Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Belgrad Ormanı’na Sadakat

Belgrad Ormanı’na Sadakat

Ayşegül Parlayan Özalp

En eski çağlardan beri insan topluluklarına kucak açtı. İmparatorlukların başkenti, uygarlıkların kalbi İstanbul’a hayat verdi. İmparatorların ve sultanların dokunulmaz kılarak koruyup gözettiği yemyeşil bir deniz gibiydi. Barındırdığı bitki ve hayvan zenginliğiyle, zümrüt tepelerin arasında asılı gümüş şeritleri andıran kemerleri ve bentleriyle eşsiz bir ormandı. Yeni yerleşim alanlarının açılması ve içinden geçen otoyol inşaatı Belgrad Ormanı’nı yok olma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

Yazı: Simay Kırca-Alper Hüseyin Çolak Fotoğraf: Turgut Tarhan

Belgrad Ormanı tanıtılırken, kısaca ormanın yüzlerce yıl gerilerden günümüze kadar ulaşabilmiş paha biçilemez mimari eserlere yaklaşık 400 bitki, 169 kuş, 56 kelebek ve yüzlerce mantar türü ile birçok memeli hayvan, sürüngen ve amfibiye “ev sahipliği” yaptığından bahsedilebilir. Peki, Belgrad Ormanı nasıl bir “ev sahibi”dir? Orman, yüzlerce yıl boyunca tüm bu doğal ve kültürel değerlere iyi bir ev sahipliği yapabilmiş midir? Bu sorunun cevabı, tarihöncesi dönemlerden başlayarak günümüze kadar geçen sürece dikkatlice bakılarak bulunabilir.

Yapılan arkeolojik araştırmalar, Belgrad Ormanı’nın bulunduğu bölgenin, Mezolitik dönemden itibaren çeşitli insan toplulukları için bir cazibe merkezi olduğuna işaret ediyor. O zamanlar adeta bir ağaç denizini andıran orman, bu ilksel topluluklara barınma ve avlanmaları için cömertçe kucak açmıştır. Daha yakın zamanlarda, Bizans İmparatorluğu döneminde ormanın büyük bir önem kazandığı görülüyor. Öyle ki, Belgrad Ormanı ilk olarak bu dönemde, yüzyıllar boyunca kesintisiz olarak sürdüreceği şehre içme suyu sağlama işlevine kavuştu. Ormanın, şehrin can damarlarından biri olduğunun anlaşılmasıyla Belgrad Ormanı’ndan İstanbul’a kadar günümüzde hâlâ dimdik ayakta duran Bozdoğan Kemeri (Valens Kemeri) gibi pek çok su yapısı inşa edildi. Ancak burada hayranlık uyandıran asıl konu, ormanın kaliteli su üretimi bilinciyle İS 5. yüzyıldan itibaren sıkı koruma altına alınmış olmasıdır. 19. yüzyılın ilk yarısında İstanbul’u ziyaret eden İrlandalı din adamı Robert Walsh’a göre, Bizans imparatorları bu konuyla bizzat ilgilenmişlerdir. Örneğin 404 yılında yürürlüğe giren bir emirde, çalınan her 28,3 gram su için 453,5 gram altın ceza ödenmesi buyurulmuştur!

Ortaçağ boyunca, İstanbul’a yapılan Haçlı seferlerinin de büyük etkisiyle, söz konusu su yapıları büyük oranda tahrip olmuş, şehrin içindeki veya yakın çevresindeki sarnıçların kullanılması zorunlu bir hal almış ve orman eski önemini yitirmişti. Ancak İstanbul’un fethinin ardından, şehir bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olduğunda, sarnıçlarda depolanan suyun içme suyu olarak kullanımının sağlıksız bulunmasıyla suyollarının yeniden inşa edilmesi gündeme geldi. Su, Osmanlı döneminde yalnızca gündelik bir ihtiyaç olarak görülmemiş, aynı zamanda dinin gereklerinin yerine getirilmesinde en önemli unsurlardan biri olarak da kabul edilmişti. Su, hayat veren en temel kaynaktır ve bunun bilincinde olan Osmanlı imparatorları da kent halkının hayır dualarını alabilmek adına, başta kaynağı Belgrad Ormanı’nda olmak üzere çeşitli suyolları inşa ettirmişlerdi. Nitekim, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Mimar Sinan tarafından inşa edilen ve “İstanbul şehrine hayat veren”, “gökyüzüne yükselen kemerlerin” yapıldığı, “zümrüt gibi tepelerin ortasında asılı kalmış gümüş bir şerit” olarak görünen ve Belgrad Ormanı’ndan Edirnekapı’ya kadar uzanan Kırkçeşme Suyolu’nun kemerleri bunun en güzel örneklerindendir.

Mimar Sinan, imza attığı eserlerin yapılış süreçlerini anlattığı ve Nakkaş Sâi Mustafa Çelebi tarafından kaleme alınan “Tezkiretül Bünyan” adlı eserde, Kırkçeşme Suyolu’nun yapılışını da detaylı olarak anlatmıştır. Bu eserde, yapım sürecine ilişkin çok ilginç detaylara yer verilmesinin yanı sıra, Kanuni Sultan Süleyman’nın bu inşa çalışmalarından dolayı duyduğu heyecan ve coşku da çok hoş bir şekilde tasvir edilmiştir. Hatta Mimar Sinan bu eserde, devletin önde gelenlerinin Belgrad Ormanı’ndan şehre su getirilmesinin bir hayal olduğu ve buradaki su kaynaklarının yetersiz olduğu yönündeki eleştrilerinin padişahı endişelendirdiğini belirtip; padişahın atıyla Belgrad Ormanı’na giderek burada çalışan Mimar Sinan ve işçilere adeta baskın yaptığını, suyun miktarını ve inşa çalışmalarını denetlediğini de anlatır.

Belgrad Ormanı, sadece tarihi ve mimari eserlere değil, zengin bir doğal çeşitliliğe kucak açıyor. Orman yaklaşık 400 bitki, 169 kuş, 56 kelebek ve yüzlerce mantar türü ile birçok memeli hayvan, sürüngen ve amfibiye ev sahipliği yapıyor. Kayın, gürgen, kestane, kızılağaç, titrekkavak, ıhlamur, akçaağaç, karaağaç, karaçam, sarıçam, fıstıkçamı, sahil çamı, dişbudak, ladin, sedir ve meşe ağaç türlerinden sadece bazıları. Kirazlıbent Göleti çevresini sapsız meşe ağaçları kuşatıyor.

Belgrad Ormanı, sadece tarihi ve mimari eserlere değil, zengin bir doğal çeşitliliğe kucak açıyor. Orman yaklaşık 400 bitki, 169 kuş, 56 kelebek ve yüzlerce mantar türü ile birçok memeli hayvan, sürüngen ve amfibiye ev sahipliği yapıyor. Kayın, gürgen, kestane, kızılağaç, titrekkavak, ıhlamur, akçaağaç, karaağaç, karaçam, sarıçam, fıstıkçamı, sahil çamı, dişbudak, ladin, sedir ve meşe ağaç türlerinden sadece bazıları. Kirazlıbent Göleti çevresini sapsız meşe ağaçları kuşatıyor.

Karşılaştığı manzara Sultan Süleyman’ı memnun kılar; bütün endişelerinden arınır. İnşaat çalışmalarının devamında da ormana ziyaretlerde bulunur, inşaat sürecini ve Bizans döneminden kalma yapıların ortaya çıkarılmasını büyük bir merakla ve hayranlıkla izler. İşte bu dönemden itibaren, kaynağı Belgrad Ormanı olan Kırkçeşme Suyolu ve 18. yüzyılın ortalarına doğru inşa edilmeye başlanan ve 19. yüzyılın sonlarına doğru son halini alan Taksim Suyolu, babadan oğula aktarılan bir miras gibi değerlendirildi ve adeta bir devlet meselesi olarak ele alınarak korunmalarına büyük önem verildi.

Belgrad Ormanı adını, Sultan Süleyman’ın 1521 yılında Belgrad Seferi dönüşünde beraberinde getirdiği Sırp savaş esirlerinin yerleştirilmesi nedeniyle “Belgrad” denilen köyden aldı. Orman içerisindeki köyler de “su karyesi”, yani suyollarının bakım ve onarımından sorumlu kılındı. Böylece orman, doğal ve kültürel peyzajların mozaik oluşturduğu bir ortama dönüştü. Öte yandan daha 16. yüzyılda, kaliteli su üretiminin, tüm kirletici faktörlerin önlendiği etkin bir doğa koruma politikasıyla doğrudan ilişkili olduğunun bilincine varmış olan Osmanlı padişahlarının neredeyse tamamı, Belgrad Ormanı’nı şehre hayat veren temel unsurlardan biri olarak kabul etti ve ormanın bütünlüğünün korunması için fermanlar verdiler. Suyollarının ve dolayısıyla ormanın korunmasından sorumlu olan “Su Nezareti”ne de bu kapsamda önemli görevler düşmüştü. Örneğin Sultan II. Selim’in 1570 tarihli fermanında suyolları etrafında yaklaşık beşer metre bırakılması ve buralara ahır, dükkân, vb. yapılar inşa eden veya ağaç dikerek suyoluna zarar veren kişilerin bildirilmesi emredilmişti (Mühimme defteri, nr. 14-1, s. 564, hüküm 796). Bununla ilgili en çarpıcı örneklerden bir diğeri ise I. Mahmud’un, su nâzırının Kırkçeşme Suyolu’nun ızgara ve havuzları çevresindeki ormanlardan ve su havzasından ağaç kesildiğini bildirmesi üzerine verdiği yanıttır.

Bu belgeye göre hem I. Mahmud, hem de babası II. Mustafa döneminde Belgrad Ormanı’ndan ağaç kesilmesi, kütük çıkarılması ve hatta bir dal bile kesilmesi durumunda, bunu yapan kişilerin atlarının semerlerinin ve arabalarının parçalanması ve kendilerinin de “hakkından gelinmesi” yönünde emir verilmiştir. Ancak bu emre rağmen bu işe kalkışanların, I. Mahmud’un emriyle doğrudan Divân-ı Hümayûn’a gönderilmeleri, kestikleri odunları taşımak için kullandıkları tüm araçlara devlet adına el konulması ve taş gemisinde müebbet kürek cezasına çarptırılmaları uygun görülmüştür. Üstelik korucular arasından da rüşvet alıp bu işe göz yuman olduğu belirlenirse, onun da aynı cezaya çarptırılması emredilmiştir. I. Mahmud 1733 yılında verdiği bu emirde, ormana her ne nedenle olursa olsun zarar verilmemesi konusundaki hassasiyetini, “Büyük atalarımın vakıflarına bu şekilde zarar verildiğine asla rızam yoktur” ifadesiyle net bir şekilde dile getirmiştir (BOA.CEVDET BELEDİYE, NO: 5533). Dolayısıyla Belgrad Ormanı’nın, nesilden nesile aktarılan eşsiz bir orman olduğu düşüncesi adeta bir genetik kod gibi Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemlerinde dahi canlılığını korumuş ve şartlar ne kadar zor olursa olsun ormana gereken özen gösterilmeye çalışılmıştır.

Belgrad Ormanı’nda özellikle su havzalarının bu şekilde sıkı koruma altında olması ve ormana zarar veren kişilerin Osmanlı arşivi belgelerinde de belirtildiği gibi çok ağır cezalara çarptırılmaları, birçok yabancı ziyaretçinin de dikkatini çekmiştir. Örneğin Amerikan donanmasında vaiz olarak görevli olan Walter Colton, bu durumu “Bir bende zarar vermek, ağaçlardan birini yaralamak veya bendlerden su almak bir adam için ölüm demektir” şeklinde ifade etmiştir. İngiliz edebiyatçı ve tarihçi Miss Julia Pardoe da oldukça kalabalık bir nüfusun su ihtiyacını karşılayan suyollarına nasıl özenle ve büyük bir beceriyle bakıldığını anlatırken, sukemerlerinin “vahşi” olarak tanımladığı Belgrad Ormanı peyzajına “asil” bir karakter kazandırdığına da değinmiştir. İstanbul’u ziyaret eden birçok yabancı seyyah ve bilimadamı veya burada görevli olan sefirler ve üst düzey yöneticilerin birçoğunun yolu da Belgrad Ormanı’na düşmüştür.

Avusturyalı tarihçi, diplomat ve doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer, burayı bir “def-i gam” semti, yani tüm sıkıntıların uçup gittiği bir yer olarak tanımlamıştır. 19. yüzyılın önde gelen jeologlarından biri olan Pierre de Tchihatcheff, Boğaz’ın Avrupa yakasında önemli sayılabilecek tek ormanlık kütlenin Belgrad Ormanı olduğunu belirtmiş ve su kaynaklarının da burada olması nedeniyle, buranın İstanbul için kutsal olduğunu vurgulamıştır. Nitekim 16. yüzyıldan itibaren yapılan İstanbul ve Boğaziçi haritaları incelendiğinde, Belgrad Ormanı’nın Boğaziçi peyzajının en önemli parçalarından biri olarak benimsendiği net olarak görülür. Bu haritalarda genellikle yalnızca sahilde bulunan semtlere ve ana merkezlere yer verilmesine rağmen, Belgrad Ormanı içindeki Belgrad köyü ve Bahçeköy’ün özellikle belirtilmesi, bu bölgeye ne kadar önem verildiğinin açık bir işaretidir. Ancak Belgrad Ormanı’ndaki bu köylerin atıklarının ve küçük çaplı da olsa tarım ve hayvancılık faaliyetlerinin, zamanla su kaynaklarını kirlettiği ve şehirde salgın hastalıkların artmasına neden olduğu anlaşılınca, başta Belgrad köyü olmak üzere diğer köyler ve Bahçeköy’ün bir kısmı 1894 yılından itibaren boşaltıldı.
Yüzyıllardır süren gelenek Cumhuriyetin ilanından sonra da bozulmadı ve ormanın su üretimi fonksiyonunun yanı sıra, Orman Mektebi Âlisi’nin eğitim ve uygulama ormanı olarak sıkı bir şekilde korunması sürdürüldü. Bu yıllarda, dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasının olduğu 12 Kasım 1924 tarihli bir kararname ile muhafaza teşkilatı takviye edilen orman, imar edilmek amacıyla Orman Mektebi Âlisi’ne bırakıldı. Hatta kararnamede, “ormana dışarıdan kimsenin sokulmaması” ibaresi de yer alıyordu. Aslında bu karar, henüz yeni kurulmuş olan ve savaş yıllarının ağır yaralarını sarmaya çalışan Türkiye’de, Belgrad Ormanı’na ve ormanların bilimsel yöntemler ışığında işletilmesi ve korunmasında görev alacak orman mühendislerinin yetiştirilmesi açısından oynadığı rol nedeniyle büyük değer verildiğini gösteriyordu. Ülkedeki onca sosyal, fiziksel ve ekonomik sorunla mücadele edilirken, bir yandan doğaya ilişkin problemlerin gözardı edilmemesi ve parasal kaynakların son derece kıt olduğu bu dönemde büyük bir ileri görüşlülük gösterilerek geleceğe yönelik bu tip adımların atılması adeta mucizevi bir olaydır.

Belgrad Ormanı, 1953 yılında “Muhafaza Ormanı” olarak ilan edilmiş ve böylece yüzyıllardır sürdürülen koruma geleneği devam ettirilmiştir. 1956 yılında ise orman rekreasyonel faaliyetlere açılmıştır. Oysa Belgrad Ormanı’nı “İstanbul için kutsal sayan” jeolog Tchihatcheff’e göre Belgrad Ormanı’nın güzelliği, ormanı güzelleştirmeye ve sınırlamaya yönelik herhangi bir düzenlemenin olmamasından ileri gelmektedir. Bu düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir: “Belgrad Ormanı’nın rakipleri karşısında, özellikle manzara ressamı gözüyle, sahip olduğu bir diğer avantaj, hiçbir çevre duvarı, hiçbir hizalama çabası, doğanın yapıtlarını denetlemeye ya da güzelleştirmeye yönelen ve bu arada bu yapıtların kendi şiirselliklerinin görünür düzensizliğini bozan hiçbir yapay düzenleme bulunmamasıdır.” Oysa günümüzde Belgrad Ormanı, günden güne hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan yerleşim alanları ve altyapı tesisleriyle çevrelenerek, adeta beton denizinin ortasında bir ada olma yönünde ilerlemektedir. Öte yandan, ormandaki rekreasyonel faaliyetlerin, tarihi bendler gibi muhteşem güzellikteki mimari yapıların hemen yanı başında gerçekleştirilmesi, bu eserlerin görsel ve tarihi gücünün zayıflamasına neden olmaktadır. Nitekim Belgrad Ormanı’nın bu doğal ve tarihi değerlerden oluşan eşsiz karakterinin ön plana çıkartılması, ormanın daha çok bir piknik alanı olarak değerlendirilmesi yerine, “UNESCO Dünya Mirası Listesi”ne (UNESCO World Heritage List) hem doğal hem de kültürel bir miras olarak girmesiyle gerçekleştirilebilecektir. Böylece başta İstanbul halkı olmak üzere birçok ziyaretçi, Belgrad Ormanı’nda yapacakları bir gezintiden tarifsiz bir zevk alacaktır.

Yukarıda bahsedilen olaylar, yüzyıllardır sürmekte olan bir döngünün çok kısa bir özetidir aslında. Belgrad Ormanı, tüm bu özellikleriyle, omuzlarında taşıdığı ağır “ev sahibi” olma sorumluluğunu kusursuz bir şekilde yerine getirmiştir. Adeta yüce gönüllü bir baba gibi, İstanbul halkına ve ormanda yaşayan veya ormanı bir süreliğine ziyaret eden tüm canlı türlerine kol kanat gerdiği için, başta imparatorlar ve padişahlar olmak üzere tarih boyunca neredeyse tüm yönetciler ormana minnettar olmuştur. Bu nedenle sosyal ve ekonomik koşullar ne kadar ağır olursa olsun, ormanın doğal dokusuna zarar verecek bir girişimde bulunmak akıllarından dahi geçmemiştir. Nitekim Osmanlı döneminde hem sarayın, hem de halkın odun ihtiyacı büyük oranda Anadolu’dan karşılanmış, fakat şehrin yanı başındaki bu ormandan bir dal dahi çıkartılması düşünülmemiştir.

Belgrad Ormanı’nın tarihi devirlerde kazanmış olduğu önem zamanla kaybolmak şöyle dursun, hatta gün geçtikçe artmaktadır. Bu, sadece or­man içerisinde bulunan su yapılarından ileri gelmemektedir. Nasıl ki bü­yük şehirlerin, örneğin Viyana’nın “Wienerwald”, Berlin’in “Grünwald”, Paris’­in “Boulogne” ormanları varsa, İstanbul’un da ileride bu kimliği alabilecek yalnızca “Belgrad Ormanı” kalmıştır. Bu ormanın ev sahipliği yaptığı ve tarihöncesi dönemlerden günümüze kadar yaşamış toplumlardan bizlere miras kalan bu eşsiz doğa ve kültür mozaiğinin daha yüzyıllar boyunca varlığını sürdürebilmesi, bizlerin omuzlarındaki tarihsel bir sorumluluktur.

PROF. DR. ALPER HÜSEYİN ÇOLAK, ARAŞTIRMA GÖREVLİSİ SİMAY KIRCA, İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ, ORMAN FAKÜLTESİ

ATLAS KASIM 2013/SAYI:248

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap