İstanbul’un dört bir yanında birbirinden iddialı projeler yürütülüyor, ancak bu müdahalelerin şehrin doğası, mimari dokusu, kimliği üzerindeki etkileri çoğunlukla gözden kaçıyor. Bilgi Üniversitesi mimarlık öğrencilerinin hazırladığı projeler, sorunları anlamak ve yeni yaklaşımlar belirlemek açısından önemli örnekler sunuyor.
Yazı: Mehmet Kütükçüoğlu
ATLAS TEMMUZ 2014/SAYI:244
Akademinin, hayattan ve piyasadan daha aheste seyrettiğine dair genel bir kanı vardır. Her ne kadar bugün “yavaşlık” özlem konusu olduysa da, bu daha çok bir tenkit olarak algılanır. Her iki tarafta da bulunan biri olarak benim deneyimim, bunun tam tersinin de geçerli olabileceğini gösteriyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimari Tasarım Yüksek Lisans Programı’nda 2000’lerin ortasından itibaren ele aldığımız bir dizi İstanbul projesi, kapalı kapılar ardında kararlaştırılıp dayatılan bir kısım müdahalenin önden habercisi gibiydi. Piyasada -devletle istisnai bir ilişkiniz yoksa şayet- herhangi bir şekilde türetilemeyecek ve bir parçası olmanıza izin verilmeyecek işlerin bir temrini olarak bakabiliriz bunlara. Sonuç almaya odaklı bir tavrın tersine, problemi tarif etme, konuyu açma, araştırma ve tartışma üzerinden yapılan çalışmalar. Baştan cevabı belli sorular sormak yerine farklı yönlerden yaklaşılabilecek alanlar açabilmek, bazen konunun dağılmasına izin verebilmek kenti anlamak ve üzerine akıl yürütebilmek için benimsenebilecek tavırlardır. Sonuçta hayat tek projeye izin verir. Ancak arkasındaki birikim onu çoğul yapar.
Geçtiğimiz yedi yıl içerisinde öğrencilerle üzerinde çalıştığımız projeler zamanla travmatik şekillerle birer birer gündeme düştü. Bazılarının şekillenmesinde ufak tefek rollerimiz olmadı değil. Bazen bireysel, bazen grup halinde çalıştık. Ama hepsinde, özellikle de başlangıçtaki problem tanımı ve araştırma bölümlerinde kolaboratif işler yaptık. Öğrencilerle yaptığımız çalışmaları kronolojik olarak geçiyorum:
Taksim / Gezi Parkı
Bu projeyi tetikleyen olay Marmaray inşaatının başlamasıdır. Planın doğal sonuçlarından en önemlisi, Taksim’in o günkü işlevini Yenikapı’ya devredeceğinin tarafımızca öngörülmesidir. Otobüs ve minibüs yığınaklarıyla İstanbul’un ana transfer noktası olarak işleyen o günün Taksim’i, Marmaray’ın açılmasıyla birlikte artık geçilen değil, gelinen bir yer olacaktır. Soru, ağır yüklerinden arınmış yeni Taksim’in ne olabileceğidir. Cumhuriyet tarihinde, biraz da her gelen siyasi otoritenin ilk gözünü diktiği yerlerden biri olması sebebiyle, bir türlü şirazesi tutturulamamış meydan okunaklı bir mekân hissine kavuşabilecek midir? Bütün yapbozlar eninde sonunda muradına erebilecek midir? Yıllanmaya bırakılabilecek gizli esansı yakalanabilecek midir? Proust’un zamanla Hilton, Intercontinental, Orduevi, Grand Hyatt, rezidanslar derken oldukça yıpratılmış planındaki geniş yeşil alan ve onun kent merkezine uzantısı olan Gezi Parkı, otobüslerin ardından yeniden meydana açıldığında kaybettiği değerini bulabilecek midir?
Bütün bu sorularla uğraşırken tekrar tekrar çizdiğimiz meydan ve parkın aksak ama gizli ritmini, sunabileceği olanakları ve tatları yeniden keşfettik. Arada altgeçitlerin, yıkılan kışlanın boşluğunu dolduracak yapıların bile tartışıldığı sürecin sonunda gelinen tutum, var olanı ince dokunuşlarla elden geldiğince muhafaza etmek olmuştur. Bir mimarlık atölyesi için bazılarınca sukutuhayal sayılacak bu durumun, şimdi düşündükçe sürekli bir yapboz pratiğine karşı geliştirilmiş bir reaksiyon olduğunu anlıyorum.
Her tipten siyasi erk ve örgütlenmenin iştahını kabartan, kışlanın yıkılmasından başlayarak anıt, Taksim Gazinosu, AKM, Tarlabaşı Bulvarı derken her yeni müdahale ile gitgide sarpa saran bir mekândır burası. Kimyası bir türlü tutturulamamaktadır. Bu açıdan bakıldığında altgeçitler, kışla replikası, barok AKM ne ilk ne de sondur. Yapboz mantığı, kentin patinasıyla birlikte insanların çocukluk günlerini ve hatıralarını da silip süpürmektedir. Hâlbuki her arızayı anında tamir etmeye çalışmak yerine, zamana ve şehrin kapsayıcı gücüne biraz daha fazla güvenebilmeli. Biz o gün Gezi Parkı neden çok kullanılmıyor diye kafa patlatırken, bugün aşırı kullanımdan men ediliyoruz.
Yenikapı
Taksim projesinin doğal bir uzantısı olan atölye, henüz kurtarma kazılarının yapıldığı dönemde yürütülmüştü. Marmaray kazılarının gün ışığına çıkardığı Bizans limanı, konuya bir boyut daha katmıştı. Marmaray, Levent’ten gelen metro hattı, havalimanı bağlantısı hafif raylı sistem, banliyö hattı, karayolu, kent içi ve güney Marmara deniz hatları: Tüm bu altyapının düğümlendiği yer olarak Yenikapı, kuşkusuz İstanbul’un en şişkin transfer noktası olacaktır. Bu devasa düğümün tarihi kent merkezi sınırları içinde olması, kentten kopmuş Yalı Mahallesi’ni barındırması ve dahası son yıllarda dünyanın en önemli arkeolojik kazısına sahne olması, had safhada karmaşık bir problemi yaratan unsurlar.
Atölyenin yapıldığı dönemde geçerli olan belediye projesinde, indirgeyici bir tavırla, problem tik atılacak bir program listesi olarak ele alınmıştır, bir araya gelmekte zorlanan parçalı bir müdahale önerilmiştir. Söz konusu projenin bir kritiği ile başlatılan süreç içerisinde bu bütünlük problemi, özellikle kent peyzajı/peyzaj kentselliği perspektifinden tartışılmış, disiplinler arası bir alan açılmıştır. Öğrenci çalışmaları “İstanbul 2010: Kültür Başkenti” ofisinde bir seminer eşliğinde sergilenmiş, sunulan eleştiri yerini bulmuş, yürürlükteki proje durdurulmuş ve yakın tarihte uluslararası yarışma düzenlenmiştir. Bu yarışmanın süreçleri ve ürettikleri ayrı bir tartışma konusudur.
Bugün ne yazık ki, Theodosius limanının ilk açığa çıktığı zamanki muhteşem manzaranın yerinde yeller esiyor. Kurtarma kazısı tamamlanmış ve üstü kapanmıştır. Tarihi yarımadanın güney kenarından içine oyulmuş liman tam mekânsal olarak ortaya çıkmışken, bir daha geri getirilemeyecek şekilde örtülmüş, miting alanı olarak düşünülen ölçeksiz dev dolgu ile de iyice silikleştirilmek üzeredir. Liman ve arkeolojik bulgular -birkaç çanak çömlek- icraatı tökezleten tatsız engeller muamelesi görmüştür. İcraatın böylesi bir katmanla birlikte var olabilmesi elbette bilgi, yaratıcılık ve uğraş gerektirecektir. Ancak bu gerçekleşemeyeceği anlamına gelmesin. Yeter ki kafalar orada olsun.
Kağıthane / Cendere Vadisi
Kâğıthane, okulda konu etmeye karar verdiğimiz günlerde hızlı bir dönüşümün henüz başlarındaydı. Uzun bir süredir şehrin arka bahçesi yerine konularak yıpranmış ve bozulmuş yer, kentin içe patlaması sonucu uzun süre gözden uzak kalamazdı. İlk hamleler TOKİ’den geldi. Gecekondular yıkılarak yerlerine bildiğimiz yersiz yurtsuz bloklar yamaçlara serpiştirildi. Boşa çıkan endüstriyel parseller acele bir imar tehdidi altına girdi. Tüm Cendere Vadisi, gözümüzün önünde hızla doldurulan Fulya’nın akıbeti ile karşı karşıyaydı.
Bu yüzden konuyu geniş bir perspektiften ele almaya karar verdik. Çerçeve bölgesel ölçeğe genişletildiğinde, meselenin önemi daha iyi kavranmıştır.
Akdeniz ile Karadeniz iklim kuşaklarını birleştiren İstanbul coğrafyasında, batıdan doğuya Çekmece, Cendere, Boğaz ve Kartal, bu iklim kuşaklarını bağlayan kuzey güney koridorlarıdır. İstanbul Boğazı’nı düşünün: Kentin iklimine olan etkisinin bir benzeri, Karadeniz ve Marmara arasında kesintisiz uzanan öteki vadilerde de görülmelidir. Bunlardan Cendere Vadisi, kent merkezine en yakın olanıdır; bu anlamda da İstanbul’un ikinci Boğaz’ı kabul edilebilir. Haliç’in uzantısı olarak eski dekovil hattını takiben Belgrad Ormanları’yla Karadeniz’e açılan çok geniş bir su havzası ve ekosistemin bir parçasıdır. Kentin içinden geçen bu tip koridorlar, çok daha geniş bir coğrafyayı, hatta dünyayı ilgilendiren ve bu sorumlulukla, hassasiyetle yaklaşılması gereken alanlardır. Bu bakışla, trafik mühendislerinin, vadinin tabanına projelendirdikleri dört şerit gidiş dört şerit geliş, katlı kavşaklı otoyol benzeri yapı keşfedilmiş, Kâğıthane ve büyükşehir belediyesi uyarılmış ve büyük ölçüde bu hatadan dönülmüştür. Öte yandan, atölyede geliştirilen ortak projede vadi tabanı kente açık yeşil bir boğaz olarak öngörülmüş; suyun doğal yollardan temizlenebilmesine olanaklar sunulmuş, yapılaşma yamaçlar ile sınırlandırılmıştır. Bugün ne yazık ki bu öngörünün tam tersi gerçekleşmekte, vadi tabanında hızlı bir yapılaşma faaliyeti görülmektedir. Bir başka mesele de Boğaz’dan tünelle taşınıp Ayazağa’dan Kâğıthane Deresi’ne basılan deniz suyudur. Tuzlu suyla tatlı suyun birbirine geçiştiği hassas Haliç ekolojisine böylesi bir bypass’ın yeterince tartılmadan aceleyle yapılması bizde kaygı uyandırmıştır. Binlerce yılda oluşan doğal sistemlerin bir anda böyle köklü müdahalelerle sarsılmasının doğurabileceği sonuçları hesaplamak kolay olmasa gerek. Bu anlamda mega projelerden ikinci boğazı (Cendere değil, henüz ortada olmayanı) bir kez daha hatırlatmak isterim. -Gerçi hâlâ bu bir şaka diye düşünmekten vazgeçmedik-
Arnavutköy
İstanbul’un bu seneye kadar (şimdi bölünüyor) ikinci büyük ilçesi Arnavutköy, Avrupa yakasının kuzeyinde, su havzalarından Karadeniz kıyılarına uzanan geniş bir alandır. İçinde 12 köy ve yoğun yapılaşma baskısı altındaki ilçe merkezi Arnavutköy bulunmaktadır. Köylerin temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır. Bir yandan İSKİ’nin kısıtlamaları, öte yandan tarım politikaları, bilgi ve kaynak yetersizliği, rekabet koşulları ve arazi dağılımı çiftçilerin elini kolunu bağlamış; gittikçe imkânsıza saran bir var olma savaşına sürüklemiştir. Gençlerin büyük çoğunluğu çiftçilikten umut kesmiş, kente kaçmış, nispeten yaşlı bir nüfusu geride bırakmıştır. Su havzalarında şehirlerin kurulması sakınca arz ettiğine göre, tarımdan boşalabilecek arazilerin neye dönüşeceği, cevabı olmayan bir sorudur. Bir taraftan İstanbul’un suyunu korumakla mükellef, bir taraftan da imkânsız bir işe mahkûm insanların durumundan bu şehirde yaşayan bizler de sorumluyuz kabuluyle, Arnavutköy ve tarım sorununu atölyede konu edindik. Söz konusu koşullarda bir tarım devrimi önerilemeyeceğinden, problemi ürün ve iletişim konusu üzerinden kurduk. Dünyadaki örnekleri incelediğimizde, kurulan coğrafi ağların turizmi ve köyler arası sinerjileri örgütleyebildikleri ölçüde tarımsal faaliyetleri desteklediklerini gördük ve bir versiyonunu Arnavutköy için önerdik. Özellikle İstanbullular için tarım temalı rekreatif rotalar tasarlayıp, bunların görsel ve deneyimsel karşılıklarını canlandırmaya çalıştık. Bu anlamda araştırma ile tasarımın iç içe geçtiği, mimarlık disiplininin sınırlarını bir hayli zorlayan üretimler yaptık. Bütün bu esnada 3. köprü ve yeni havalimanı haberleri fısıltılarla bize eşlik etti. Arnavutköy arazilerinin üzerine kurulacak bu dev altyapı projelerinin bahsi geçen hassas dengeleri nasıl sarsabileceği, her halükarda yapılacaklarsa da ne tip önlemler alınabileceği tartışıldı. Ancak bu tartışma okulda yapıldı. Hayattaki karşılığı ise kapalı idi. Birdenbire önümüze konuluverdi.
İstanbul AVM / Alışveriş
Alışveriş, hiçbir zaman yok olmayan, ancak her defasında kendini yeniden tanımlamak ve şekillendirmek durumda olan bir faaliyettir. Yakın tarihine baktığımızda belli aralıklarla şekil değiştirdiğini görürüz. Fransız icadı pasajlar 150 yıl, yürüyen merdiven teknolojisiyle geliştirilen departman mağazalar 100 yıl, son olarak Amerikan banliyö tipi “big box” AVM yaklaşık 50 yıl hüküm sürdü; Arabistan gibi ekstrem iklimlerde hâlâ geçerli görülmesine karşın yavaş yavaş o da sahneden çekilmeye başladı. Tüm bu modeller, sınırlı kapsamlarda bile olsa Türkiye’de de denendi. Amerikan tipi banliyölerin bu topraklarda pek yapılmamış olması, AVM’lerin adapte edilmesini engellemedi, kent içi ve çevresinde hasbelkader bulunan boşluklara, yan yana denk gelseler bile iştahla inşa edilmeye başlandı. (Bu anlamda Gezi de “bulunmuş boşluk” muamelesi görmektedir.) Halen devam etmekte olan bu inşai faaliyetler, yakın bir gelecekte dünyadaki AVM krizinin İstanbul’dan başlamak üzere tüm ülkeye uğramayacağı anlamına gelmez. 2007’den beri tipolojinin mucidi ABD’de sadece bir AVM yapılmış, yüzlercesi ise kapanmıştır. Bugün kendini yeniden tanımlamak zorunda olan alışverişin olası İstanbul açılımları atölyenin sorusudur. Kentin kendine özgü yapısı, alışkanlıkları, dönüşümleri, coğrafyası ve iklimi, geliştirilecek yeni alışveriş fikirlerinde aracı olabildiği ölçüde kente uyum sağlayacaktır. Bu bakışla pazaryerlerinden kentsel dönüşüme, çökmekte olan AVM’lerden yeni ulaşım altyapılarına ve kapalı konut sitelerine bir dizi konu incelenmiş; İstanbul ve alışveriş arasında sinerji oluşturabilecek fikirler üretilmiştir.
MİMAR MEHMET KÜTÜKÇÜOĞLU, BİLGİ ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ÖĞRETİM GÖREVLİSİ