergama’nın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Atmaca Mahallesi Romanların mahallesi olarak biliniyor. Ünlü klarnetçilerden İsmail Bergamalı ve Hüsnü Şenlendirici buralı. Mahalle antik amfiteatrın kalıntıları üstüne ve çevresine kurulmuştu. Mahallede gezinirken evlerden yükselen oyun havalarını duyuyor, kapı önlerinde oturan renkli kıyafetli Roman kadınlarını, sokaklarda volta atan kara yağız Roman gençlerini görüyordum. Mahkeme Çıkmazı’nın karşısındaki bakkalda mahallenin muhtarı Mehmet Gürbüz ile tanıştım. Kısa bir mahalle turu sonrası bir kahveye oturup sohbete koyulduk. Görevinden ötürü resmi bir üslupla konuşmaya çalışsa da söz Roman kültüründen açılınca neşeyle mahalleyi anlatmaya başladı: “Bizim mahallede hemen herkes müzikle uğraşır. Başka işler yapsalar da her evde mutlaka bir müzisyen vardır. Çocuklar doğar doğmaz tefe, davula, dümbeleğe koşulur. Boyunlarına küçük davullar takıp koyunlar gibi çayıra salarız onları. Düğün dönemleri bizler için bayram gibidir, ekmeğimizi müzikten kazanırız. Önceleri en az beş-altı kişi birden düğünlerde sahne alınırdı. Şimdi şu org denen alet çıktı, klarnet ve davul yeter oldu. Dümbeleğe, kemana, trompete, tefe hacet kalmadı.”
Kendisi de Roman olan Gürbüz sohbet ilerledikçe Roman deyimleri kullanıp kendi alışkanlıklarından örnekler vermeye başladı. “Biz bayat parayı sevmeyiz. O gün çorba parasını kaptıysak hemen harcarız. Bizde ‘senlik duygusu’ vardır. Bizimkilerden biri eğlencede bir koli rakı açtıysa diğeri iki, öteki de üç koli açmak zorundadır. Müziğin en iyisini yapmalısın, çünkü herkes müzikten anlar. Sıra sana gelince en iyisini sunmalısın. Biz bu duyguya ‘senlik duygusu’ deriz.”
Bergama’nın Romanları da her yerde olduğu gibi gönlü zengin, eli açık insanlardı. “Gariban insanımız” diye niteliyordu Gürbüz onları. Uzun sohbetimiz sonrası güneş Bergama Akropolü’nün ardında kalmış, akşam yaklaşmıştı. Mahallenin yağız gençleri, göbekli davulcuları, uzun boylu klarnetçileri siyah gömleklerini kuşanıp düğünlerin yolunu tuttular.
Yolculuğumu eski bir restoranın renkli gece lambalarıyla bezenmiş terasında sonlandırdım. Gece vakti lambaların yerinde kandiller, sokak aydınlatmalarının yerinde de meşaleler olsa, kendimi 2 bin yıl öncesinin Pergamon Krallığı’nda yaşıyor sanabilirdim. Ne yerde ne gökte mahallesine açılan caddenin kenarında mavi çerçeveli camları ve iki koltuğu olan berber dükkânı son müşterisini uğurlarken, restorandan yükselen klasik Türk müziği nağmeleri yoldan geçen düğün alayından gelen klarnetin hüzünlü sesiyle bir olup kente yayılıyordu. Bergama’da yine gün erken bitmiş, birkaç çakırkeyif dışında bütün ahali evine çekilmişti…
ATLAS KASIM 2014 / SAYI 260
Fotoğraf Galeri