Anasayfa KeşfetKültür İmgesel Atatürk

İmgesel Atatürk

Ayşegül Parlayan Özalp

Yazı: Tuncay Dersinlioğlu

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, dünyaca tanınan, saygı duyulan bir lider, halkın sevdiği bir kahramandı. Onun 1926 yılında yapılmaya başlanan heykelleri ilk imgeleri oldu. Tabusal bir havası vardı, ciddi ve ağırbaşlıydı. Kamusal mekânlara nizam veriyor, kentin merkezini belirliyordu. Ama son 30 yıldır popüler kültürün önde gelen imgesine dönüştü. Dövmelerle imzası bedenlere kazındı; kolyelerden tişörtlere, tabaklara, fincanlara kadar çeşit çeşit objelere işlendi. Mustafa Kemal Atatürk’ün imgeleri, ona duyulan sevginin ve ideolojik bağlılığın göstergesi haline geldi.

İzmir’de, Bornova’dan Buca’ya giderken gördüğüm Atatürk maskı, uzun süredir zihnimde dolaşıp duran ama bir türlü bir yere oturtamadığım düşüncelerin bir anda aydınlanmasına neden oldu. Küçük bir araştırma sonrasında, bu maskın Buca Belediyesi tarafından 4,2 milyon lira harcanarak tamamlandığı bilgisine ulaştım. Atatürk heykelleri ile ilgili araştırmalar yapan ve bu konuyla ilgili bir de kitap yazan eğitimbilimci Dr. Aylin Tekiner’in 2010 yılında yayımlanan Atatürk Heykelleri adlı kitabında rölyefin yapımında tahminen 50 ton hasır çelik, 500 metre püskürtme beton ve 300 ton çelik konstrüksiyon kullanıldığı belirtiliyordu.

Aylin Tekiner’in aynı kitapta yer alan Türkiye’deki heykel geleneği hakkında yorumu ilgi çekici: “Türkiye’de heykel dendiği zaman, en azından ‘halk arasında’, esasen Atatürk heykeli anlaşılır. Atatürk heykelleri, ülkede heykel estetiğini belirleyen baskın unsur niteliğini taşıyor. Bu heykeller, aynı zamanda kamusal mekânlara nizam veriyor, kentin merkezini belirliyorlar.”

Bu yorumu okuyunca, çocukken, yeni bir kentin merkezine ulaştığımıza, at üstünde şahlanan bir Atatürk heykeli gördüğüm zaman ikna olduğumu hatırlıyor ve gülümsüyorum.
Tamamlanan ilk Atatürk anıtının, 1926 yılında İstanbul’da Sarayburnu’na Avusturyalı heykeltıraş Heinrich Krippel tarafından yapılan heykel olduğu biliniyor. Bu heykeli Konya, Etnografya Müzesi (Ankara), Ulus Zafer Anıtı (Ankara), Zafer Anıtı (Ankara),Taksim Cumhuriyet Anıtı (İstanbul) heykelleri takip ediyor. Bu heykellerin ortak bir tarafı da tamamının yabancı heykeltıraşlara ait olması. Bağımsız bir tasarım olarak ilk yerli anıt ise 1929 yılında heykeltıraş Kenan Yontunç tarafından tamamlanıyor. Kenan Yontunç, sanat eleştirmeni Gültekin Elibal’ın 1973 yılında yazdığı Atatürk ve Resim-Heykel isimli kitabında yer alan ifadesinde şöyle diyor: “Şahsında cumhuriyetin timsalini kıyamete kadar taşıyacak olan Atatürk’ün Allah’a yaklaşan başını modele etmek yüreğimizde taşıdığımız mukaddes bir emel olmuştu.”

Atatürk’ün ölümüne dek toplam 11 adet anıtın yapımı tamamlanmış ve Türkiye’nin değişik kentlerine yerleştirilmişti. Cumhuriyetin ilk yıllarında bir ulus kimliğinin oluşturulmasında imgesel bir görev edinmiş olan bu anıtları, sonraki yıllarda tahminen benzer kaygılarla üretilen ve sayısı kesin olarak bilinemeyen başka heykeller takip etti.
Atatürk simgeleriyle ilgili fotoğraflar biriktirmeme neden olan bu karşılaşmadan ve küçük araştırmamdan sonra, konuya daha yakından bakma ihtiyacı duydum. İzmir’de bir dövme stüdyosunun önünde bekleşen gençleri görünce, kalabalığın nedenini merak edip içeriye şöyle bir göz attığımda, duvardaki duyuruya takılıp kaldığımı hatırlıyorum: “…. saatlerinde, önceden randevu alınması koşuluyla isteyen kişilere ücretsiz Atatürk imzası dövmesi yapılır…” Dövmecinin web sayfasına baktığımda 3 yılda 6 bin 425 kişiye Atatürk imzası dövmesinin ücretsiz olarak yapıldığından söz ediliyordu. Dövmecinin koltuğunda göğsünün üzerine Atatürk’ün imzasını yazdıran 18 yaşındaki gence, neden böyle bir dövme yaptırma gereği duyduğunu sorduğumda şu yanıtı almıştım: “Atatürk’ü seviyorum ve ona sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum!”

Sadece İzmir’de değil, İstanbul’da Bağdat Caddesi’ndeki pek çok gencin kolunda da K. Atatürk imzası var. Bazıları imzasını vücuduna kazıyarak onu yaşattığını düşünüyordu, bazıları da çıplak tepeler üzerine onun dev portresini yapmıştı. Ressam Mustafa Aydemir’in Atatürk çalışmasını fotoğraflamak için Erzincan’a gittiğimde, kenti seyreden tepenin üzerindeki portrenin 29 günde, 17 kişilik bir teknik ekip ve 3 bin gönüllü askerin katkılarıyla tamamlandığını öğrendim. Ancak 1980’li yıllarda verilen bu emek, kent sakinlerini pek etkilemiş görünmüyordu. Tepedeki portreyle ilgili sorularıma, o bölgeye giden yolun akşam saatlerinde ailece yapılan ziyaretler için pek de uygun olmadığını söyleyerek karşılık verdiler.

Anıtkabir’i bir kez daha görmek için gittiğim Ankara’da karşılaştığım vinçlerin arasındaki Atatürk heykelinin görüntüsüyse beni fazlaca şaşırttı. Çünkü etrafta Atatürk heykelini önünde görmeyi umacağınız bir okul, devlet binası, herhangi bir yapı ya da meydan düzenlemesi yoktu. Heykel yolun yanında, hemen arkasında hummalı bir inşaat çalışması olduğu halde öylece duruyordu. Or-An semtinde bir alışveriş kompleksi inşaatının önünde duran bu Atatürk heykelinin öyküsünün peşine düştüm. Eski milletvekili lojmanlarının bulunduğu arazi üzerinde yapımı devam eden konut projesinin girişinde yer alan ve etraftaki diğer heykel gruplarının aksine yıkılmadığını öğrendiğim bu heykel, oraya ait olmayan ve kendisini kabul ettirmeye çalışan bir göçmen hissi uyandırmıştı bende.

Mustafa Kemal Atatürk’ün imgesinin peşinden giderken kendime, onu belleğimize işleyen görüntülerinin zihnimizi nasıl etkilemiş olabileceğini sordum. “En büyük eserim” dediği Cumhuriyetin simgesi haline dönüşen yaşamı bir süre sonra sanki ondan koparılmış ve iki farklı insan yaratmıştı. Bunlardan ilki devlet adamı ve halk kahramanı olan Atatürk, diğeri ise kimilerinin kullandığı ifadeyle, onun da etten kemikten bir canlı olduğunu hatırlatmak istercesine “insan” Atatürk. Şüphesiz bu algının oluşmasını sağlayan şey, tek bir kurum, kişi ya da gruptan ziyade Atatürk’ü toplum hayatı içinde canlı ve hatırlanır kılmaya çalışanların kendilerince geliştirdiği yöntemlerin bir toplamıydı. Kamuoyunda Atatürk’le ilgili araştırmalarıyla tanınan yazar Turgut Özakman, “50 yıldır yakın tarihle ilgileniyorum. Atatürk bir dağ gibi, yaklaştıkça büyüyor ve neredeyse insanın idrakine sığmıyor” diyor.

Özakman yapılan yanlışların 1950’li yıllarda başladığını söylüyor: “Bu tarihten itibaren Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve Milli Mücadele ile ilgili yanlış bilgiler ortaya çıktı. Atatürk’ü doğru ve sürekli anlatmak bir devlet politikası olmalı oysa. Televizyonlarda Atatürk’le ilgili konuşan kişiler beni utandırıyor. Yalancılardan söz etmiyorum, onlar zaten yalancı. Cesaretlerini anlayamıyorum. Hakikate hainlik ediyorlar…”
Özakman, toplumun bir bölümünün kaygılarını seslendiriyor. Ancak başka bir kesim de Atatürk ve hayatının bir tabu olarak görülmemesi gerektiğini savunuyor. 2008 yılında yazıp yönettiği “Mustafa” filmiyle tartışmaların merkezine oturan ve Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle hakkında dava açılması gündeme gelen Can Dündar’sa konuyla ilgili düşüncelerini şöyle özetliyor: “İki görüşün Atatürk’e zararı dokunuyor: Bir, onun heykellerini yıkanlar; iki, onun sadece heykellerini yapanlar. Maalesef ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Gecekondu semtlerine yapılmış dev heykellerini görünce, ‘Herhalde onun ideali, heykeliyle üstü örtülmüş gecekondular değil, gecekondusu olmayan kentlerdi’ diye düşünüyorum. Biz ne kadar büyük heykellerini yaparsak yapalım bu, o gecekonduları örtmeye yetmeyecek…” Dindar insanların liderlerle ilişkisine saygı duyduğunu söylüyor. “Öncelikle bu sevgiye saygı duymalıyız” diyor. Ardından da ekliyor: “Ama her toplumun ideali, sonunda kahramanlara ihtiyaç duymayacak bir özgüvene kavuşmaktır!”
Burada Atatürk’ün yaşamı ya da fikirleriyle ilgili entelektüel bir değerlendirmeye girmedim. Aslına bakarsanız bu çalışmanın konusu Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de değildi, fark etmişsinizdir. Konu biziz. Onu nasıl tanımladığımız ve neye dönüştürdüğümüz. Çünkü çevremizde gördüğümüz neredeyse hiçbir şey, o hayattayken yoktu. Bir adım ileri gidip gördüklerimizin son 30 yıla ait olduğunu söylemem de yanlış olmayacaktır.

Ölümünün üzerinden 74 yıl geçmesine rağmen her geçen gün biraz daha artan bir gerilimle tartışılmaya devam eden Atatürk, 20. yüzyılın en önemli şahsiyetlerinden biri olarak tarihe geçti. Yaşamı ve yaşamını adadığı Cumhuriyetin kuruluş dönemi üzerine bugüne kadar pek çok film yapıldı, kitaplar yazıldı, adına türküler, şiirler, ağıtlar söylendi.
Bugün toplumun bazı kesimleri onu doğrusuyla yanlışıyla bir insan olarak değerlendirmektense, ötekileştirmenin bir aracı olarak sembolleştiriyor ve adeta metalaştırıyor. Toplumun Atatürkçüler ve diğerleri ya da muhafazakârlar ve diğerleri olarak ayrılmış olması, hem Atatürkçü hem de muhafazakâr olabilme ihtimalinin göz ardı edilmesine neden oluyor.

Bir tarafta Atatürk’ü betonlaştırıp halktan uzaklaştıran, onu ifadesi olmayan soğuk bir taşa dönüştürenler, diğer tarafta ise onun insani zaaflarının altını gereğinden kalın bir çizgi ile çizip eleştirenler, hayatını saptıranlar.
Bugün etrafımıza bakıp Atatürk’ün fikirlerinin mi, yoksa popüler kültür öğesi olarak metalaşmış simgelerinin mi hayatımızda daha çok yer kapladığı sorusunu sormak, sanırım Türkiye’de kronikleşen birçok sosyal soruna farklı bir açıdan yaklaşabilmemizi sağlayacak.

Fotoğraf: İzmir’in Buca-Bornova-Konak ilçelerinin kesiştiği noktaya yapılan 42 metre yüksekliğe sahip Atatürk maskı Yeşildere Caddesi’nden geçenlerin hemen ilgisini çekiyor. Daha önce sarp kayalara ev sahipliği yapan bu tepeyi Atatürk’ün yüzüne dönüştürmek için üç üniversiteden 25 akademisyenin görev aldığı proje 4,2 milyon liraya tamamlandı.

Atlas Ağustos 2012 / Sayı 233

Foto Galeri

[Not a valid template]

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap