Anasayfa KeşfetKültür Niksar: Kalenin Eteğinde

Niksar: Kalenin Eteğinde

Ayşegül Parlayan Özalp

Kelkit Vadisi’nde yemyeşil deryaya yerleşmiş, sularla senli benli bir kent Tokat’a bağlı Niksar. Eteğinde yer aldığı kalesiyle, Roma dönemi silah deposu, köprüsü, camisi, hamamı ve medresesiyle zengin bir geçmişe ve fidanlarıyla da umut dolu bir geleceğe uzanıyor.

Yazı: Özcan Yurdalan / Fotoğraf: Tolga Sezgin

Suyla ilişkisini bu şekilde kurmuş bir başka yeryüzü kenti var mıdır bilmiyorum. Yerleştiği Kelkit Vadisi’nin yamacından yeşil deryaya kayacakmış gibi görünmesine rağmen Nuh Nebi’den beri arza demir atmış gibi durması bana bu cümleyi kurdurdu belki. Lafın gelişi değil bu dediğim. Niksar’ın Efkerit mevkiinde Luvilerden kalma alametler, Nuh Tufanı’ndan sonra burayı yurt edinmiş kavmin, kentin ilk sakinleri olduğunu gösteriyor.

Niksar’ın hafızasında derinlemesine yer tutan su, sadece Nuh Tufanı anlatısından ibaret değil. Gönüllere de bedenlere de şifa verdiği bilinen Ayvaz Suyu’yla bir kez daha kendini gösteriyor. Orta yaşlardaki her Niksarlının çocukluk anılarında bu pınarın sularında, çevresindeki çayırlarda hafta sonları geçirdikleri şen şakrak zamanların ayrı bir yeri bulunuyor.

Niksar suyla iç içe yaşamasını, yamacına kurulduğu bereketli vadiyi yeşile kesen Kelkit Çayı’na borçlu. Diğer taraftan Çanakçı ve Maduru dereleri gibi irili ufaklı suları da anmak gerek. Bu dereler kentin kuzeyinde Karadeniz’e paralel platolarla uzanan Canik Dağları’yla, güneyindeki Dönek Dağı’ndan geliyor.

Ova sadece bereketli tabiatıyla değil, Anadolu coğrafyasındaki konumuyla da ayrı bir öneme sahip. Orta Karadeniz’i İç Anadolu’ya bağlayan güzergâhta, İpek Yolu’nun denize açıldığı kavşakta duran Niksar, bu sayede tarih boyunca canlı bir ticarete sahne olmuş. Stratejik önemi de ayrı. Roma döneminden kalma devasa boyutlardaki silah deposu “arsenal” kentin geçmişteki askeri önemini kanıtlıyor. Bu etkileyici yapıyı görmeye gittiğimizde mütevazı bir konutun arka bahçesinden dolaşıp altına gireceğimizi bilmiyordum. Ev boşaltılmış, geriye kırık dökük birkaç yaşam izi kalmıştı. Komşu evin önünde kuzukulağı ayıklayan teyzenin yanından geçtik, yekpare taşlarla örülmüş bu antik askeri deponun kapısına bir düzine basamakla indik. Ağır demir kapının kilit sesi herkesi içeri çağırdı.

Arsenal birbirine paralel uzanan iki galeriden oluşuyor. Zayıf ampullerin ışığında iyice esrarengiz görünen tonozlu dehlizler kentin derinliklerine doğru uzanıyor. Kaleden inen gizli geçitlerle birlikte bu antik yapı, Niksar’ın altındaki bir başka Niksar’ı, tarihin derinliklerine uzanan zenginlikleri hayal etmeme yol açıyor.
Kentin yaslandığı yamacın tepesinde yükselen Niksar Kalesi, ihtişamlı günlerinden geriye pek fazla bir şey bulunmasa bile hâlâ gözde mekânlardan. Tıpkı, Çanakçı Deresi üstündeki Leylekli Köprü, Mühürkesen Türbesi, Çöreğibüyük Camisi ya da Roma Hamamı gibi.

Yerleştiği tepede altı köşeli kunt bir yapı halinde duran kalenin üç kapısı bulunduğundan söz ediliyor. Bir zamanlar burada canlı bir hayatın sürdüğünü günümüze kalmış kilise, hamam ve ambar kalıntılarında görüyoruz. Yakın döneme kadar resmi dairelerle birlikte kent yaşamında aktif yer tutan kale, bugün güzel düzenlenmiş bir parkın içindeki tarihi eserlerle ziyaretçileri çekiyor.

Kentin  Surları Niksar Kalesi kentin bulunduğu yamacın üzerinde yer alıyor. Roma döneminde inşa edilmiş. Surlarının uzunluğu altı kilometreyi aşıyor. Yakın zamana kadar kullanılan kale çeşitli dönemlerden izler taşıyor.

Kentin Surları
Niksar Kalesi kentin bulunduğu yamacın üzerinde yer alıyor. Roma döneminde inşa edilmiş. Surlarının uzunluğu altı kilometreyi aşıyor. Yakın zamana kadar kullanılan kale çeşitli dönemlerden izler taşıyor.

Kalede günümüze gelen en önemli yapı Yağıbasan Medresesi. Nizamettin Yağıbasan tarafından 1158 yılında yapılan medresede oldukça ileri düzeyde tıp eğitimi verildiği biliniyor. Belediyenin önünden başlayan hafif bir yokuşla döne dolaşa çıktığım kaledeki medresede turizm haftası nedeniyle bir tören düzenlenmişti. Avluda resmi tören nizamına uygun tertip alınmıştı. Öğrencilerin okuduğu şiirlerin ardından kent yöneticileri konuşmuş, sıra yöre müziğinden örnekler sunacak küçük dinletiye gelmişti. Daha sonra usul gereği halkoyunları gösterisi yapılacaktı.

Eyvanın altına sahne düzeniyle dizilmiş sandalyelere Ekrem Öncü’yle birlikte Niksar’ın mahir müzisyenleri yerleşti. Bir sandalye boş kalmıştı; ona da UNESCO’nun yaşayan insan hazinesi unvanına sahip kaval ustası Yaşar Güç oturdu. Yaşar Usta’yı Kültür Bakanlığı’nın yayımladığı Gelenekten Geleceğe Türkiye’de Somut Olmayan Kültürel Miras kitabından biliyordum. Bir gece önce de evine gitmiş, atölyesinde birlikte olmuştuk. Kaval çalmakta olduğu kadar kaval yapmakta da ustaydı. Sazı anlatırken oldukça zor olduğu belirtilen “horlatmalı” tekniğinden örnekler göstermiş, laf dönüp dolaşıp karakoyun ezgisine gelmişti. Ekrem Öncü’ye göre mahir kavalcı öyle bir nağme çıkarırdı ki kavalından, bu ezgiyi işiten tuz yalamış karakoyun berrak akan çaydan karşıya tek yudum bile içmeden geçip giderdi.

Ekrem Usta 48 farklı ton üstünden perde açtığı kavalları atölyenin duvarına birer tablo gibi asmıştı. Bu işi babası Hasan Güç’ten öğrenmişti; Niksar’ın yaylalarında bir asırdan beri onların yaptığı kavallardan yükselen nağmeler yankılanıyordu. Şimdi de ustası olduğu horlatmalı tekniğiyle geçtiği nağmeler Yağıbasan Medresesi’nin taş duvarlarındaki tarih tozunu alarak kulaklarımızın pasını siliyordu. Saz heyetindeki zurna ustası Erkiletli Muhittin Aygan da “Hayatım boyunca bu zurnanın parasını yedim” dedikten sonra “her zaman Yaşar’ın yaptıklarını öttürdüm” diye kıvançla ekliyordu.
Yağıbasan Medresesi’nde çalan saz heyeti Ekrem Öncü’nün yol göstermesiyle “Niksar’ın Fidanları” türküsüne geçti. Askerlik şubesinin Kale içinde olduğu günlerde, tertip edilen gençleri uğurlamak için söylenen bu türkü hüzünlü olduğu kadar yaşanmışlıkların derinlere çekilmiş anılarını taşıyordu.

Niksar’da “kale” deyince akla sadece kentin orta yerindeki bu ihtişamlı yapı gelmiyor. Aynı zamanda Anadolu insanının bir ayakkabı türü olarak ilk kez deneyimlediği kara lastiğin üretildiği “Kale Lastik” fabrikası da hatırlanıyor. Fabrika 1950’lerin hemen başında küçük bir atölye olarak kurulmuş, Anadolu’nun bakımsız sokaklarında ahalinin ayağını çamurdan kesmiş. Kesmekle kalmamış endüstriyel üretimin, vatandaşın ayağına gelen ilk ürünü olarak da simgesel bir anlam kazanmış.

Dönemin en yaşlı tanıklarından biri olan kalıp ustası Tevfik Bahadır, fabrikatör Hacı Süleyman Erdem’in lastik ayakkabı kalıbı yapmak üzere kendisini Samsun’da bulduğunu anlatırken ilk yaptığı 10 kalıptan bahsediyor. Tevfik Usta şimdi 90 yaşlarının baharını yaşıyor. Hâlâ açık tuttuğu döküm atölyesinde sipariş üstüne özel kalıplar üretiyor. Tevfik usta çalışmayı sürdürüyor ama Kale Lastik fabrikası çoktan kapanmış.

Niksar Belediye Başkanı Özdilek Özcan, kentte sanayinin geçmişinden söz ederken Kale Lastik’in önemli bir yeri olduğunu belirtiyor ancak “fabrikanın kendisini yenileyemediğini, ikinci kuşakların üretimi ne yazık ki sürdüremediğini” söylüyor.
Kentte görüştüğüm herkes Niksar’ın önemli bir kültürel ve parasal birikime sahip olduğunu söylüyor. Belediye imar işlerinde görevli Muzaffer Güneş de Kale Hacılar lakaplı ailenin dönemin teknolojisini ileri düzeyde uyguladığını anlatıyor. Fabrikada enerji kaynağı olarak kullanılan düşey milli su değirmeni Anadolu endüstri tarihindeki son örneklerden biri olmuş. Eskiçağ coğrafyacılarından Strabon ünlü eserinde Lykos-Kelkit Çayı üzerinde İÖ 1. yüzyılda inşa edilmiş su değirmenlerinden söz ediyor. Yani Niksar’ın suyla ilişkisi derinlere indikçe çoğalıyor.

Yeryüzünün derinliklerinden gelen şifalı Ayvaz Suyu ise Niksarlıların hayatında hâlâ önemli bir yere sahip. Evliya Çelebi’ye kulak verdiğimiz zaman Ayvaz Suyu’ndan şöyle söz ediyor:

“Kentin kıble tarafı dışında haylice mesafede güzel ve küçük binalı bir ılıca vardır. Suyu çok faydalıdır. Gayet güzel ve lezzetli hayat suyudur. Birçok hastalığa faydalı olduğundan dört taraftaki memleketlerden temmuzda bir araya nice bin aile gelip tedavi için yıkanırlar, suyundan içip memleketlerine dönerler. Meşhur ve güzel bir ılıcadır.”
Ayvaz Suyu Fabrikası bugün iyi düzenlenmiş bir park ve gösterişli bir kent ormanının içinde bulunuyor. Fabrika müdürü Hayri Kemal Köksalan tesisi gezdirirken suyun özelliklerinden söz ediyor. PH 6.7 ve 0,5 sertlik derecesiyle oldukça iyi vasıflı olduğunu anlatırken gelişen teknolojiyi yakalayacak altyapı eksiği nedeniyle rekabette güçlük çektiklerini söylüyor. “Her şişe bir insan” düşüncesiyle üretim yaptıklarını anlatan Köksalan kentin bu önemli değerini geliştirmek için çalışmalar yaptıklarını belirtiyor.

Evliya Çelebi’den yüzlerce yıl sonra Niksar’a gelen seyyah, tarihçi, ressam ve misyoner Henry John Van Lennep 1860’ta Niksarlıların Ayvaz Suyu’nda çamaşır yıkayışlarını şöyle anlatıyor: “Bu kaynak, görünüşte banyo yapma amacıyla kullanılmaz. Çünkü üzerine dikilen taşlar banyo küveti veya leğen olarak kullanılmaz, sadece elbiseleri dövmek için dairesel, sığ yalaklardır.” Oysa akarsuda yıkanma kültürünün oldukça geçmiş tarihlere uzandığı Anadolu coğrafyasında yakın zamanlara kadar çoluk çocuk Ayvaz pınarında banyo alıp eğlenceler yapıldığı bugün de anlatılıyor.

Ayvaz Suyu’nun Roma döneminde hamam ve ılıca olarak gözde olduğu biliniyor. Bugünkü memba tesislerinin arka bahçesinde ortaya çıkan mozaikler, bir dönem gözde kaplıcalardan biri olarak özenle düzenlendiğini gösteriyor. Dr. Hale Torun, “Niksar Ayvaz Mozaiklerinde Geometrik Göstergeler ve Renklerle Tarihin Okunması” adlı çalışmasında bu mozaiklerin “12 uygarlığa beşiklik yapmış Niksar’ın tarihi eserler açısından oldukça zengin bir yapıya sahip olduğunun da ipuçlarını veriyor bizlere” diyor ve antik çağlarda “hagiasma”, Roma döneminde “ayazma”, günümüzde “ayvaz” adlarının işaret ettiği sürekliliğe dikkat çekiyor.

Evliya Çelebi’nin “Kentin kıble tarafında haylice uzak mesafededir,” dediği Ayvaz Suyu artık kentin içinde. Yüksek apartmanlar dibine kadar gelmiş durumda ama yine de Niksarlıların dinlenmek, sağlık yürüyüşleri yapmak ve hoşça vakit geçirmek için sıkça kullandıkları bir alan burası. Tıpkı Çamiçi Yaylası gibi. Kentin çevresinde çok sayıda yayla var ancak en yakındaki Çamiçi kentin seçkinlerinin tercih ettiği şık konutlarla dolmuş. Yayladan ayrıldıktan sonra bir çeyrekte Niksar’ın merkezine iniliyor.

Merkezde karakteristik bir kent dokusu kalmadığını söylemem gerek. Anadolu’nun pek çok kenti, kasabası gibi burası da kimliğini hemen tümüyle kaybetmiş. Mimari değerlerden geriye parmakla sayılacak kadar az örnek kalmış. Bunlardan biri Bayrakçıoğlu Konağı. Aile büyüklerinden Şerife Hanım’ın vefatından sonra konak boşaltılmış. Perdeleri hâlâ duran ancak insansız kalan her ev gibi giderek solmakta olan konak için koruma projesi hazırlanmış. Şerife Hanım’ın çocuklarından Ersin Bayrakçıoğlu çarşı içinde ticaretle uğraşıyor. Yapının planlara uygun onarımı için gerekli kaynaklara ulaşmakta zorlandığını anlatırken kısa zamanda el atılmadığı takdirde harabeye döneceğini bildiğimiz evi uzaktan seyrediyoruz. Kararmış ahşaplara, bacadaki kurum izlerine, saçak altında unutulmuş fincanlı radyo antenine bakarken Ersin Bey’in aklından geçenlerle benim aklımdan geçenler birbirine karışıyor. Bayrakçıoğlu Konağı, tıpkı kentteki Çoroğlu, Softoğlu, Aktaşlar, Gümüşler, Mukayitler, Lülecizade ve Çavuşoğlu konakları gibi sessiz ve vakur duruşuyla zamanın tahrip edici etkileri karşısında çaresizlik içinde bekliyor.

Niksar’ın Sandık Emini Hüseyin Efendi’nin oğlu Sinan Bayrakçıoğlu ile 1955 yılında evlenen Nimet Hanım, kayınvalidesi Ünzile Hanım ile birlikte yaşadıkları konak günlerini anlatırken o dönemdeki bütün gelinler gibi Hacı Mehmet Aksoy’un cipiyle köşke gelin geldiğini söylüyor. 130 yıllık konağın ilk sahiplerinin Kürt kökenli bir aile olduğunu, 1914 Sarıkamış harekâtına katılan ev sahiplerinden geriye dönen olmayınca Bayrakçıoğlu ailesi tarafından varislerden satın alındığını anlatıyor. Konaktaki hayat Niksar’ın bütün konutlarında olduğu gibi sosyal yapının inceliklerini yansıtıyor.
Niksar evlerinin en önemli özelliklerinden biri en büyük odalardan birinin mutfak olarak kullanılması. Niksar’da zengin sofralar kurulmasını sağlayan mutfak hayatın önemli bir parçası. “Aşhane” ya da “aşgana” da deniyor. Zengin Niksar mutfağında başta erikli çorba, baklalı yaprak sarması, leylek giliği, mercimekli fasulyeli bulgur pilavı, kuşburnu reçeli, revani gibi pek çok lezzetli öğünler hazırlanıyor. Çift yönlü fırında gürgen ateşinde pişirilen ünlü Tokat kebabı ise kentin gözde yemeklerinden. Bu yemekler çarşı içindeki özel lokantalarda hâlâ sunuluyor.

Niksar’da bugün de süren günlük davranış alışkanlıklarından biri, erkeklerin yemekten sonra kahveye çıkması. Kentliler genellikle arastadaki kahvehaneleri tercih ediyor. Arasta bir zamanlar ticaretin nabzını tutarken artık eski önemini yitirmiş. Küçük dükkânlarda geleneksel esnaf ilişkileri içinde çalışan Niksarlılar birkaç ürünün üretim ve ticaretiyle uğraşıyor. Hazır giysi devri bütün canlılığıyla yaşarken hâlâ ısmarlama elbise diken Güngör Tüzemen de bunlardan biri. Zeki Müren ile çektirdiği fotoğrafı tezgâhın üstüne asmış, klasik Türk müziği yayınlayan radyosunu hiç kapatmadan gün boyu çalışıyor.

Yazar Cihat Taşkın ile Adalı Kahvesi’nin balkonunda oturuyoruz. Bu kahve gerek konumu, gerek geçmişiyle kentin gözdelerinden biri. Tarihi yüz yıl öncesine uzanan kahvenin işletmecisi Ahmet Elmalı binanın han olarak yapıldığını, bir dönem müzikli gazino, daha sonra meyhane olarak kullanıldığını anlatırken lafı hemen karşımızdaki Leylekli Köprü’nün masif taş korkuluklarına kuşyemi serpen babasına getiriyor. Babası İbrahim’in gençliğinde amansız bir avcıymış, avlanmayı bıraktığı günden beri çay boyuna ve köprü üstüne yem serpmeye başlamış. Kahve müdavimleri de çay parasının yanına arada bir yem katkısı bırakarak destek vermişler.

Arkadaşlarıyla 70’li yıllarda kurduğu Volkanlar grubuyla Niksar’da Anadolu pop rüzgârları estiren Cihat Taşkın artık gazetelerdeki kent yazılarıyla tanınıyor. Taşkın arastayı anlatıyor:

“Niksar deyince ilk akla gelenlerdendir arasta. Kentin geçmişini merak edenler sokaklarda, pazar yerlerinde, çarşılarda dolaşır ama ille de arastadan geçerler. Zamanın, tarihin, kültürlerin akıp geçtiği bu mekân, yıllar boyu kimlere ev sahipliği yapmadı ki. Sobacılardan çarıkçılara, tuhafiyecilere, dericilere, terzi ve berberlere, ekmekçilere kadar pek çok esnafa ekmek kapısı oldu. Arasta kahvehanesi Aşık Veysel’in gelip saz çaldığı özel bir mekandı.”

Aşık Veysel Arasta Kahvesi’nde çalıp söylerken Erzurumlu Emrah da diğer adı Mahfel olan Adalı’nın kahvesini tercih edermiş. Erzurum’un Tanbura köyünde doğan Emrah, Anadolu’da bir hayli dönüp dolaştıktan sonra Niksar’a yerleşmiş. 1860 yılında bu dünyadan geçtikten sonra kahvenin balkonundan seyrettiğimiz Karşıbağ’daki Tekke Bayırı’na defnedilmiş. Oldukça gösterişli anıtmezarının yanı başında bir başka şair Cahit Külebi, yatıyor. 1917’de Zile’de doğan Külebi 1997 yılında Ankara’da aramızdan ayrılmış. 2010’da yapılan anıtmezar şairin dizeleriyle bezeli.

Erzurumlu Emrah ile Zileli Cahit Külebi’nin yan yana uyuduğu yamaca çıkarken halıcılar caddesinden geçtik. Kısa süre öncesine kadar onlarca halı tüccarının büyük mağazalarda çalıştığı, ip taşıyan kamyonların girip halı yüklü kamyonların çıktığı bu caddede tek halı tüccarı kalmış. Halıcı Orhan Şahin, Niksar’da sektörün 1970’lerde başladığını, kısa sürede sadece bu caddede 126 toptan halı mağazası açıldığını, ancak üretime gerekli özen gösterilemediği için sarsılan halıcılığın, Çin ürünlerinin piyasaya girmesiyle birlikte çöktüğünü söylüyor. Halıcılık Niksar ekonomisinde varlık gösterirken sosyal hayatta da önemli etkiler yaratmış. Giresun’dan gelen dokuma ustaları ve çıraklar burada evlenerek kentte kalmış.

Kentin sosyal ve kültürel hayatında olduğu kadar ekonomisinde de giderek daha fazla yer tutan ceviz, Niksar’ın geleneksel üretim kalemlerinden biri. Niksar’ın yamaçlarından Kelkit Vadisi’ne bakınca yeşile kesmiş bir örtü görünüyor ancak bu dokuyu yaratan ağaçların Kanada kavağı olduğunu fark edince irkiliyor insan. Tıpkı ceviz bahçelerinin İtalya’ya tüfek dipçiği ya da mobilya kerestesi olarak satıldığını öğrenince irkildiğim gibi.

Kanada kavağı, ekonomik ve tarımsal değeri itibariyle son derece düşük değer yaratan bir ürün. Canik gazetesi başyazarı Cemalettin Bilgin de kavağın havzadan temizlenmesi gerektiğini belirtiyor. Ceviz ise öyle değil. Niksar sokaklarında dolaşırken mevsimi olmamasına rağmen kapı önlerinde ceviz kıran mahallelilerin ev ekonomisine önemli katkıda bulunduğu anlaşılıyor.

Niksar’ın önde gelen ceviz üreticilerinden Halis Yılmaz 2008 yılından beri önemli bir gelişme yaşandığını belirterek kaçak ceviz ithalatının bu gelişimi olumsuz etkilediğini söylüyor. Türkiye Ceviz Çalışma Grubu’nda yer alan Yılmaz fide ihraç etmeye başladıklarını anlatarak Niksar’ın geleceğinde cevizin çok önemli rol oynayacağını vurguluyor. Cevizi işleyerek “cevizli bahar” adıyla yeni bir lezzet yaratmaya çalışan Baha Tahmiscioğlu da aynı kanıya sahip.

Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerinden izler taşıyan kadim Melikgazi Mezarlığı’nın orta yerindeki ulu ağacın altına oturmuş konuşuyoruz. Niksar Doğa Sporları ve Turizm Derneği Başkanı İlker Melikoğlu, Niksar’ın geleceğinde ceviz üretimi kadar alternatif turizmin de önem taşıması gerektiğini savunuyor. Melikoğlu giderek daha fazla ilgi gören doğa yürüyüşlerini ulusal düzeyde gerçekleştirdiklerini, geçen yılki faaliyete 1400 kişinin katıldığını anlatıyor. Bu yıl farklı etkinliklerle haziran ayında tekrarlayacakları Keltepe yürüyüşüne herkesi davet ediyor. Ayrıca kampçılar ve karavancılar için düzenledikleri alanın misafirlere her zaman açık olduğunu anlatırken Niksar’ın akşam esintisinde yamacın eğimine kendimizi bırakıp Kelkit Çayı’na doğru bir yürüyüş tutturuyoruz. Şehre girerken aniden yağmur bastırıyor. Oysa gökyüzünün karardığını bile fark etmemiştim. Kaldırım kenarlarından dereler akmaya başlıyor. Aklıma tufandan sonra Luvilerin yerleştiği mağara geliyor.

Atlas Haziran 2014 / Sayı 255

Fotoğraf Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap