Anasayfa KeşfetKültür Taygada Kış Masalları

Taygada Kış Masalları

Ayşegül Parlayan Özalp

Kuzey Moğolistan’ın Sayan Dağları’nda rengeyikleriyle göçebe yaşayan Dukhaları, Atlas bir kez daha ziyaret etti. Dukhalar ekibi kış obasında karşıladılar ve onlara kimsenin işitmediği masalları anlattılar.

Haber ve Fotoğraf: Selcen Küçüküstel

Bir kış akşamı, Yangız Dağ’dan vınlayarak gelen soğuk rüzgâr ağaç kulübeyi sarsıyordu. Moğolistan’ın en kuzeyinde, Rusya sınırında, adına tayga denilen Sibirya ormanının ortasındaki ağaç kulübede, ateşin başına sokulmuş, birbirimize yaslanmış ısınmaya çalışıyorduk. Dışarıdaki kar fırtınası, bir çadırdan diğerine gitmeyi bile imkânsız kılıyordu. Avuçlarımızın içinde bir dolup bir boşalan sütlü çayımızı yudumlayarak hasretle birbirimize bakışıyor, gülümsüyor, iyi misin anlamında “eki, eki” diye selamlaşıyorduk. Ama söyleyecek o kadar çok şey vardı ki, nereden başlayacağımızı bilemiyorduk. Öviy gülerek kulağıma eğildi ve dedi ki: “Aylardır böyle bir fırtına olmamıştı, sizin geldiğiniz güne denk geldi.”

Neredeyse dört yaşına gelen Nomkun, tekrar görmenin şaşkınlığıyla anneannesinin kucağından meraklı fakat çekinmez gözlerle bize bakıyordu. En yakın yerleşim yerine bir gün, kendi evimize ise binlerce kilometre uzaktaki bu çadırda yabancı olduğumuz sanılmasın. Aslında çok iyi tanıdığımız, yazın aylarca konukları olduğumuz ve ortak bir dili paylaşmanın heyecanı ile bir nevi akraba sayıldığımız Dukhaların kış obasındaydık işte.

Buraya tekrar geleceğimizi biliyorduk, ama bu kadar çabuk olması doğrusu hepimizi şaşırtmıştı. Obada duyan herkes, sert fırtınaya rağmen tek tek Boyuntuktuk’un çadırına geliyordu. Her karşılaşmada atılan sevinç çığlıkları, kucaklaşmalar, gülüşmeler… Kışın obada kalan yaklaşık 25 kişinin neredeyse tamamıyla görüşmüştük. Hal hatır sorduktan, yazın obada yaşayıp da kışın köye dönmüş olanların haberlerini aldıktan sonra bir saat içinde, sanki biz hep orada yaşıyormuşuzcasına, hayat normale dönmüştü. Nomkun üzerindeki o ürkekliği atıp çoktan kucağıma ilişmişti bile.
Çadırın içinde çıtırdayarak yanan meşe ateşi içimizi ısıtmıştı, ama dışarıda hava en az eksi 30 dereceydi. Kürkü tamamen karla kaplı iki köpek, Kulak ve Moynak, çadırın kapısından soluk soluğa içeri girdi ve bu halleri hepimizi güldürdü. İkisi de birer yürüyen kartopu haline gelmişti. Fırtınadan istifade, hazır bir çadırda mahsur kalmışken Ganbat yıllar önce aralarından birinin, nasıl ormanın içinde dolaşırken Batıkşan’ı gördüğünden söz ediyordu. Herkes soluğunu tutmuş, heyecan içinde ona kulak vermişti.

“Hola’nın karısı bir gün ormanda yürürken kısa boylu, uzun sarı saçlı, uzun dirsekli bir kadınla karşılaşmış. Korkup arkasını dönerek koşmaya başlamış. Çadırların yanına geldiğinde başına geleni anlatmış ve yaşlılar gördüğü şeyin Batıkşan, yani ormanın koruyucu ruhu olduğunu söylemişler. Onu bulmak için hemen geri dönmüş ama ortada kimse yokmuş.”

Batıkşan’ı yazın geldiğimde de işitmiş, hakkında anlatılan birçok hikâye olduğunu biliyordum. Zaten Ganbat’ın anlattığı olaydan sonra, çadırdaki herkes birbirine duydukları benzer hikâyeleri fısıldamaya başlamıştı.

Geyikli Çocuk Atlas okurlarının anımsayacağı Nomkun  üç yaşında ve henüz okula gitmiyor. Ancak okula giden ağabeyi için ailesi kışın, en yakındaki köye, Akgöl’e taşınıyor. Nomkun ise taygayı çok sevdiğinden bazen anneannesinin yanında kalıyor. Geyiklerle geçen zamandan hoşnut gözüküyor. Dukha çocuklarının hemen hepsi okul çağına geldiklerinde Akgöl’deki okula gönderiliyor.

Geyikli Çocuk
Atlas okurlarının anımsayacağı Nomkun üç yaşında ve henüz okula gitmiyor. Ancak okula giden ağabeyi için ailesi kışın, en yakındaki köye, Akgöl’e taşınıyor. Nomkun ise taygayı çok sevdiğinden bazen anneannesinin yanında kalıyor. Geyiklerle geçen zamandan hoşnut gözüküyor. Dukha çocuklarının hemen hepsi okul çağına geldiklerinde Akgöl’deki okula gönderiliyor.

Ormanın koruyucu ruhu bize ancak efsanelerde rastlanacak türden bir kahraman gibi gelse de, burada masallar ile gerçek birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içe geçmişti. Burası, ormanın koruyucu ruhunun hâlâ yaşadığı ender coğrafyalardan biriydi.

Başlangıcını kimsenin bilemeyeceği kadar eski zamanlardan beri rengeyikleriyle taygada yaşayan Dukhalar, doğadaki her şeyin bir ruhu olduğuna inandıkları gibi, aynı zamanda bazı yerlerin, örneğin bazı dağların, ormanların, ağaçların ya da nehirlerin de koruyucu ruhu olduğunu düşünüyorlar. Bu koruyucu ruhlar, çoğu zaman gözle görünür olmamakla birlikte, doğayı kirletenleri eninde sonunda mutlaka cezalandırıyorlar. Bu o kadar yaygın bir inanış ki, eğer bir kişi hastalanır ya da başına kötü bir şey gelirse acaba yanlışlıkla nereyi kirlettim ya da neredeki ruhu rahatsız ettim diye düşünmeye başlıyor.

Bu koruyucu ruhlardan iki tanesi ise, çok nadir olarak insanlar tarafından görülebiliyor; bunlar Avilan ve Batıkşan. Hazır böyle bir kalabalığı bir arada bulmuşken onlara Avilan’ı sordum.
“Avilan bile ulagır bilirsin bi? Ganbat, sen Avilan’ı görgen bi? (Avilan ile ilgili efsane biliyor musunuz? Ganbat, sen Avilan’ı gördün mü?)”

Avilan’ı biliyor oluşum herkesi güldürmüştü. Ganbat kahkaha atarak: “Cok cok men göörbes. Meem atam görgen. (Yok yok ben görmedim, benim babam görmüş.)” dedi ve bize Ariğ Dağı’nın hikâyesini anlattı.
“Yaz obasının arkasındaki vadide Ariğ diye bir dağ var. Adamın biri bir gün ava çıkmış. Av esnasında bir geyiği vurmuş. Ancak hayvan ölmemiş ve yaralı bir halde Ariğ Dağı’na doğru kaçmış. Adam yaralı geyiğin peşinden dağa doğru gidiyormuş ki birden korkunç bir fırtına çıkmış ve kar yağmaya başlamış. Havanın bu ani değişiminden adam, kutsal bir dağda olduğunun farkına varmış ve korkup oradan derhal geri dönmüş. Dönerken yolda kısa boylu, uzun saçlı, elinde yarım bir kâse tutan bir kadın görmüş. Kadın yaralı bir geyiği iyileştiriyormuş. Bu kadın, dağın koruyucu ruhu Avilan’mış. Adam o anda çok korkmuş ve hemen oradan kaçmış.”

Hikâye biter bitmez heyecan içinde sordum:
“Yani Avilan da mı kadın?”
“Tam olarak kadın olduğunu söyleyemeyiz. Değişik şekillerde görülebilir. Aslında Avilan ile ilgili hikâyeleri en iyi Oruz bilir ama kışın burada kalmıyor, ötede yaşıyor.”

Dukhaların arasında kaldığım süre boyunca pek çok hikâye dinlemiştim ancak o gün, dışarıda kar fırtınası eserken anlatılan hikâyelerin tadı bir başkaydı. Akşama doğru hava sakinleşmiş ve herkes çadırlarına dağılmıştı. Biz de daha önce yanında kaldığımız Boyuntuktuk’un çadırına yeniden yerleştik, uyku tulumlarımızı çıkarıp soğuk geceye hazırlandık. Şunu artık çok iyi biliyorduk ki asıl soğuk, tepesi açık çadırın içindeki soba söndükten sonra başlayacaktı. Gecenin bir yarısı soğuktan uyandığımda, nefes alırken ağzımdan çıkan dumanları görüp çok şaşırmıştım. Sabah ise ayakucumda kımıldayan bir şeyle gözümü açtım, Nomkun uykusundan kalkıp yanıma gelmişti. Uyku tulumunun içini açtım ve hemen çıplak bacaklarıyla kendini içine attı. Bir süre öyle uyuyakalmışız sanırım. Boyuntuktuk’un erkenden kalkıp yaktığı soba sayesinde sıcacık bir çadıra uyandık.

Boyuntuktuk, “Ekki daşdandın bı? (İyi uyudun mu)” diye sordu.
“Ekki ekki. Sen? (İyi iyi. Sen?)”
“Ekki. Tüş görgen bi? (İyi. Düş gördün mü?)”
“Batıkşanı görgen. (Batıkşan’ı gördüm)” dedim ve gülmeye başladık.
Ardından burada ziyaret ettiğimiz çadırlarda en sık duyduğum şeyi sordu: “Şay işersin bi? (Çay içer misin?)”
Ertesi gün kar fırtınası tamamen dinmişti, hava soğuk ama güneşliydi. Böyle cıvıl cıvıl bir güne uyanmak bizi neşelendirmişti. Kimileri çadırlarının etrafındaki karı küreliyor, kimileri rengeyiklerini çözüp uzağa kışkışlıyor, kimileri ise odun yarıyordu.

Kışın, yaz aylarına göre obada daha az aile vardı, çünkü okul çağında çocuğu olan aileler geçici olarak köye yerleşiyor, okullar kapanınca tekrar taygaya dönüyorlardı. Yaz kış göçer yaşayan aile sayısı bu sene 12 idi ve etrafta çok az çocuk vardı.

Dukhalar rengeyiklerini binek hayvanı olarak kullanıyor, kışın süt vermediği için dişilerini uzaktaki bir vadiye bırakıyorlardı. Bütün kış orada, yükseklerde rahat rahat yiyecek bulabilen hayvanları, bahar geldiğinde tekrar geri topluyorlardı. Erkek geyiklerin birkaçını ise kışın ava giderken üzerlerine binmek için yanlarında tutuyorlar. Rengeyiklerinin çoğunun başlarında kimse olmadan uzaklarda bırakılması benim için anlaması zor bir haldi. Ultzin’e merakla sordum:
“Peki kaçmıyorlar mı yani?”

“Bıraktığımız vadi yüksek dağlarla çevrili olduğu için daha uzağa kaçamıyorlar. Vadinin açık kısmına da birkaç korkuluk koyuyoruz” dedi. Korkuluğun kurtlar için mi, yoksa geyikler için mi konduğunu tam olarak anlayamadım.

“Bıraktığınız yer buradan ne kadar uzaklıkta? Hiç arada gidip bakıyor musunuz?”
“Buradan geyikle yaklaşık iki üç gün uzaklıkta. Sık sık yanlarına gitmek güç. Bu yüzden sadece vadiye giden yolun girişine kadar yaklaşıp yola göz atıyoruz. Eğer kurt izleri varsa gidip rengeyiklerini kontrol ediyoruz. Kurt izi yoksa bakmamıza gerek kalmıyor. Zaten iyilerdir. Bu sene bıraktığımız vadi uzakta olduğu için orada kar derin. Kurtlar zaten gidemiyor.”

Bunları anlattıktan sonra Ultzin geyiklerden birinin üstüne eyersiz binip diğer geyikleri uzaklara doğru sürdü. Yanlarında tuttukları geyikleri her sabah salıyor, akşamüstü ise aynı geyikler genellikle kendi başlarına obaya geri dönüyordu. Bu anlamda rengeyiği diğer hayvancılık türlerine göre oldukça değişikti. Zaten rengeyiklerini eti için de yetiştirmiyor, et ihtiyaçlarını avlanarak karşılıyorlardı.

Ben geyikleri izlemekle meşgulken yanıma Zaya geldi. Süt kadar ak tüyleri ışıltıyla parlayan bir rengeyiğini tutuyordu arkasında. Bu ormanda geyiklerle insanların arasında özel bir bağın oluştuğunu anlamak zor değildi. İnsanlar rengeyiklerine ailenin bir bireyi gibi özenle davranıyordu. Zaya’ya bu konuda ne düşündüğünü sordum.

“Geyiklerimizin hepsini çok iyi tanırız, onlar da bizi tanır. Hepsinin farklı kişilik özellikleri var. Bazıları çok sakinken, diğerleri çok daha asabi olabiliyor. Zaten onlara isimlerini de huy ve görünüşlerine göre veriyoruz.”

“Mesela yanındaki bu geyiğin ismi ne?”
“Uluğ ak mandı” dedi. Yani büyük beyaz kız. Dukhaların dilleri Türk dil ailesine mensup. Eski zamanlardan beri rengeyikleriyle beraber yaşadıkları için yaşına ve cinsiyetine göre değişen rengeyiklerinin her biri için farklı bir sözcük kullanıyorlar. Bu anlamda dilleri çok zengin.
Zaya’nın söylediklerine benzer şeyleri daha önce Boyuntuktuk da anlatmıştı ve çadırda rengeyiklerine ne kadar özenle davrandığına kendim de şahit olmuştum. Yazın uzun süre sobanın başında, dağlardan topladığı otlarla geyikleri için ilaçlar kaynatıyordu. Hangi otun hangi hastalığa iyi geleceğini çok iyi biliyor ve geyiklere çocukları gibi bakıyordu. Zaten bir kez şakayla karışık bunu kendisi de söylemişti.

“Çocuklar okula gidip bizi bırakıyor, ama rengeyikleri hep yanımızda!”
Sonraki günler çadırların hemen hepsini ziyaret ederek geçti. Zaten kışın çocuklar, yani hem rengeyikleri, hem de gerçek çocuklar uzakta oldukları için yapacak çok fazla şey yoktu ve herkes daha rahattı. Sürekli birbirlerinin çadırlarına gidiyorlardı. Herkes kendi çadırında ayrı yemek yapsa da, ziyaret edilen her çadırda yemek ortada paylaşılıyor, kimin neyi varsa içeri girenlere ikram ediyordu. Yiyecek çeşidi ise hep aynıydı; sütlü çay, ekmek ve et.

Dukhalar çocuklarının okula gitmesiyle birlikte Moğol toplumuyla kaynaşmaya başladıkları için dışarıdan çeşitli ihtiyaçlarını satın almaya da başlamışlar. En çok satın aldıkları da un, şeker ve çay. Bunun için tek gelir kaynakları da yazın ziyaretlerine gelen yabancı turistlere rengeyiği boynuzundan yaptıkları süs eşyalarını satmak. Dolayısıyla, Dukhaların geçimlerini sağlamak için yaptıkları avcılık yaşamsal önemde. Kış, av için en uygun mevsim. Erkekler bazen aylar süren av yolculuklarına çıkarak eve elleri dolu geliyor. Avladıkları başlıca hayvanlar geyik, ceylan ve ayı. Ancak bu hayvanları avlarken gelişigüzel davranmıyorlar elbette. Avlanılan hayvanın ruhuna saygı gösterilmesi için bir dizi kural var. En başta, ilkbahar aylarında ava çıkmıyorlar, çünkü bu mevsimde hayvanların çoğu gebe olduğu için yanlışlıkla gebe bir hayvanı öldürebilirler. Genç hayvanları da öldürmüyorlar. Su içen bir hayvanı öldürmek de büyük bir tabu. Bu kuralları obanın en bilgelerinden Öviy, bana ayrıntılı bir şekilde anlatmıştı:

“Eğer kışın uzun süre ava gidersek yanımıza, eti taşıması için bir rengeyiği katarız. Doğada bir sürü hayvan olabilir, ancak biz bu tek rengeyiğinin üstü etle dolduğu zaman yeteri kadar avlandığımızı anlarız ve daha fazlasını öldürmeyiz. Bir diğer önemli kural da nehir kenarındaki hayvanları asla öldürmeyiz.”

“Peki eğer öldürürseniz ne olur” diye sordum.
“Böyle yapan kişinin başına mutlaka çok kötü şeyler gelir. Ya hastalanır, ya ailesinden birinin başına bir şey gelir ya da rengeyiklerini yitirir. Ama asla cezasız kalmaz. Etrafta gördüğün hayvanlar bize ait değil. Yerin bir koruyucusu var ve bu hayvanlar ona ait. Biz istediğimiz gibi istediğimiz hayvanı öldüremeyiz.”

Dukhalar hayvanlarla olan ilişkilerinde bu kadar hassas olmasına rağmen, bu kış obalarına gelen bir orman bekçisinin kendilerine bildirdiği bir haberle şaşkınlık içinde kalmışlar. Zaten uzun süredir gündemde olan av yasağı bu sene yaşadıkları bölgenin özel koruma alanı haline getirilmesiyle katı şekilde uygulanacakmış.

Porucap elinde tuttuğu resmi bir kâğıdın üzerinde yazanları bana açıklıyordu. Kâğıtta, avlanmanın artık yasak olduğu, hangi hayvanı avlarlarsa ne kadar para cezası ödeyecekleri yazıyordu. Bu listeyi işittiklerinde hepsi çok şaşırmış, ondan söz ediyordu.

“Dışarıdan gelmişler, bize kendi evimizi korumak için kurallar getirmişler. Bizim bu kurallara ihtiyacımız yok. Biz zaten sadece hayatta kalmak için avlanıyoruz ve atalarımızdan bugüne süren geleneklere bağlıyız. Hiçbir hayvanı gereksiz yere öldürmüyoruz. Dışarıdan gelip kürk için hayvan öldürenler yüzünden bu cezalar. Biz ise karnımızı doyurmak için avlanıyoruz ve bunun için hapise bile girebiliriz” diyerek isyan ediyorlardı.

Bu isyanda elbette bir haklılık payı vardı. Ne yazık ki dünyanın birçok yerinde “koruma” adı altında yerli halklar, çeşitli yasaklarla geleneksel geçim şekillerinden uzaklaştırılarak zor durumda bırakılıyor. Oysa bu düzenlemeler yapılırken, bölgede yaşayan yerel halkları da dikkate alarak, onlara ayrıcalıklar tanınabilir. Gerçek bir doğa koruma, ancak içindeki insanlarla beraber uygulanabilir.

Kışın yanlarında kaldığımız süre içinde Dukhalar birkaç kez ava gittiler. Yasaklara rağmen hayatta kalmak için başka çareleri yoktu. Dukhalar eşitlikçi bir toplum. Avlanan hayvan obadakiler tarafından paylaşılıyor ya da bir evde toplaşarak hep birlikte orada yeniliyor. Avdan döndüklerinde, aynı anlatmış oldukları gibi av etini bütün ailelere paylaştırdılar.

Gitmemize yakın Boyuntuktuk ile rengeyiğine binerek yaklaşık dört beş saat uzakta yaşayan Oruz’u ziyaret etmeye karar vermiştik. Hem Oruz’u tekrar görmek istiyordum, hem de ona Avilan’ın yarım kalan öyküsünü anlattırmak. Oruz’un annesi ve babası Dukha ama kendisi Darhat bir kadınla evlenerek taygadan taşınmış ve köye yakın ahşap bir kulübede yaşamını sürdürüyordu.

Boyuntuktuk ile rengeyiklerini yolculuk için hazırladık, eyerlerini sıkıca bağladık. Son anda bizi bırakmak istemediği için ağlayan Nomkun’u da götürmeye karar verdik, anneannesi onu rengeyiklerinden birinin üstüne sıkıca bağladı. Moğol arkadaşım Ariuntamir de yanımızdaydı. Kar oldukça derindi ancak rengeyikleri böyle bir karda zorlanmadan yürüyebiliyordu. Ormanın içinde, Boyuntuktuk önümüzde biz arkada ilerledik. Nomkun arada eyerin üzerinde yana kayıyordu, bazen anneannesi bazen ben, arada azarlayarak arada gülerek durup onu düzeltiyorduk. Bembeyaz kar kaplı ormanda bizden başka sesi çıkan canlılar, arada tek başına geçen kuşlardı. Ormandan çıktığımızda yüksekçe bir yerden, boylu boyunca uzanan bir vadi gördük. Boyuntuktuk ilerisini işaret ederek Oruz’un, vadinin sonunda yaşadığını söyledi.

Ne kadar daha o şekilde ilerledik bilmiyorum. Dik yokuşta rengeyiklerinden indik ve kara gömülerek yan yana yürümeye koyulduk. Düzlüğe indiğimizde gene rengeyiklerimize binip yolculuğa devam ettik. Birkaç saat sonra, uzakta, sağ tarafımızda sığır sürülerini görünce gideceğimiz yere yaklaştığımızı anlamıştım. Biraz sonra vadide tek başına duran ahşap bir kulübeyi fark ettik. Yaklaştığımızı gören köpekler havlamaya başladı. En yakın yerleşim yerine saatlerce uzakta olan bu vadide, beklenmedik misafirlerin gelişine şaşıran Oruz’un eşi hemen kapıya çıktı. Rengeyiklerimizden inip geyikleri bir çite sıkıca bağladık. İçeride yerde oturan Oruz beni tekrar karşısında görünce çok şaşırdı. İkram edilen çayı içip bir süre konuştuktan sonra ziyaretimizin sebeplerinden birinin, Avilan’ın hikâyesini dinlemek olduğunu söyledik. Hava kararmadan geri dönmemiz gerektiği için çok vaktimiz de yoktu ne yazık ki. Oruz bir yandan tütün koyduğu piposunu çekerken, bir yandan da Avilan hakkında bildiklerini anlatmaya koyuldu.

“Avilan, insanla hayvan karışımı, koruyucu bir ruh. Yarı insan yarı hayvan. Ne insan, ne hayvan. Efsanemize göre, hepimizin içinde iyi ve kötü bir taraf var. Aynı zamanda hepimizin içinde birer hayvan ve insan da var. Avilan karşılaştığı insanların iyi olan yarısını alırmış. Onu gören çok az kişi, ama bazı insanlar Ariğ Dağı’nda bir tarafı ayı, diğer yarısı insan olan ayak izlerine rastlamışlar. O tüm hayvanları ve doğayı korur.”

“İnsanların hepsinin bir tarafı hayvan mı yani” diye anlamaya çalıştım.
“Evet öyle. Avilan hikâyelerinin ortaya çıkışıyla ilgili bir efsane de anlatılır. Çok eski zamanlarda bir şaman, tanıştığı bir adama insanların hepsinin iyi ve kötü iki tarafı olduğunu söylemiş. Adam bu söylenenlere inanmamış. O esnada bir çadırın içinde oturuyorlarmış ve çadır insanlarla doluymuş. Şaman, adama bunu ispatlayacağını söylemiş. Elini açmış, adama parmaklarının arasından bakmasını söylemiş. Şamanın parmaklarının arasından bakan adam, çadırın içinde oturan insanların bazılarının ayağının kurt ayağı, bazılarının kafasının ayı kafası olduğunu, kiminin pençeleri, kiminin kuyruğu olduğunu gözleriyle görmüş. Hepsi yarı insan, yarı hayvanmış. Avilan hikâyeleri de böyle ortaya çıkmış.”

Belki de binlerce yıl öncesine gittiğini düşündüğüm bu hikâyeyi heyecanla dinlemiştim, ancak hava kararmadan obaya dönmemiz gerektiği için yola çıkmalıydık. Kimilerine göre sadece bir efsane için bunca yolu gelmek gereksiz gözükebilir. Oysa benim için her insanın içinde olan hayvanı, her hayvanın içindeki insanı anlatan hikâyeyi dinlemek hepsine değerdi. Yaşamın kendisi böyle değil miydi zaten, her şey tek bir bütüne ait değil miydi?

Dönüş yolunda ormanın içinden geçerken en son çocukluğumda peri hikâyeleri dinledikten sonra yaşadığım merak ile korku arasındaki o hissi tekrar yaşadım ve acaba Batıkşan’ı görebilir miyiz diye etrafıma bakındım. Ve itiraf etmeliyim ki ormanlarını, dağlarını hâlâ koruyan bir ruhu olduğu için Dukhaları kıskandım. Bizim ormanlarımızın, dağlarımızın, nehirlerimizin koruyucu ruhu bizi terk edeli ne kadar olmuştu? Acaba biz onlara inanmaktan vazgeçince mi bizi terk etmişlerdi, yoksa onlar bizi terk edince mi biz inancımızı yitirmiştik?

Dukhaların yanından ayrılırken kimseyle vedalaşmadım. Bu sefer tekrar geri döneceğimi zaten biliyordum.

SELCEN KÜÇÜKÜSTEL, YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜREL ANTROPOLOJİ BÖLÜMÜ’NDE YÜKSEK LİSANS TEZİNİ DUKHALAR ÜZERİNE YAPTI.

ATLAS KASIM 2013/SAYI:248

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap