Anasayfa KeşfetKültür Yas Evi Soma

Yas Evi Soma

Ayşegül Parlayan Özalp

Ateşe ateş olmayı söyleyen, ona bugünkü kudretini kazandıran madencilerin diyarı Soma, 13 Mayıs 2014’te kapkaranlık oldu; yeraltı ve yerüstüyle, canlısı ve cansızıyla yas evine döndü.

Yazı: Tevfik Taş / Fotoğraf: Yasin Akgün

Işıkmış meğer, ışığın içindeki cevheri düşünmeyi, görmeyi sağlayan; “renk” dediğimizi renk olarak bize gösteren… Çizgileri, ince ayrımları, tonları, sınırları, sınıflandırmaları ya da boyutları bize görünür kılan ışık…
Karanlık bize hangi rengi, “o” olarak gösterir ki?

Soma linyit kömürü madenlerinden birine indiğimde bu benim ikinci sorum olmuştu, birinci sorumu şimdi söyleyeceğim.

“Selametle” dedi, beni ve Çorumlu lakabıyla tanınan rehberim Hatem Çiçekçi’yi aşağı uğurlayan Sabri Usta.

“Küçük meydan” dedikleri, demirden o kabin, yani asansör –ki bir seferde yaklaşık 30-35 kişi biniyor– doğrudan doğruya 450 metre yerin dibine indi. Asansörle, “anayol” dedikleri giriş arasında yanan floresan lambaları, kömür labirentlerinin başlangıcını romantik küçük bir bulvara döndürmüştü.

“Sakın” dedi Çiçekçi, “aldanma girişin ışığına, genişliğine…”
İşçiler, öyle pek dolambaçlı konuşmaz bilirim. Ama araya başka sözler, hareketler girdiği için soramadım ne demek istediğini; benim o madendeki birinci sorum bende kalmıştı.

Sonra, sonra yanıtını defalarca buldum. Sonra, sonra hep acıyla, ölümle geldi o yanıt…
Dante’nin bir dizesiymiş bana söylenen, İlahi Komedya’da, cehennemi betimlerken söylemiş: “Aldanayım deme genişliğine girişin.”

Bu öykü, ateşi bilmem hangi karın ağrısı nedenle saklamış olan Tanrılardan, onu çalanların öyküsü değil; ateşe mitolojik romantizmle bakanların öyküsü hiç değil.
Ateşe ateş olmayı yeniden söyleyenlerin, “ne”liğiyle onu toplumsal olma mertebesine çıkaran, onu o yapanların, yaşanan çağa göre ona hızını ve bugünkü kudretini kazandıranların bir kesiminin öyküsüdür.

Ateşten.
Çırılçıplak.

İşçiler arkadaşlarının çıkarılışını büyük bir keder içinde maden ocağının tepesinden izliyor. Madenden dışarı salınan karbonmonoksit (CO) dumanı ise vadiye yayılıyor.

İşçiler arkadaşlarının çıkarılışını büyük bir keder içinde maden ocağının tepesinden izliyor. Madenden dışarı salınan karbonmonoksit (CO) dumanı ise vadiye yayılıyor.

Girişinde ışıklar yanan ama ilerledikçe zifirleşen Soma madeninin labirentlerinden çıkmanın ne demek olduğuna bakıyorum. Görüyorum diyemiyorum. Ben yeryüzündeyim ama karanlık… Karanlık sadece göze erişen ışığın yokluğu değil…

Bağırıyor, saldırıyor, tutuyor, sıkıyor…

Karanlık.
Soma linyit madeninde yüzümüz, kimliğimiz alnımızdaki birer lambadan ibaret.
Belimizde birer oksijen tüpü var. Yaşamımız bundan ibaret. Birkaç yıl önce yine Soma’da madenin dibinde oksijen tüpünü bana verirken Ömer Sal şöyle demişti: “Al ama bunlar Nuh Nebi’den kalma, çalışır mı bilmiyorum.” Bu tüpler karbonmonoksit (ateş-nefes) patlamasında en fazla yarım saat dayanabiliyor. Koşarsan 20 dakika…
Ve ben, madenin labirentleriyle, belimdeki yaşam kaynağı arasındaki uçurumda yürüyorum. Ben bir kez yürüyorum bu uçurumu, madenciler her gün.

Kulağımda Ahmet Aydın’ın Kırkağaç’ta kopardığı haykırış geliyor:
“Ölüler bizim için de yalvarın Allah’a.”

Soma’da, Ali Günaydın, sırtından kardeşi Akif’in cesedini indiriyor. Susuyor. Ağlıyor. Susuyor. Ve sonra başkalarını kurtarabilmek umuduyla yeniden madene dönerken soruyor: “Böyle bir şeye nasıl kaza diyeceğiz Allah’ım?” Sözün üstünü, karanlığı yoklayarak tamamlamaya çabalıyorum…

Kaza? Kaza, bütün önlemler en yüksek seviyede alındıktan sonra bilginin, deneyimin, aklın yetmediği ve dolayısıyla da beklenmedik bir yerden apansız gelendir…
Cinayet? Cinayet bir ya da birkaç kişinin taammüden öldürülmesidir. Bu o da değil.
Sokaklarda gaz bombalarının, TOMA’ların, copların altında “katliam” diye bağırıyor insanlar… Fakat nedeni olanca açıklığıyla söylenmedikçe kanmıyor aklım, durmuyor içim. Örneğin, ırkçı ya da milliyetçi katliamlardan farklı bu katliam…
John Berger’in o birkaç dizesi düğümleniyor dudağımla boğazım arasında:
“Kâr hırsıyla kesilmiş/ Kolları kanıyor/ Dünyanın/ Kan gölü sokaklarda.”
Manisa’dan geçerken Spil Dağı’na baktım. Ağlayan kadın kayasına onun…

Tanrıça Niobe daha mı üstün görmüştü kendini Leto’dan, 12 çocuk doğurduğu için; Apollon ile Artemis de bu yüzden mi öldürdü Niobe’nin çocuklarını? Kimse gömemedi de ortada kalan ölüleri gökteki Tanrılar mı gömdü?

Bilmiyorum…
Homeros’un anlattıkları geliyor aklıma: “Bugün Sipylos’un kıyılarında, ıssız doruklarında/ Akhelaos ırmağının kıyılarında oynaşan su perilerinin/ Yatakları var derler ya işte oralarda/ Tanrı buyruğuyla taş olmuştur Niobe / Yüreğine sindirir durur acılarını”
Soma’nın her yerinde ölüm ve ölümcül olana bakıyor insanlar. Kömürün yanarak taşa çevirdiği insanlara, ölümün korlaşıp sesin en yükseğine, kilitlenmeye döndürdüğü insanlara bakıyoruz.
Ağlamak karanlık.

“Yerin derinliklerinden geldiler, ellerinde susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle, ne kadar diplere bastırılırsa o kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin.” Böyle söylemişti benim sevgi değer dostum şair Kemal Özer.
Evrenin ışığı bitti. Yeryüzü sadece imge olarak varsa vardır akılda. Onu çağrıştıran nesneler, sesler bitti. Biz şimdi birbirimizin yüzünü, şeklini, şemailini, rengini değil önce alnındaki ışığı görüyoruz. Aslında çoğunlukla sadece o ışığı görüyoruz. Yeryüzü 600 metre yukarıda kaldı.

Aşağıdayız.
Bazı yerleri eğilerek, iki büklüm geçiyoruz; inmek için… Çiçekçi:
“İşçiler bu yolu her gün iki kez geçiyor.”
“Peki, ama hiç olmazsa insan sığacak denli genişletilse bu yollar!”
“Patron bunu zaman kaybı sayar. Bir kazma bile vurulacaksa, mutlaka ucunda kömür, mangır olsun der patron.”

Soma’nın eski adı “Germa” diyen de var tarihte, “Tarhala” diyen de. Saruhanlı Sancağı’na bağlı bir kasabadır. Ama tarih defterleri Manisa, Aydın bölgesinin İlk Tunç Çağı sayfalarına şöyle bir not düşer:
“Bu bölgede Yortan kültürü diyebileceğimiz bir olgu çıkıyor arkeolojik araştırmalarda karşımıza. Ölüler çanak çömlekleriyle gömülmüş, yanlarına özellikle de su ve şarap testileri konmuştur…”

Şimdi, kömürün ateşinde ve dumanında ölenlerin mezarlarına birer testi koyuyor insanlar:
“Su” diyorlar, “madenci en çok suya ihtiyaç duyar”…

Erdal Bıçakçı, Balıkesir’in Savaştepe ilçesinden gelmiş çalışmaya. Ölümün ağzından almış kendini, ölümün ağzından almış arkadaşı, ustabaşısı onu. Büyük bir sükûnetle söylüyor: “Ben artık ölmüştüm. Arkadaşım, ustabaşı dirayetli davranıp ‘birlikte kurtulabiliriz, güven bana, güven kendine’ demeseydi, ‘sevdiklerimiz dışarıda’ demeseydi, şimdi burada olmazdım.”

“Maden günlerdir, ayak basılmayacak kadar ısınıyordu” diye başlıyor söze, Yalçın Üzümlü; “o günlere kadar tükettiğimizin üç katı su tüketiyorduk. Madenin ısısını amirlere söylüyorduk. Ama rekabet vardı ve hiçbir amir kendi vardiyasının aksamasını istemiyordu. Patronun adamları, kârın azalacağından korktukları için bize şöyle diyordu:
“Hadi… Hadi…”

Şimdi yaşayanlar ölülerine ne diyeceğini bilmeden bakıyor.

Karanlığın kendi rüzgârı, havası var. Ötesini söyleyecek terimleri, kavramları bilmediğim, söyleyemediğim için, tek sözcüğüm var ve ben durmadan onu söylüyorum. Karanlık.

Karanlığın hava akımlarının içinde, kimi yerde diz üstü sürünerek ilerliyoruz. Karanlığın yordamını öğrenmiş olanlar kayırıyor, yardım ediyor bana.
“Bir kaza anında demek ki bu yolu yine sürünerek çıkacak işçiler” diyorum. Bir “kaza”? Yani, yakanla yananın açıkça tutuştuğu bu karanlığa bir de dumanın eklendiği zamanlar demek bu.

Hayır… Ötesi var: Dumanla onun dumanının başka bir karanlık yarattığı zamanlardır kömür ocağında “kaza…”

Demek ki sürünerek bu yoldan ekmeğe gidenler, bu yoldan çıkamayacaklar yaşama; kapatacak duman, gaz ve toz bu daracık geçitleri…
Çıkamazlar.
Çıkamadılar.

Özer’in dizeleri dönüyor aklımda:
“Ağır ağır geldiler, karanlık sarnıçlardan sıza sıza/ sağır küplerde birike birike, yararak kaslarının içine/ yuvalanmış sızıları ve ciğerlerinde yer etmiş ışıksız lekeleri.”
Sema Korkmaz anlatıyor sevdiceğini: “Mustafa, çıkabileceği halde, çıkmamış. ‘Arkadaşlarım var ve ben onlara yardım etmeliyim. Benim hâlâ gücüm var’ böyle diye diye çırpınmış, böyle diye diye…”

Linyit seslerini duyuyorum. Kazma ve küfür, emir ve haykırış, rica ve serzeniş… Düşen taş, ezilen omuz, kayan kalas, sökülüp ve takılan domuz damı… Karanlığa, karanlık bir uğunma olarak gelen toz, toz, toz…
Aşağıdayız 800 metre…
Soma linyiti pazara; “parça,” “çeyiz,” “fındık” ve “toz fındık” adlarıyla sürülüyor. Her bir adlandırmanın pazardaki fiyatı farklıdır. Soma linyiti, “bedava kömür” dağıtan kesimlerin de rağbet ettiği bir türdür. Kimi kesimlere “parça,” “çeyiz” verirler, kimi kesimlere “fındık.”

Ne var ki grizu patladığında ölüm yeraltını, mezar parseli olarak eşitliyor. Ve dünya, bu olanca hilesi, yozluğu ve karanlığıyla dünyada kalıyor.

Yüzlere bakmak istiyorum. Bu ışıkta yüzler, varla yok arasında yok. İnsanların yüzü seslerinde görülüyor. Seslerindeki edada, titreşimde. Dibin de dibine inerken, yeryüzünde türemiş umutları, bağlanmaları, korkuları, yasaları siliyor madenciler… Biz, yüzü bundan ibaret sananlar göremiyoruz dibe dayanabilen, dibin de dibinde yüzünü kendi yaratan insanların yüzünü… Yeryüzüne hâkim olan umutlar, korkular, tutkular, yasalar için silip her şeyi ve yeniden yaratıyorlar, yaşayabilmek için birkaç zaman yeryüzünde, bir ömür veriyorlar dibine karanlığın…

“Özel sektöre, kişisel çıkara terk edilmiş kurumlarda katliamlar istisna değil, genelliktir. Zira kapitalistin yegâne amacı her an daha çok kâr etmektir. Bunun yolu da maliyetleri düşürmektir. Düşürülmesi gereken maliyetlerin başında işçi ücreti gelir. Ücret ne kadar küçükse kâr o kadar büyüktür. Sonra diğer her türlü maliyet küçültülür. Örneğin maden söz konusuysa en önemli maliyetlerden biri güvenlikle ilgili harcamalardır. Yüksek riskli işler, yüksek güvenlik için harcama gerektirir. O halde güvelik harcaması ne kadar küçükse, kâr da o kadar büyüktür… Kapitalist başka türlü yapmaz, yapamaz.”

Böyle söylüyoruz siyaset masalarında. Sanki şimdi bizi yöneten devletin elinde olsa bu madenler daha güvenli olacakmış gibi. Bu madenler daha önce bu devletin elindeyken daha güvenli olmuş gibi… Ah bunlar değil; bu madenler zaten devletin elinde; şu anda adı öne çıkartılan kuruluş, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) kiracısı ve devlet için, devlet adına maliyetleri düşürmekle kazanıyor kârını. Yani bu ocakları TKİ taşeronsuz işletirken maliyet 130 dolar civarındayken, şimdi 24-28 dolar civarına inmiştir.
Ve biz bunları konuşurken tekmeliyor, yumrukluyor, gazlıyor, copluyor devlete egemen olanlar, madenci yakınlarını…

“İşte kömür, işte patron, işte devlet” diye bağırıyor bibergazının altında 70 yaşındaki Hami Turan…

Işık… Varlık… Zaman…
Bütün bunları karanlığın duvarından, kayalıklarından, uçurumlarından yontuyorlar…
“Geldiler bir büyük sesin harfleriyle ağızları dopdolu,/ suskun çamuru küremek için…”
Sözcükler ah! Unutmamalıyız kan içinde gelir dünyaya.

Soma-Eynez Karanlıkdere Linyit Kömür Ocağı’nın etrafı uğulduyor. Bayram Ali Dağlı “14 kişiyle yola çıktım bu sabah. Tek başıma geri döndüm. İyi ama nasıl yaşarım” diyor. Durmuş Yakar, 12 yıl çalışmış kömürde:

“Kader diyeceğiz” diye başlıyor söze, “kanıksayacak insan bu ölüleri… İyi bakın, iyi dinleyin: Ölen işçilerin bedenleri fasılalarla çıkartılıyor madenden. Diğerleri ocakta bekletiliyor. Ölenleri, kimliği teşhis edilir edilmez köylerine gönderiyorlar. Çünkü yüzlerce cenazenin aynı yerde toplanması, onların ruhlarının birbiriyle helalleşmesi, o insanların yakınlarının birbiriyle bir daha kucaklaşması korkutuyor bunları.”
Hayretle dinliyoruz:

“Acının birlikte paylaşılmasını yok ediyorlar. İyi dinleyin… Doğacak tepkileri söndürmek için de ailelere bağlanacak maaşlar, ödenecek tazminatlar söylenip duruyor. Ölüsünü alan insanlara rakamlar söyleniyor. Bu, maden facialarının tipik uygulamasıdır. Böylece işçi yakınlarının olaya rıza göstermeye başlamaları sağlanıyor.”

Eski madenciler, ucu ta Bizans’ın ilk dönemlerine dayanan grizu sözcüğüne gerçek adını vermişti:
Ateş nefes.
Soma halkın yas evi.

“Soma ve Zonguldak’ın pek çok maden işletmesinde işe girebilmek, bir nevi borsada oynamak gibi. Bunun nedeni tıpkı mevsimlik tarım işçilerinin yaşamında olduğu gibi, kimi insanların kimi kurumlarda elde ettiği itibarı pazara sürmesidir. Bu gayri resmi taşeronluk değilse nedir?” Böyle söylüyor Adil Bozlu ve sürdürüyor:
“Yani çalışan insanların karşısında taşeronun taşeronu var. Ve bu insanlar, işçilerin maaşının bir kısmına el koyuyor. İşçi görünüşte diyelim ki Soma Madencilik’e bağlı, ancak maaş yönetimi de dahil her şeyi fiilen ‘dayıbaşı’ ya da ‘ekipbaşı’ denen adamlara bağlı. Kabadayılık, vurdu kırdı sisteminin devletçe görmezden gelinerek özendirilen biçimidir bu.”

Ben Eynez’deki madende can veren madencilere bakıyorum… Yalnızca 43 maden emekçisi Somalı, ölen insanların geri kalanı Manisa, Kütahya, İzmir, Balıkesir ve Zonguldak gibi illerin madenci köylerinden gelmişler.
“Şimdi 700 metreye yaklaştık. Buralarda yeni galeriler var.” Böyle söylüyor Çiçekçi ve karşımıza çıkan bir grup lambaya “Geçmiş olsun” diyor. Çünkü onlar vardiyayı devretmiş geri dönüyor.

Üç kişilik bir başka alın lambası grubuyla karşılaştık, bütün madenlerde bunlara “baloncu” deniyor. Ellerinde bizim eskiden böcek ilaçlarken kullandığımız pompalara benzer aletler var; aletlerin deposu balon gibi. Gaz sızıntılarını, gaz niteliklerini ölçen sensörlerin ulaşamadığı köşelerdeki gazlardan numune alıp laboratuvara götürüyorlar. O köşelerdeki grizu miktarını ve niteliğini ancak böyle anlayabiliyorlar.
Ama bugün, yüzlerce canın ölümünden sonra anladık ki, işçiler arasında yaratılmış rekabet, kâr hırsı bu bilgelerin gereğinin yapılmasını bile engelleyecek kadar düşükleştirmiş bu insanları.

Hiçlik yoluyor şimdi yüzünü insanların.

Devletin ya da onun günümüzdeki sahibi sermayenin gözünde insan, üretimin diğer unsurlarından birdir. “Madde;” vida, kazma, çimento, makine gibi “nesnedir”. Bu nedenle de onlara yaptığı muameleyi insana da yapar. Hayır… Daha çoğunu, daha aşağılığını yapar; kârı artırmanın bir yolu da çünkü çalışma yoğunluğunu artırmaktır. Özcesi daha az ve daha ucuz işçiyle daha çok, daha hızlı, süreğen üretmektir…
Neden sanıyorsunuz maden ocağından bir vardiya çıkmadan, ocak boşalmadan giriyor öteki vardiya?

Ve neden sanıyorsunuz Türkiye’de her gün sekiz ile on arasında işçi ölüyor. 2013 yılında 1235 işçi, “iş kazası” denen lanetle yitirdi yaşamanı.
Aklıma, bizim Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un beğeni kazanan ilk öykülerinden biri olan “Hançer” geliyor: Manisa bölgesinde 1514 yılında medreselerin bozulmuşluğunu, vergilerin eziciliğini, medreselilerin isyanını anlatıyordu.
Ölülerin ve ağıtların arasında Manisa’da doğan ve bizim şiirimizin eşi zor bulunur değeri olan İlhan Berk’in dizeleri vurup gidiyor:

“Bu dünyaya bir idare lambası altında geldim/ Yeryüzü Birinci Dünya Harbi’ni yaşıyordu.” Soma, ölümün ağzında ölüm kalım zamanını yaşıyor.
Soma uğulduyor. Biz insanlar zenginliğin doruğunda ya da yoksulluğun dibinde olalım, süslemez ütopyamızı yerin dibi. Biz gökyüzüne dalar, ona uzanırız.
Çok eski çağlardan beri, sömürücüler yeraltında daima köleleri, askerleri, savunmasızları çalıştırmaya çabalamıştır.

Bugün, bu koşullarda, bu madenlerde çalışanlara bakarsanız görürsünüz: Mecburiyetlerin köşeye sıkıştırdığı, teslim alıp yere yıktığı insanlar çalışıyor.
“İki kilo fazla kömür çıkarmak, bizim başımızdaki amir için prim demek. O yüzden bazen yarım saat, bazen bir saat fazladan çalışırız.”

“Maaş?”
“Maaş 700 lira.”
Bu insanların ürettiğine süslü sözlerle ad koşuyoruz: Kara elmas.
Neden değerliyse herhangi bir elmas insandan, nasıl değerliyse?
“Yemek saatiniz?”
“Yok.”
“İş güvenceniz?”
“Yok.”
Soma’da konuştuğunuz her maden emekçisi bu sorulara duraksamaksızın bu yanıtları veriyor.

Ne var ki bu insanlar kendilerini bir tanımla daha tanıtır: “Mecbur insanlar!”
Korka korka kalkarlar, madene korkarak iner, korkuyla uyur ve yemek yerken ve sevişirken; doğarken çocukları ve çalarken telefonları ince bir korku, bulutsu, belli belirsiz hep vardır yaşamlarında. Ama yine de “Mecbur insanlardır”.
Korku çalışmaya, çalışma tapınmaya dönüşür böylece. Ve iş bulmak için dayıbaşına rüşvet verenlerin bir kısmı, iş bulabilirse eğer; kahvede ilk çayları ısmarlarken: “Çaylar madenkeşten” diye bağırır.

Emile Zola, 150 yıl önce mi yazmıştı Germinal’de Soma’nın romanını?
Uğulduyor yerin katranı.
Tarih katrandır burada.

Kederle açılıyor gün ve sahte acımalarla, silikon duygularla kapanıyor. Ağrı’dan Soma’ya gelmiş ve madende çalışan Murat Yalçın’ın “Çizmelerimi çıkartayım sedye kirlenmesin” sözleri acaba neden bu kadar dillere pelesenk oldu?
Bir maden işçisi, üstelik Ağrı’dan gelmiş bir işçi nasıl oluyor da bu kadar ince, bu kadar güzel olabiliyor? Halbuki onun maymun gibi, katır gibi pis, iğrenç olması gerekmez miydi? Bir insanın doğal davranışını överek o ve içinde bulunduğu toplumsal kesim başka nasıl aşağılanabilirdi?

Soma’da tarım bitti, bu nedenle insanlar madende çalışmaya mecbur oldular. Bunu sahiden anlayarak mı söylüyoruz? Soma’da tarım alıp başını gitseydi, sanki Soma’daki madenlerde çalışacak insan bulunmayacaktı! Dünyanın yarıdan fazlasının aç, çok az kısmının müsrif olduğunu tartışmanın önünü başka nasıl kapatabiliriz ki?

Bir zamanlar Soma’da tütün ekilirdi ve onlar tütününü hakkıyla satamadıkları için kaçakçılar aracılığıyla satılırdı ve biz onlara “ayıngacı” der idik.
Soma’da 1910 yılından önce de kömür bilinmektedir. Halk kendi gereksinimi kadar çıkartır sonrasına bakmazdı. İlk kez Darkale köyünden Osman Ağa, Kısıkdere mevkiindeki linyint madenini buldu ve bu ülkenin ilk linyit madeni oldu… Sonra madencilik başladı. Soma’nın ilk maden işletmecilerinden biri bugünkü Cumhuriyet gazetesinin de kurucusu Yunus Nadi’dir. Bir dönem burada Rumlarla Türkler ortak işletirlerdi linyit madenleri. Şimdi Rumlar yok.

Biz o göçleri unutmuş olanlar, şimdi başka büyük bir acıya bakıyoruz.

Acı ne kadar yazılırsa yazılsın bitmez. Yeryüzü işçileri kendi acılarından 1 Mayıs gibi bütün ulusları sınırlar aşan bir birlik ve dayanışma günü yarattı. Ve Manisa’dan doğup ülkenin şiirine felsefesine büyük emeklerle katılan, bir düşünce ve namus işçisi Afşar Timuçin’in o muazzam dizeleri salınıyor aklımda:

“Biz/ Gece gibi, ağaç gibi, gündüz gibiyiz
Biz buyuz/ Gökler gibi bir uçtan bir uca
Biz denizler gibi su/ Çöl gibi susuz.”
Duruyorum sonra, sanki bu acı zamanların şafağını görmüş gibi yazmış:
“Biz/ Işıkların ışıklara karışması gibiyiz.”

Atlas Haziran 2014 / Sayı 255

Fotoğraf Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap