Anadolu’nun kuzeybatısında dev bir yarımada. Bir tarafında onlarca bitki ve hayvan türüne yaban bir sığınak sağlayan Kaz Dağları uzanıyor; eteğindeki Assos ise bir inciyi andırıyor. Öte tarafında binlerce yıldır ilham saçan Troia antik kenti parıldıyor. Buradaki köylerde keşkek kazanları kaynatılıp büyük şölenlerle “köy hayırı” yapılıyor. Sarıkız’ı anmak için her yıl zirveye çıkılıyor. Biga Yarımadası dünle bugünün buluştuğu bir kara parçası…
Yazı ve Fotoğraflar: Cüneyt Oğuztüzün
Anıtsal çeşmenin yanında dumanı tüten, tek sıra halinde yerleştirilmiş onlarca kazan karşılıyor köye geleni. Akşamdan hazırlanıp altı yakılmış keşkek kazanları bunlar ve sabahın bu vaktinde hâlâ kaynıyorlar. Etrafta nöbetçi bir kadın dışında kimse yok. Kara Menderes Vadisi’nde, Kurşunlu’dayım. Köy, antik Troas’ın, adı “güzel manzaralı” anlamına gelen Skepsis kenti üzerinde kurulmuş. Biga Yarımadası’nın içlerindeki Bayramiç ilçe merkezinden kalkıp 10 kilometre mesafedeki bu ilginç köye gelmemin nedeni, bugün kadim bir geleneğin yaşatılacak olması…
Türkiye coğrafi olarak bir yarımadalar diyarı; kendisi bile iki ayrı kıtaya ait iki ana yarımada, Anadolu ve Trakya üzerinde yer alıyor. Ayrıca daha birçok yarımadaya sahip. Bunların en büyüklerinden biri de Biga Yarımadası. Ege Denizi’ne uzanan bu geniş çıkıntının kuzeyini Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı, güneyini Edremit Körfezi çevreliyor. İşte sözünü ettiğim, yarımadaya özgü bu geleneğin adı “çiftçi cemiyeti”, diğer adıyla “köy hayırı”. Önceden tüm çevreye duyurulan belirli bir günde bir köyün sakinleri aralarında topladıkları malzemeyle, masrafları paylaşarak herkese açık bir ziyafet düzenliyor. “Atalarımızdan böyle gördük, aynen devam ettiriyoruz, başka bir şey bilmem” diyor muhtar Muharrem Gürel.
Aslında yılın verimli geçmesi, bolluk, bereket ve doğal afetlerden korunmak için ilkbahar başlangıcında yerine getirilen bu gelenek, Kurşunlu’da nadir bir örnek olarak sonbaharda da tekrarlanıyor. Vakit ilerledikçe bayramlık giysilerini giymiş köylüler meydanları doldurmaya başlıyor, tozu dumana katarak köye giren araçların sayısı artıyor. Muhtar memnun; “5 bin kişiye yetecek kadar keşkeğimiz var” diyor. Ne var ki gelenekler sürse de bazı usuller değişiyor. Eskiden özel sopalarla saatlerce dövülerek hazırlanan keşkekler artık traktörlerin kuyruk miline bağlanan sopalarla mekanik olarak kolayca dövülüyor. Ama tadında bir değişme olmuyormuş.
Kültür mirasıyla, doğal değerleriyle, zengin geçmişi ve bugünüyle etkileyici bir diyar Biga Yarımadası. Ege ve Marmara’ya kıyısı olan bu geniş coğrafyanın kara sınırını ise Edremit Körfezi’nin doğu ucunu Erdek Körfezi’nin doğu ucuna bağlayan bir hat belirliyor. Böylece Biga Yarımadası, Çanakkale ilinin Anadolu’daki topraklarıyla, güneyinde ve doğusunda Balıkesir’e ait küçük bir miktar toprağı kapsıyor. Yarımadanın Çanakkale’nin değil, onun bir ilçesi olan Biga’nın adını taşıması ilginç. Bunun sebebi tarihsel. Osmanlı döneminde yörenin merkezi, sancağın yönetildiği Biga’ydı.
Ben de yarımadayı araştırmaya Biga’dan başladım. Kente vardığımda Sancakbeyi Osman Bey anısına düzenlenen “Okçuluk Müsabakası ve Şenlikleri” başlamak üzereydi. Zamanının büyük kemankeşlerinden Biga Sancakbeyi Osman Bey, 1726 yılında İstanbul Okmeydanı’nda 678 metre uzağa ok atmış ve adına menzil taşı dikilmişti. Zamanla bir savaş ve av yöntemi olarak teknolojik gelişmelere yenik düşen okçuluk, geleneksel anlamıyla dünyada ve Türkiye’de son yıllarda bir spor ve hobi olarak canlanma yaşıyor. Çeşitli ülkelerde ortaya çıkan ve örgütlenen meraklılar, kendi tarihsel mirasları doğrultusunda tamamen geleneksel ok ve yaylarla, kendi özgün stilleriyle tarihi okçuluğu yaşatıyor.
Biga’nın, Hafızın Düzü adlı yaylasında da o sabah 11 ülkeden yüz civarında okçu bir araya geldi. Geleneksel okçuluk etkinliklerinin raconu, o devrin kıyafetlerine bürünmek. Böylece yayla tarihi bir savaş filminin rengârenk setine benzedi. Okçular yarışma ve gösterilerde büyük maharet sergiledi. En etkileyici ve unutulmaz bölüm ise atlı okçuluk yarışmalarıydı. Yarışmacılar, Avrasya bozkırlarının savaşçıları gibi dörtnala giden atlarının üzerinde yanlarda, geride, hatta yukarıda bulunan hedeflere ok attı, çoğunda da isabet kaydetti. Bu özel maharet herhalde okçuluk sanatının zirvesiydi.
Çanakkale’nin en büyük ilçesi Biga, merkezin 20 kilometre batısındaki Karabiga beldesi ile Marmara Denizi’ne açılıyor. Sayfiye beldesine dönüşmüş eski balıkçı köyü Karabiga, antik Priapos kentinin yerinde kurulmuş. Adını, ünlü bereket Tanrısından alan antik kentin kalıntıları arasında bulunan sur parçaları, geçmişin görkemine tanıklık ediyor. Buranın 20 kilometre kadar batısındaki balıkçı köyü Kemer’in sınırları içinde, Bodrum Burnu’nun engebeli arazisinde ise 2005 yılında başlayan kazılarla ortaya çıkarılan Parion kentinin kalıntıları bulunuyor. Nekropol, tiyatro, Roma villası ve bir yamaç yapısı üzerinde yoğunlaşan kazı çalışmalarında elde edilen buluntular, kentin önemini şimdiden ortaya koyacak nitelikte. Antik yerleşimlerin yoğunluğu ile dikkat çeken Biga Yarımadası, uzak geçmişte Troas olarak niteleniyordu; merkezi de Troia kentiydi.
Yörede “yerli” köyler dışında çok sayıda muhacir yerleşimi de bulunuyor. Bulgaristan ve Yunanistan göçmenlerinin, ayrıca Pomak, Çerkes, Çeçen, Kumuk, Boşnak kökenlilerin köyleri bunlar. Birlikte Kaz Dağları’nın kuzey bölümünü gezmeye çıktığımız, Bayramiç’te kamu görevlisi Erdal Işık bu çeşitliliği ilginç bir gözlem olarak anlatıyor. “Bayramiç’in 75 köyü var, 75’i de birbirine kültür olarak, yapı olarak benzemez. Şimdi geçtiğimiz Köseler’in, önümüzdeki Gedik’in şiveleri, konuşmaları farklıdır. Her köyün yaşantısı, gelenekleri başkadır. Aynı kökenden olsalar da benzemez. Mesela iki Alevi köyü var, ikisi de çok farklıdır. Bir Türkmen köyü vardır, Saçaklı. Kadınlar siyah ferace giymeden evden çıkmaz. Manto gibidir ama kollarını geçirmez, yandan sarkıtır. Bir başka köyde ise kol kısmını başına koyar.”
Karabiga’dan sonra girintili çıkıntılı kıyılarla devam eden Marmara, Çardak Burnu’nda karşı kıyıya iyice, 3 kilometre kadar yaklaşıyor, burada muhteşem Çanakkale Boğazı başlıyor. Buradaki kum adası, lagün ve dalyan görülmeye değer manzaralar sunuyor. Birkaç kilometre ilerideki Lapseki (antik Lampsakos), karşı kıyıdaki Gelibolu’ya geçiş sağlayan feribot iskelesine ev sahipliği yapıyor. Boğaz 60 kilometre uzunlukta fakat Biga Yarımadası’ndaki kıyıları, girinti çıkıntılarıyla 94 kilometre boyunca devam ediyor.
Çanakkale Boğazı’nın 1.2 kilometre ile en dar, en “boğaz” görünümlü yerinde, yarımadanın günümüzdeki merkezi ve en büyük kenti Çanakkale il merkezi kurulmuş. Turizmin hayli geliştiği hareketli kent, karşı kıyıdaki Eceabat ve Kilitbahir’e düzenlenen sık feribot seferleriyle boğazın ikinci geçiş noktası. Tarihsel merkez Troia ise 40 kilometre daha batıda, boğazın Ege çıkışında. Hâlâ devam eden kazılarla ortaya çıkarılan kalıntıları fazla etkileyici olmasa da destansı havasıyla dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin ilgi merkezi. Tabelalar ve rehber kitaplarda Troia’nın yanı sıra Hitit kaynaklarındaki Wilusa adının da kullanılmaya başlaması dikkati çekiyor.
Troia’nın kurulduğu, Kaz Dağları’nın suyunu getiren Kara Menderes’in Boğaz’ın ucundaki deltası yoğun tarıma açılmasına karşın vahşi havasını koruyor. Bu deltada bir tur atmadan Troia’yı yeterince değerlendirmek zor. Troia’ya Kumkale köyü üzerinden gelmeli, ziyaretten sonra Kalafat, Yeniköy, Üvecik, Kumburun üzerinden devam edilmeli. Ezine’ye uğramadan yolcuyu Geyikli’ye ulaştıran bu yol, eski Odun İskelesi’nden Bozcaada’ya feribotla geçiş sağlıyor. Troas’ın Hellenistik devirdeki en zengin ve kalabalık kenti Aleksandria Troas ise biraz daha ileride, kıyıdaki Dalyan köyünde. Roma devrinde de önemini koruyan kentin Bizans döneminin başında Büyük Constantinus tarafından başkent yapılmak istendiği, sonradan tercihin Byzantion lehine kullanıldığı biliniyor. Bununla nasıl bir bağlantısı varsa, burası Osmanlı zamanında “Eski İstanbul” diye anılmaya başlıyor. Yöre halkı hâlâ bu adı kullanıyor ve yakınında “Kestanbol” adını taşıyan ama sonradan Ulubey’e çevrilmiş bir köy bulunuyor.
Aleksandria Troas’tan kalan en önemli eserin Anadolu’da rastlananların en büyüğü olan muazzam bir hamam yapısı olması rastlantı değil. Yöre jeotermal kaynaklar bakımından zengin. Antik kentin yakınındaki yine “Kestanbol” adını taşıyan tarihi kaplıcanın mineralce çok zengin suları 67 derece. Ezine Belediyesi tarafından restore edilerek modern bir tesis haline getirilen Kestanbol Kaplıcası’nın işletmesini üstlenen Abidin Özkaraaslan da yörede inanıldığı gibi kaplıcanın sularını Aleksandria Troas hamamlarıyla özdeşleştiriyor: “Kaplıcanın tarihi milattan öncesine gider. Daha sonra Hz. İsa’nın havarisi Pavlus burada hasta tedavi etmiş. Ölmek üzere olan bir hastayı sağlığına kavuşturmuş. Kanuni döneminde gazilerin kılıç yarası burada tedavi edilirmiş.”
Kestanbol yakınlarındaki Neandria’nın fazla rağbet görmediği yol işaretlerinin kötülüğünden anlaşılıyor. Antik kent, Çığrı Dağı’nın 520 metre yüksekten Bozcaada ve Ege Denizi’ne bakan ıssız ve çıplak tepesinde kurulmuş. Etkileyici manzarası ve ıssızlığının yanı sıra iri taşlarla motifli bir şekilde örülmüş kalın surlarıyla da ziyareti hak ediyor. Kent, sakinleri İÖ 4. yüzyılda aşağıda yeni yapılan Aleksandria Troas’a nakledilerek terk edilmiş. Bu terk edilmişliğin hâlâ hissedildiği kente o günden sonra keçi otlatan çobanlardan başka kimse ayak basmamış gibi.
Troas’ın güneybatı köy yolları, yer yer deniz kıyısına uğrayarak en uçtaki Babakale’ye doğru devam ediyor. Dalyan’dan sonra Kösedere, Tavaklı ve Tuzla üzerinden, Babakale’den önceki son köy Gülpınar müthiş bir sürpriz barındırıyor. Köyün ortasındaki büyük bir alan, Troas’ın önemli kült merkezlerinden Apollon Smintheion kutsal alanını barındırıyor. Üç sütunu dikili durumda olan büyük bir tapınak ve diğer yapılardan meydana gelen kült alanında kazılar 30 yıldır sürüyor. Aynı zamanda bir müze olarak ziyarete açılan alandaki tapınak, restorasyon çalışmalarıyla adeta yeniden inşa ediliyor.
Güneş, ışık ve güzel sanatlar Tanrısı olarak bilinen Apollon’a bu kültte “Farelerin Tanrısı” olarak tapınılıyor. Smintheion, İlyada Destanı’ndan esinlenen kült; istilacı Akha ordusu üzerine farelerle veba salgını gönderen Apollon’un bu yönünü benimsemiş. Müzede sergilenen sütun tamburları ve friz parçaları üzerindeki nefis kabartmalarda Troia Savaşı’nın çeşitli sahneleri tasvir edilmiş.
Biga Yarımadası’nın güneybatı ucu olan Baba Burnu, Anadolu’nun, dolayısıyla Asya kıtasının batıya uzanan en uç noktası. Bu köşeye yerleşmiş Babakale, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı bir balıkçı köyü. Yeni yapılmış gibi görünen Osmanlı kalesi 1723 tarihli. Zeytin ağaçlarıyla kaplı, denize dik yükselen bir kayalığın üzerindeki köy, güneş batarken dönen teknelerle hareketlenen limanı, deniz feneri ve dingin atmosferiyle en uçta bulunmanın hakkını veriyor.
Babakale aynı zamanda Edremit Körfezi’nin başladığı nokta. Biga Yarımadası kıyıları boyunca yapılacak yolculuk bundan sonra körfezin kuzey kıyılarını izleyerek Edremit’te son buluyor. Babakale ve Küçükkuyu arasındaki kıyılar, Midilli’nin çekici siluetiyle karşı karşıya. Burada deniz bir boğaz görünümünde. Küçükkuyu ve Edremit arası ise Kaz Dağları’nın haşmetle yükseldiği kıyılardır.
Babakale’den Küçükkuyu’ya veya Ayvacık’a devam etmek için sarp kıyılar yol vermiyor, bu yüzden tekrar Gülpınar’a dönmek gerekiyor. Buradan doğuya, Assos’un bulunduğu Behramkale’ye giden yol volkanik bir arazide; renkli andezit taşlarıyla yapılmış evlerden oluşan bir dizi köyden geçiyor. Bu köylerin kıvrımlı dağ yollarıyla inilen kıyılarda arazileri var. Son yıllarda tatilciler tarafından keşfedilen kıyılar henüz doğallık ve sükûneti koruyor. Assos-Küçükkuyu arası yakın geçmişte silme zeytin ağacıyla kaplıydı, şimdi ise sonradan açılan anayol etrafında, ıssız Kadırga Koyu dahil çok daha büyük tesisler ve villalar göze çarpıyor.
Babakale yönünden yaklaşırken Korubaşı köyünü geçince Assos antik kenti ile Ayvacık’ın Behramkale köyünün yerleştiği volkan konisi beliriyor. Assos, bir örenyeri olarak zenginliği ve coğrafi konumunun çarpıcılığıyla adeta Troas’ın incisi. Doğudan olan bu bakışla arka planda Edremit Körfezi’nin lacivert suları ve ötesinde Madra Dağı görünüyor. Tepenin üstünde olağanüstü Athena Tapınağı’nın sütunları göze çarpıyor. Antik kent güneye, karşısında Midilli’nin bulunduğu denize inen yamaçlara yerleşmişken bugünkü yerleşim ters yöndeki kuzey yamaçlarda yer alıyor.
Biga Yarımadası’nı ilgiye şayan farklı bir coğrafya haline getiren özelliklerden birisi de Kaz Dağları. Küçükkuyu hizasından itibaren denize dik bir duvar gibi yükselen dağ silsilesi, Karataş zirvesinde 1774 metre rakıma ulaşıyor. Bu, Anadolu’nun diğer dağlarına göre olağanüstü bir yükseklik gibi görünmeyebilir. Ancak bu yüksekliğe deniz kenarından ani bir çıkışla ulaşıldığı hesaba katılırsa dikkate değer olduğu anlaşılır.
Avrupa-Sibirya ve Akdeniz bitki bölgelerinin kesişme noktasında bulunan, vadi ve kanyonlarla derin şekilde yarılmış Kaz Dağları ve yakın çevresi, bu konumu ve bakirliği nedeniyle bitki çeşitliliği açısından çok zengin. Yoğun kızılçam ve karaçam ormanlarıyla kaplı dağda bugüne kadar saptanan 800 bitki türünün 48’i Türkiye’ye, 31’i ise sadece bu alana endemik. Bunların arasında Kazdağı köknarı önde geliyor. Bu dağlar kuş ve memeli türleri açısından da önemli.
Kaz Dağları, doğasının yanı sıra ilham verdiği kültürel değerlerle de öne çıkıyor. İnsanların hayal gücünü kışkırtan, suları bol bu kutsal dağ esas büyüsünü kaynaklık ettiği zengin mitoloji ve söylencelerden alıyor. İlk başta Anadolu’nun otantik Kibele kültüne adanan Kazdağı, antik çağda İda Dağı adıyla Yunan mitolojisinin birçok söylencesine kaynak oluyor. Dağın bu ayrıcalıklı özelliğini günümüzde de geçerli olan çok farklı söylencelerle tekrar etmesi çok ilginç. Her yıl ağustos ayının ikinci yarısında Sarıkız efsanesinin kahramanı Sarıkız’ı anmak için Tahtacı Türkmenleri akın akın dağa çıkıyor; Türbenin bulunduğu ikinci en yüksek zirvenin (1737 metre) altındaki Kartalçimen Yaylası’nda çadır kurup günler boyu törensel ziyaretlerini sürdürüyor.
Ben Sarıkız zirvesine vardığımda ziyaret günleri geride kalmıştı. Türbeyi çevreleyen duvarın taşları arasına sıkıştırılmış, genç kızların dileklerine tanıklık eden rengârenk yemeniler şiddetli rüzgâra karşın henüz yerlerini koruyordu. Zirveyi saran bulutların arasından görünen Edremit Körfezi’nin manzarası nefes kesiciydi.
Milli park statüsüne 1993 yılında kavuşan, ekosistemin doğal seyrine bırakıldığı Kazdağı’na giriş son yıllarda yapılan düzenlemelerle kontrol altına alındı. Artık dağlara ancak “alan kılavuzu” eşliğinde ve ücret ödeyerek çıkılabiliyor.
Yarımadanın iç kesimleri de oldukça engebeli. Kazdağı’ndan doğan çok sayıda akarsuyun aşağı havzalarında, dar olsa da tarıma elverişli ovalar var. Bayramiç, Ezine ve Ayvacık yörenin önemli tarımsal yerleşimleri. Buralarda geniş çapta hayvancılık da yapılıyor.
Ayvacık aynı zamanda doğal boyalara dayanan yüzlerce yıllık geleneksel halıcılığın uzun süre unutulduktan sonra yeniden hatırlandığı yer. Bu canlanma, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin 1982 tarihli DOBAG (Doğal Boya Araştırma Geliştirme) projesi ile hayata geçti. Dünyaca ünlü Türk halıları, 20. yüzyıl ile başlayan kimyasal boya döneminde piyasadaki yerini kaybetmişti. Bunun üzerine çözümü kökboyalarına dönüşte gören üniversite (o zamanki adıyla Devlet Tatbiki Sanatlar Yüksek Okulu-Tekstil Bölümü), söz konusu projeyi hazırladı.
Uygulama için Manisa-Yuntdağı ile Çanakkale-Ayvacık yöreleri seçildi. Buralardaki köylerde dünya piyasaları için halı üretmek üzere kooperatifler kuruldu ve dokumacılara atalarının kullandığı boyama teknikleri tekrar öğretildi. Eğitimi veren kişi ise Alman doğal boya uzmanı Dr. Harald Boehmer idi.
Ayvacık’a bağlı Süleymanköy’de, usta dokumacılarla sohbet ediyorum. Saf yünden elde eğirilmiş iplikleri avluya dizilmiş, suların kaynadığı geniş kazanlarda boyamaya hazırlanıyorlar. Tencerelere konmuş, kaynatılmaya hazır bitkileri göstererek “Muhabbetçiçeğinden yeşil yapıyoruz, papatyadan sarı” diye izahat veriyor Şerife Ergün. Yanındaki Nezire Dönmez, elinde yamru yumru bir bitki kökü tutuyor. “Bak bu kök. Kırmızıyı yapan da bu. Şaşılacak şey değil mi?” “Evet” diye cevap veriyorum, “gerçekten şaşılacak şey”. Sonra maviyi anlatıyorlar:“Hindigonun malzemesi dışarıdan gelir. Yine doğaldır. Toz olarak gelir bize.” Siyah ise “çalı kobağı”ndan çıkıyor. Unutulmayan tek doğal boya da siyah; çünkü anneleri onunla ferace yaparlarmış.
Projenin yöneticisi Prof. Şerife Atlıhan, boyanın yanı sıra desenlerde de öze dönüşün önemli olduğunu vurguluyor: “Piyasada yerini bulması için kendine özgü karakteri olması lazım. Ayvacık halısı diyorsanız hem teknik hem renk hem desen bakımından orijinal olmalı. Desenlerin de geleneksel olarak devamını sağlamak için tüccarların getirdiği, dışarıdan karıştırılmış desenleri ayıkladık. Her halıya “yöresel desenlidir”, “elde eğirme yünden yapılmıştır” ve “kökboyalıdır” diye üniversite imzası altında deri etiket iliştiriyoruz ve dokuyanın bir resmini halıyla beraber gönderiyoruz.”
Biga Yarımadası kıtaları birleştiren boğazı, mistik Kaz Dağları, kentleri, köyleri, gelenekleri, ürünleri, kültür zenginliği ve daha birçok değerleriyle Türkiye’nin en dikkate değer köşelerinden biri. Dünyanın en etkili ve iyi bilinen edebi eserlerinden birinin, Homeros destanlarının coğrafyası olması, antik Troas’tan kalan mirası yörenin imajına önemli bir tarihsel boyut da katıyor. Dünle bugünü, gerçekle söylenceyi bir araya getiriyor Biga Yarımadası. Anadolu’nun, hatta tüm Asya’nın en batı noktası, kendinden emin ve ağırbaşlı, denize uzanıyor…
ATLAS KASIM 2013 / SAYI 248
Foto Galeri