İkinci Dünya Savaşı’nda neredeyse tamamen yıkıldı Dresden. Ama Almanların o ünlü titizlikleri sayesinde küllerinden doğdu; bu kültür hazinesi aslına uygun olarak yeniden inşa edildi. Zarif kuleleri, tarihi köprüleri şimdi yine Elbe Nehri’nin sularına yansıyor; Semper Operası’nda klasik müziğin başyapıtları yankılanıyor.
Yazı: Serhan Bali / Fotoğraflar: Sinan Çakmak
Çok gezen bir klasik müzik yazarı olarak benim Dresden’im öncelikle bir “müzik şehri”dir. Biliyorum, Almanya’nın müzik şehri Leipzig’dir ve hakikaten bu tanımlamayı sonuna kadar hak eder. Ama ondan trenle bir saat uzaklıktaki Dresden de yüzyıllar boyu en az komşusu kadar müzik sanatıyla yoğrulmuş, sakinleri müzikle soluk alıp veren bir şehir olagelmiştir. Dresden’i 2008 yılı baharında ilk ziyaret ettiğimde şehrin gıpta edilesi müzik geleneğinin simgeleştiği Semper Operası’nın (Semperoper) bir temsilini, ertesi gün de dünyaca ünlü Dresden Devlet Orkestrası’nın (Staatskapelle Dresden) bir konserini izlemiştim. Dresden’e yaptığım sonraki ziyaretlerde de şehrin prestijli klasik müzik festivalinde çeşitli konserler izlemenin mutluluğunu tatmıştım. Dresden her defasında tarihi bir fonda benzersiz sanat etkinlikleriyle karşılamıştı beni…
Almanya’nın karizmatik şehri Dresden’in her geçen gün daha fazla ilgi çeken bir yer haline gelmesinin birkaç nedeni var. Burası geçmişte Saksonya Krallığı’nın merkezi olmasından dolayı görkemli bir tarihi ve kültürel mirasa sahip. “Güçlü” lakabıyla anılan Kral Augustus, elindeki muazzam servetle Dresden’i etkileyici resmi ve dinsel yapılarla donatıp sanat objelerine çılgın yatırımlar yapmıştı. Kuzey Denizi’ne ilerleyen Elbe Nehri’nin dirsek yaptığı bir coğrafyada kurulu Eski Şehir bölümü, Neustadt denen Yeni Şehir tarafından dünyanın en etkileyici manzaralarından birini sergiliyor şimdi. Frauenkirche, Hofkirche, Brühl Terası (öteki adıyla Avrupa’nın Balkonu), Kraliyet Sarayı, Semper Operası ve kumtaşından yapılmış daha nice tarihi yapı yan yana diziliyor. Bu manzara bana hep Karaköy’den bakıldığında Topkapı Sarayı’ndan Süleymaniye Camii’ne uzanan yapılar silsilesini anımsatıyor…
Dresden semalarının yoğun bir merak bulutuyla kaplı olmasının bir sebebi de İkinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde yerle bir edilen şehrin hâlâ devam eden yeniden inşası. Dresden’in Eski Şehir kısmı, 1945 yılının 13-15 Şubat günlerinde Amerika ve İngilizlere ait 1249 savaş uçağının katıldığı dört ayrı hava saldırısına maruz kaldı. Şehir, yağmur gibi yağan tahrip gücü yüksek 3 bin 900 ton bombanın yol açtığı yıkım ve yangın sonucu dümdüz oldu. Dresden o korkunç üç gün içinde 25 bine yakın sakinini kaybetti. Her ne kadar Amerikan raporları Dresden’in Nazi Almanya’sı için taşıdığı önemden dolayı bombardımanın gerekli olduğunu savunmuşsa da şehrin tarihi ve kültürel simgelerinin tahrip edilmesinin gereksizliği üzerinde çokça duruldu; Dresden bombardımanı, İkinci Dünya Savaşı’nın en tartışmalı sayfaları arasında yer aldı.
Saksonya’nın gözbebeği bu kez 23 Mayıs-10 Haziran 2014 tarihlerindeki Dresden Müzik Festivali vesilesiyle ağırladı beni. İlk akşam, şehri sık ziyaret etmeme rağmen o güne değin içini göremediğim Palais im Grossen Garten, yani Büyük Bahçe İçindeki Saray’da oda müziği konserini izledik. Sarayın bulunduğu Dresden’in en büyük parkı 1683 yılında barok üslupta yapılmış. Parkın tam ortasındaki etkileyici saray ise Güçlü Augustus’un babası John George için yazlık saray niyetine inşa edilmiş. Dresden’in ilk barok dönem binası olan sarayın ana salonu, ilginçtir ki hâlâ restorasyon bekliyor. Tavanlarıyla duvarlarından çirkin sac borularla kabloların geçtiği salonun bu halinin yabani bir güzelliğe sahip olduğunu söylemeliyim. Yazlık sarayın beni asıl şaşırtan sürprizi ise bodrum katında teşhir edilen çok sayıdaki kumtaşı heykeldi. Aralarında, 18’inci yüzyıl ilk yarısına ait bir tanesi sarığı, palabıyığı ve elindeki baltasıyla Türkleri temsil ediyordu.
Park ve saray, Dresden’in içinden geçen Elbe Nehri’nin güneyinde; Eski Şehir, yani Altstadt bölümünde yer alıyor. Nehrin hemen karşısında ise Yeni Şehir, Neustadt bulunuyor. Neustadt bölgesinde günlük yaşam daha renkli ve canlı. Bir ayağı Altstadt’ın kalbi olan Tiyatro Meydanı’na uzanan tarihi Augustus Köprüsü, öbür ayağını Neustadt’a uzatıyor ve iki tarafı birleştiriyor. Neustadt, manzarası ve sakinleriyle bambaşka bir Dresden seriyor önünüze. Dresden’in sadece bir tarih, kültür ve sanat şehri olmadığını, buranın aynı zamanda Almanya’nın en önemli eğitim, bilim, teknoloji merkezlerinden biri olduğunu görüyorsunuz. Adı Yeni Şehir olsa bile burası da tarihi bir atmosfere sahip ve kafeleri, restoranları, bohem havasıyla ziyaretçilerini etkiliyor. Bölgenin girişinde de 1694 ve 1733 tarihleri arasında hüküm süren ve Dresden’e damgasını vuran Augustus’un yaldızla kaplı heybetli bir heykeli bulunuyor.
Mert Süngü, Neustadt’ta oturan genç bir opera sanatçısı. Türkiye’de aldığı eğitimin ardından iki yıl önce Semper Operası’nın şancıları arasına katılmış. Süngü, mimarinin yanı sıra şehrin her yanını saran yeşil örtüyle bir arada yaşamanın da kendisini mutlu ve huzurlu kıldığını söylüyor: “Dresden yılın neredeyse her ayı görkemli etkinlikler tertip edilen hareketli bir şehir. Zengin sanat alternatifleri dışında çeşitli eğlenceler de Dresdenlileri sık sık bir araya getiriyor. Dresdenliler huzurlu, sakin ve iyimser tabiatta insanlar.” Süngü, şehrin hoşlanmadığı yanlarını da “kaos eksikliği ve dengesiz hava durumu” şeklinde açıklıyor.
Festival kapsamında Büyük Alman besteci Richard Strauss’un “Feuersnot” (Ateş Kıtlığı) adlı satirik operası, Dresden Kraliyet Sarayı’nın (Rezidenzschloss) avlusunda sahnelendi. Bu görkemli saray 1547-1918 yılları arasında Wettin sülalesinden gelen elektör ve krallara ev sahipliği yapmıştı. Restorasyonu, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra hızlandırıldı ve 2013’te tamamlandı. Sarayın Augustus Caddesi’ne bakan dış duvarını süsleyen 102 metre uzunluğundaki Fürstenzug (Şehzadeler Alayı) sıra dışı bir sanat eseri. Wettin sülalesinden gelen 35 hükümdarı atları üstünde resmeden bu duvar panosu için 1907 yılında yaklaşık 24 bin Meissen porseleni kullanılmış. Bu duvar, 1945 Şubat’ında harabeye dönen şehirde bombalardan en az zararla kurtulan tarihi yapıydı. Dresden Kraliyet Sarayı ayrıca günümüzde Türkiye dışında en fazla Osmanlı dönemi eşyasının sergilendiği Türk Odası’na da (Türkische Kammer) ev sahipliği yapıyor. Hazineye 1730 yılında katılan, altı metre yüksekliğinde ve 20 metre uzunluğundaki otağ-ı hümayun Türk Odası’nın ilgi odağı.
Gezimin ikinci günü sabah erken saatlerde şehrin bir başka mimari anıtı Pillnitz Sarayı’na gitmek üzere Elbe’nin güney kıyısı boyunca uzanan Brühl Terası’nın altındaki vapur iskelesindeydim. “Leipzig” adlı tarihi buharlı vapurla yaptığımız yolculuk sırasında altından geçtiğimiz hayli çirkin köprü, “Dresden Elbe Vadisi”nin 2009’da UNESCO Dünya Mirası Listesi’nden çıkartılmasına sebep olmuştu. Ona vapurdan bakarken Haliç’in üzerine kondurulan metro geçişi köprüsünü düşünüp belli belirsiz yutkundum…
Kral Güçlü Augustus, Pillnitz Sarayı’nı 1717 yılında, özellikle kıvrık uçlu çatılarında kendini ele veren Çin sanatının yoğun etkilerini taşıyan bir zevki safa sarayı olsun diye yaptırmış. Bizim buharlı vapurla aştığımız su yolunu da favori taşıma aracı gondolla kat ederek varırmış yazlık sarayına. Buranın arka bahçesinde Dresden’in 700 yıllık dünyaca ünlü erkek çocuklar korosu Kreuzchor’u dinledik. Bu saraya gelmeden önce Hosterwitz’de, Alman operasının mucidi sayılan Carl Maria von Weber’in 1818-24 yılları arasında yaşayıp en ünlü operası Der Freischütz’ün bir kısmını bestelediği ev de ziyaret edilebilir.
Bir başka akşam günümüzün fenomen org icracısı Cameron Carpenter’ın resitalini izledim. Bach’ın, Mozart’ın Dresden’i ziyaret ettiklerinde çaldıkları orglara birkaç yüz metre mesafede Carpenter’ı dinlemek heyecan vericiydi. Bu bina ayrıca İkinci Dünya Savaşı sırasında askerliğini yaparken Almanlar tarafından esir alınan Amerikalı yazar Kurt Vonnegut’a ev sahipliği yapmıştı. Vonnegut bu binanın mahzenine hapsedildiği günlerde Dresden bombardımanına da şahitlik etmişti. Alman gardiyanların o yıllarda “Mezbaha No: 5” diye adlandırdığı bina bugün “Eski Mezbaha” (Alter Schlachthof) olarak adlandırılıyor ve çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Vonnegut bu trajik deneyimden yola çıkarak yazdığı Mezbaha No: 5 adlı ünlü romanında, taş üstünde taşın kalmadığı Dresden’in o günkü halini ayın yüzeyine benzetmişti.
Dresden’in müzik mabedi Semper Operası da yıkımdan nasibini almıştı. Festival kapsamında komşu şehrin ünlü orkestrası Leipzig Gewandhaus’a ev sahipliği yapan bina, 1945 yılında harabeye dönmesinin ardından 1970-85 yılları arasında yürütülen hassas bir restorasyonla eski görkemini yakalayabildi. Tiyatro Meydanı’na haşmetle bakan Semperoper, Mimarı Gottfried Semper’in ismiyle anılan etkileyici bir başyapıt. Semper, bu opera binasında üç eseri prömiyer yapan besteci dostu Richard Wagner’le birlikte Dresden’de patlayıp kanlı biçimde bastırılan Mayıs 1849 Ayaklanması sırasında barikatlarda savaşmış bir devrimci aynı zamanda. Bina, aynı adı taşıyan prestijli opera kurumunun yanı sıra dünyanın en eski orkestralarından biri olmakla övünen (kuruluş yılı 1548) Staatskapelle Dresden’e de ev sahipliği yapıyor. Kapılarını 1878 yılında açan Semperoper, Almanya’nın Neo-Rönesans üsluba sahip ilk önemli yapılarından biri.
Gezimin son akşamı Zümrüdüanka kuşuna, yani “Frauenkirche”ye davetliydim. Şehrin dinsel olduğu kadar sanatsal mabetlerinden biri olan bu kilisede Daniele Gatti yönetimindeki Mahler Oda Orkestrası’nı dinledik. Neumarkt (Yeni Pazar) meydanına kurulu Frauenkirche, Güçlü Augustus tarafından, marangoz ustası George Bähr’e, Venedik’teki Santa Maria Kilisesi’ni örnek alan bir tasarım yapması şartıyla 1743’te yaptırıldı. Nice savaş ve ayaklanmayı zarar görmeden atlatan Frauenkirche, Dresden semalarını 200 yıl süsledikten sonra 1945 bombardımanında maalesef yerle bir oldu. Muhteşem yapıdan geriye binlerce taş yığını ve iki adet duvar kalabildi. Doğu Almanya’nın ayağa kaldırmaya yanaşmadığı Frauenkirche, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra dünya çapında sürdürülen “Dresden Yardıma Çağırıyor” sloganlı kampanya ve özellikle İngilizlerle Amerikalıların yaptığı cömert bağışlar sayesinde toplanan 250 milyon Alman Markı ile uzun yıllar sürecek bir restorasyona girdi.
Frauenkirche enkaz alanından toplandı. Geride kalan taşlar, Almanların bu konudaki sicili göz önüne alındığında bile akıl almaz gibi gözüken bir titizlikle tek tek kataloglanarak meydandaki raflara dizildi ve kilise 1994-2005 yılları arasındaki çalışmalarla yeniden göğe yükseldi. Şimdi Frauenkirche’nin tek eksiği Bach’ın bir zamanlar gelip çaldığı, ünlü usta Gottfried Silbermann’ın imzasını taşıyan muhteşem orgu. Önümüzdeki yıl küllerinden semaya yeniden yükselişinin onuncu yılı kutlanacak. Yapının klasik desenlerle süslü, pastel renklere bulanan iç mekânı, bir kiliseden çok kocaman bir meyveli pastayı andırıyor. Pencerelerin renkli vitraylarla değil, şeffaf camlarla bezeli olması iç mekânı aydınlık kılıyor. Frauenkirche, Dresden’in en önemli Protestan mabedi olmasının yanı sıra 1500 kişilik oturma kapasitesi ve hiç de fena olmayan akustiğiyle şehrin en önemli konser mekânlarından biri. Yine konserlerin verildiği, Kreuzchor’a da ev sahipliği yapan ve Frauenkirche’den birkaç dakika uzaklıktaki Kreuzkirche’nin “hamam akustiği” ise Aya İrini’yi andırıyor.
“Dresden ressamı” olarak da bilinen Bernardo Belotto’nun 1749 yılında yaptığı “Yeni Pazar Meydanı’ndaki Frauenkirche” tablosunu inceliyorum. Bugünkü meydan, Almanların Dresden’i aslına uygun biçimde yeniden inşa etme sevdası sayesinde nerdeyse tıpatıp o dönemlere geri dönüyor. Bizler de keşke Antoine Ignace Melling’in 18’inci yüzyıl sonunda resmettiği o şiirsel İstanbul’u hiç değilse biraz olsun günümüze taşıyabilsek… Almanların Dresden’i yeniden inşa etmeyi hâlâ bitiremediğini, Yeni Pazar Meydanı’nı çevreleyen yapı adalarını aslına uygun şekilde ayağa kaldırdığını söylersem eğer, hiçbir şey için geç kalmadığımızı anlatmış olurum herhalde.
Yeni Pazar, yani Neumarkt’ın öbür ucunda ise Komünizm döneminin tipik işlevsel mimarisine örnek teşkil eden 1969 tarihli Kültür Sarayı (Kulturpalast) duruyor. O zarif Barok dönem kıyafetini yeniden kuşanan Dresden’in halkı Eski Şehir’in tam ortasında duran bu çirkin kütleyi de yıkmıyor ve onu da geçmişin bir değeri olarak koruyor.
Semper Operası, 11 Haziran akşamı ise Richard Strauss’un doğumunun 150. yılı şerefine özel bir konsere ev sahipliği yaptı. Üç soprano, geçen yüzyılda ilk kez Dresden halkı tarafından izlenmiş operalardan aryalar seslendirirken Arte TV kanalı bu gösteriyi tüm dünyaya naklen duyurdu. Tiyatro Meydanı’nı dolduran binlerce kişi de konseri dev ekrandan seyretti. Herhangi bir orkestra değildi o akşam sahnedeki. Sahip olduğu engin gelenek sayesinde “Richard Strauss Orkestrası” olarak da anılan Dresden Devlet Orkestrası’ydı o akşam bestecinin eserlerine tam da doğum gününde ruh üfleyen.
Konserin ardından meydandaki kalabalık ellerindeki kadehleri kaldırıp hep bir ağızdan “iyi ki doğdun Richard” diye şarkı söylerken ben Neustadt bölgesine geçmek üzere, Augustus Köprüsü’ne varmıştım bile. Zihnimde ve yüreğimde hâlâ taşıdığım konserin etkisiyle Elbe Nehri kıyısında yürürken arkamı dönüp baktığımda gördüğüm manzara karşısında adeta çarpıldım. Dolunay Frauenkirche ile Hofkirche arasında, bulutların içindeydi. Gökyüzü lacivertti, altında sakince akan Elbe ise ay ışığının etkisiyle gümüşi bir renge bürünmüştü. Manzara gerçek miydi yoksa bir süreliğine Dresden’de yaşamış Norveçli ressam Johan Christian Dahl’ın 1839 tarihli “Ay Işığı Altında Dresden” tablosu mu karşımdaydı? Richard Strauss’un sihirli müziği miydi acaba üzerimde bu illüzyon etkisini yaratan? Sorularımın yanıtlarını bulmak için belki de yeniden gitmeliyim “Elbe’nin Floransa’sı”na. Hem de en kısa zamanda…
Atlas Eylül 2014 / Sayı 258