Eğlenmenin, doğada olmanın, havaya savrulmanın, alışverişin, bir araya gelip mutlu olmanın yeridir panayır… Usta fotoğrafçı Yusuf Darıyerli, çocukluk hatıralarının ışığında, 25 yıl boyunca Türkiye’nin farklı yerlerindeki panayırları fotoğrafladı ve benzersiz bir arşiv oluşturdu.
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: YUSUF DARIYERLİ
Düzce’de lisenin arkasında, Ankara-İstanbul asfaltına doğru uzanan geniş düzlükte, ağustos ayında on gün kadar süren panayır kurulurdu. Panayır alanına birkaç kilometre mesafedeki evimizin yatak odasının açık penceresinden geceleyin içeriye dolan, ağır vasıtaların sivrisinek vızıltısını andıran, rüzgârla bir alçalıp bir yükselen seslere panayırın kışkırtıcı, karışık sesleri eklenirdi. Gece yarısına kadar hoparlörlerden yayılan anonslar, şarkılar, gizemli sesler panayır için açık bir daveti haykırır, ertesi gün orada olmaya can atardık.
Ortaokuldan ve mahalleden arkadaşlarla öğleden sonraları heyecanla panayır alanına gider, annemden güçlükle koparabildiğim birkaç madeni paradan ibaret harçlıkla panayırdaki her şeyi keşfetmeye koşardım. Ne yazık ki harçlığım çabucak tükendiğinden eğlencenin çok azına ulaşabilir, çoğunlukla eller cepte panayır alanında turlar dururduk. Bir zamanlar ekili tarla olan bu alan tamamen düzleşmediği için ayağımız yer yer çukurlara girer, düşme veya ayağımızı burkma tehlikesi yaşardık. Hava karardığında, elektrik direklerinin yatay, cılız aydınlatması bu çukurları daha da derinleştirip görünmez hale getirir, geceleyin yürümek daha da zorlaşırdı.
Taşrada panayır, henüz televizyonun hayatımıza girmediği, renkli gazete ve dergilerin yaygınlaşmadığı zamanlarda olağanüstü bir hareketlilik demekti. Ev eşyasından giyime, tarım aletlerinden iş makinalarına kadar uzanan geniş bir yelpazedeki yeni ve ilginç ürünlerin taşra insanlarının ayağına getirildiği alışveriş ortamı ve elbette eğlence demekti panayır… Sadece kasaba değil, civar köy ve ilçelerden yediden yetmişe insanların ilgi göstermesiyle bir şenliğe dönüşürdü. Panayır esnafı, müşterilerin ilgisini çekecek türlü etkinlikler düzenlerdi. Sanıyorum 1970 yazıydı; yıldızlı bir panayır gecesinde, tezgâhlardan birinin önünde küçük portatif bir sinema perdesinde Amerikalı astronotların Ay’a ilk kez ayak basmasını gösteren siyah-beyaz belgesel filmini izlediğimi hatırlıyorum. Film makinasının dönen rulolarının tıkırtısı, Apollo 11 uzay aracının 69 Temmuz’undaki Ay yolculuğu ve filmi izleyen kalabalığın sessizliği hâlâ belleğimdedir.
Biz çocuklar için büyüleyici bir dünyaydı panayır. Toprak, çimen ve gökyüzü arasında olmak, panayır içindeki lunaparkta arkadaşlarla birlikte eğlenmek, oradaki gürültülü araçlarla havaya savrulmak, harçlığını sonuna kadar tüketmek ve eller cepte de olsa yine o gürültülü, renkli dünyanın içinde olmak coşkusuydu. Çocukluğumu yaşadığım şehir Düzce’de panayırlar 1978 yılında sona erdi. Bir bıçaklama hadisesi bahane edilerek o yıl panayırın kurulmasına izin verilmedi ve bir daha da kurulmadı. Fotoğrafla ciddi olarak ilgilenmeye başladıktan sonra taşraya yaptığım yolculuklarda -25 yıl kadar sonra- panayırlarla tekrar karşılaşmak, bu nedenle beni son derece heyecanlandırmıştı. Çocukluğumu tekrar bulmuş, panayır anılarıma kavuşmuştum. Bu kez bir yetişkin, bir fotoğrafçı olarak panayırlarla ilgilendim. Elimde kameramla eski bir dostla beklenmedik bir karşılaşmanın, sıcak bir kucaklaşmanın hissini yaşadım. Varlığı oluşturan önemli bir unsurun “sevgi” olduğu fikrine katılırım. Panayır sevgisi de hayatla kopmaz bağ oluşturan, sözcüklerin dışında bir iletişim aracı olan fotoğraf yoluyla pekâlâ betimlenebilir ve bir fotoğraf serisi üzerinden yansıtılabilirdi. Panayırın içinde oldukça, onu daha çok sevdim. Yaşamdaki yerini, önemini kavradım. Giderek yok olduğunu gördüğümde, gelecekte de var olmasını arzuladım. Bir şeyin büyüsüne kapılmak edilgen bir hal iken, bir şeyin içinde olmak onu sevmekle eşdeğermiş.
Bu bakış açısıyla panayır konusunu bir fotoğraf projesi olarak ele almam 1999 yılına dayanıyor. Düşlediğim Panayır adlı fotoğraf albümünü çıkardığım 2008 yılına kadar sürdü bu yoğunlaşma. Sonraki yıllarda da panayırları izlemeyi sürdürdüm; hâlâ hemen her yaz bir panayıra denk gelirim. Batı ve Orta Karadeniz, Trakya, Marmara ve Kuzey Ege’de kurulan yaklaşık 25 geleneksel panayırı izledim. Bu alanın en doğusunda Çorum ve Kastamonu, en güneyinde Manisa, Kütahya ve en batısında Edirne bulunuyor. O günlerden bugüne halen büyük panayır olma özelliğini taşıyan iki yer var: Bolu’nun Gerede ve Kırklareli’nin Pehlivanköy ilçeleri. Diğer dikkat çeken panayırlar olarak da Çanakkale Ayvacık, Akçakoyun ve Bayramiç ile Balıkesir Dursunbey ve Çanakkale Çardak sayılabilir.