Yazı: Selcan Küçüküstel / Fotoğraflar: Olivier Blaise
Belki 50 bin yıldır Andaman Adaları’nda özgürce yaşıyorlardı. Mutlu oldukları yaşam biçimlerini değiştirmek akıllarına bile gelmiyordu. Hint Okyanusu’nun bir parçası olan Bengal Körfezi’nin ortasında koruma altındaydılar. Ama uygarlık oraya da geldi ve Jaravaları çember içine aldı.
Etrafı yüksek ağaçlarla çevrili, dar ve dönemeçli yolda ilerlerken otobüs aniden fren yaptı ve durdu. Ormanın ortasındaydık. Otobüsten dışarı adımımı atar atmaz karşıdaki küçük kulübede oturan asker el kol hareketleriyle yanına gitmemi işaret etti. Bir eli duvara yaslı makineli tüfeğinin üstündeydi. Asker sert bir ses tonuyla:
-İçeride durmak, fotoğraf çekmek kesinlikle yasak! Ona göre! Hiçbir şekilde temasa geçemezsiniz, konuşamazsınız, yiyecek ya da içecek veremezsiniz. Bunların hepsi yasak! Anlaşıldı mı?
Bunca kalabalığın arasında neden beni seçmiş olduğunu anlayamamıştım. Şaşırmış bir şekilde baktığımı görünce tekrarladı:
-Anlaşıldı mı?
-Evet anladım, merak etmeyin, dedim ve yanından ayrıldım.
Hindistan’ın batısındaki Bengal Körfezi’nin ortasında, Andaman Adaları’ndaydık. Hindistan’a bağlı olduğu halde ancak özel bir izinle girilen ve bu izne rağmen birçok bölgenin hâlâ yabancılara yasak olduğu efsanevi takımadalarda… Adaların başkenti Port Blair’den çıktığımız yolun bu kısmından sonra artık polis konvoyu eşliğinde gidecektik.
Otobüsün yanına geri döndüğümde aynı uyarıyı muavinden de aldım. Otobüs aslında tamamen turistlerle doluydu ancak yabancı turistler sadece bizdik. Diğerleri Hindistan’dan gelmiş yerli turistlerdi.
Konvoy saati geldiğinde herkes heyecan içindeydi. Cam kenarında yer kapmak için yarışan turistler, “sağ tarafa mı otursak daha iyi olur acaba yoksa sol tarafa mı” telaşını yaşıyorlardı. Otobüs hareket ettiğinde herkes susmuş, dikkatle etrafa bakarak yola yoğunlaşmıştı. Ormanın içinde kuş sesleri başta olmak üzere birçok hayvanın sesi yankılanıyordu. Biraz ilerledikten sonra aracın sol tarafında oturan Hintli turistlerden biri panik içinde bağırarak sol tarafta bir şeyleri gösterdi. Bütün otobüs aradıklarını görmek umuduyla o tarafa toplandı ancak kimse bir şey göremedi.
Peki, aranan şey ne miydi? Jaravalardı! Evet, otobüsteki herkesin görmeyi umduğu şey, ormanın ortasından geçen bu anayolda, adanın en eski halkı olan Jaravalardı. Kendileri gibi olmayan bir vahşiyle göz göze gelmek istiyorlardı.
Bugün yaklaşık 250-300 kişi Jaravalar; ilk kez 14 yıl önce dış dünyayla arkadaşça temasa geçtiler. Jaravalar ormanda yaşayan avcı derleyici bir topluluk, yani tarım ve hayvancılık yapmıyorlar. Hayatlarını sadece ormandaki hayvanları avlayarak, bitkileri ve kökleri toplayarak, derleyerek sürdürüyorlar. Aynı zamanda göçerler: Ormanın içinde kendilerine ahşap ve yapraklardan yaptıkları geçici kulübelerde kalıyorlar ve bir bölgede av hayvanı ya da bitki azalınca başka bir bölgeye göçüyorlar.
Jaravalar neredeyse 150 yıldır yakınlarındaki yerleşim yerleriyle iletişime geçmekten uzak duruyorlardı. Şimdilerde ise Jaravaların bölgesine ancak belli saatlerde polis konvoylarıyla girilebiliyor. Denetim noktasındaki kapıda, büyük bir levhada zaten Jaravalarla temasa geçmenin kesinlikle yasak olduğu yazıyor.
Yolculuğun geri kalan kısmında aynı gergin hava devam etti. Yolculardan biri muavine Jaravaları görüp göremeyeceğimizi sordu:
-Onların ne zaman yol kenarına çıkacağı belli olmaz. Bu saatte balık tutuyorlardır büyük ihtimalle.
-Peki, tehlikeliler mi, yani bir zarar verdikleri oluyor mu diye sordu bir başka kadın.
-Bundan 15 yıl öncesine kadar otobüslere saldırdıkları oluyordu. Ama son zamanlarda hiç böyle bir şey olmadı. Geçen otobüslerden sadece yiyecek istiyorlar.
Aslında olayın içyüzüyle kimsenin ilgilendiği yoktu. Tek amaç ormanda yaşayan “ilkelleri” görmekti. Jaravaların bölgesinden çıktıktan sonra o gün ziyaret edeceğimiz mağara oluşumlarına gittik, akşamüstü başkente dönmek için aynı yoldan geri dönmemiz gerekiyordu. Yol kapanmadan önce gene konvoya girdik ve ormanın derinliklerinde ilerlemeye başladık. Bu sefer otobüsün içinde aynı heyecan yoktu, herkes sıcaktan yorulmuş uyukluyordu. Zaten hava da karardı kararacaktı.
Tam bu sıralarda uzakta, yolun tam ortasında bir karartı görür gibi olduk. Otobüs aynı hızla devam ettiği için karartıya yaklaştığında ancak ani bir frenle durabildi. Yolun ortasında kollarını iki yana açmış, sırtında oku ve yayı, üzerinde giysisi olmayan fakat vücudu ve kolları, çeşitli süslemelerle bezeli bir Jarava erkeği duruyordu! Otobüsü durdurmak istediği belliydi. Zaten durmazsak ona çarpıp geçmemiz gerekecekti. Herkes şaşırmıştı, şoför ise panik halindeydi. Sonunda otobüs durdu. Adam otobüsün yanına, şoförün oturduğu taraftaki cama geldi. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Ormanın içinde bizi durduran orta yaşlı bu adama bakakalmıştık ki, şoför o esnada hemen gaza basarak hızlandı. Bütün bu söylediklerim saniyeler içinde olmuştu. Biraz ileride yol kenarında duran iki Jarava erkeği daha vardı. Onların da yanından hızla geçtik. Asfalttan geçen arabalara bakan bu insanların bakışlarındaki o ifade, çok az görebilmiş olsam da, canımı çok acıtmıştı.
Ertesi gün adanın yerli halklarının hakları için savaşan gazeteci Denis Giles ile buluştuk. Denis bize olayların içyüzünü ayrıntılarıyla anlattı.
-Jaravalarla iletişime ne zaman geçildi Denis?
-Jaravalar, adadaki diğer yerli halklar gibi buranın en eski sakinleri. Antropologlar neredeyse 60 bin yıldır burada yaşadıklarını söylüyor. Hatta Afrika’dan göç eden ilk insan topluluklarından biri dahi olabilirler. Bu nedenle Jaravaların dış dünya ile iletişimi elbette uzun zamandır vardı. Hiçbir şeyden haberleri yoktu diyemeyiz.
-Jaravalarla kurulan ilişkiler ne zaman sorun olmaya başladı öyleyse?
-Ancak 1948’de Andaman Adaları’na yerleşen Hintliler onların ormanlarının etrafına yerleşmeye, yani bölgelerini işgal etmeye başladığında ilişkiler de gerilmeye başladı. Yaklaşık 1970’lerde ise Jaravaların yaşadığı ormanın içinden bir anayol geçirilmesiyle işler iyice karıştı ve Jaravalarla dış dünya arasındaki iletişim kaçınılmaz hale geldi.
-Bölgelerinden geçen bu anayol nasıl etkiledi onları?
-Bu yol sayesinde yabancılar ormanı kesmeye, yasadışı avlanmaya ve Jaravaların bağışıklığı olmayan hastalıklar yaymaya başladılar. Tomrukçular Jaravaların yaşam alanını tüketiyor ve onların yaşamlarını sürdürdüğü hayvanlarını avlayarak Jaravaları zor durumda bırakıyordu. Ayrıca bu yoldan onca kişinin geçmesi hastalık riski açısından gerçekten önemli. Birçok yerlinin çeşitli hastalıklardan dolayı bu şekilde öldüğü biliniyor. Örneğin 1999’da bir kızamık salgınında birçok Jarava öldü. Bundan beş altı yıl önce de 42 Jarava çocuğu kızamığa yakalandı ve hastaneye kaldırıldı. Yetkililer olayı örtbas etmeye çalışıyordu ancak doktorlar çocukların gerçekten kızamığa yakalandığını açıkladı. Bu çok ciddi bir riskti onlar için. Büyük Andamanlıların yarısı kızamık salgınından ölmüştü. Eğer bir önlem alınmazsa Jaravalar tamamen yok olabilirler.
-Peki ne yapılabilir bu konuda?
-Tabii ki bu karmaşık bir konu ve yapılması gereken birçok şey var. Ama işe Andaman anayolunu kapatarak başlayabiliriz. Yüksek Mahkeme 2002’de Andaman anayolunun kapatılması ve Jaravaların bölgesinde yasadışı avcılığın durdurulması kararını aldı. Jaravalar ve diğer yerli halklar için sevindirici olan bu durum aradan geçen 10 yıla rağmen bugün hâlâ uygulanmadı ve Andaman anayolu şu an yasadışı olarak araç trafiğine hâlâ açık. Yola giriş çıkış polis kontrolünde ve Jaravalarla iletişime geçmek yasak, ancak gene de bu yolun Jaravaların hayatını her anlamda olumsuz etkilediği bir gerçek. Hatta bu yolun oradan bu şekilde geçirilmesi düpedüz onların topraklarını işgal etmektir!
Bu konuda Denis gibi düşünen birçok insan olsa da, Jaravaların bölgesindeki civar köylerde yaşayan insanlar onlardan şikâyetçi. Köylüler bölgeye zamanında hükümet tarafından yerleştirilmişler ve olaylara kendi açılarından bakıyorlar. Jaravalarla köylüler arasında yaşanan sorunlar yol yapımı esnasında başlamış ve karşılıklı olarak pek çok çatışma yaşanmış. Köylüler Jaravaların bahçelerine istedikleri zaman girip muzlarını ya da astıkları kıyafetleri almasından şikâyetçi. Oysa onların “hırsızlık” olarak nitelendirdiği bu davranış Jaravalar açısından çok normal çünkü mülkiyet gibi bir kavramları yok. Zaten Jaravalar da kendi bölgelerine yapılan bu işgalden şikâyetçi. Kimi köylerde insanlar korunmak için evlerinin etrafını elektrikli tellerle çeviriyorlarmış ve bu şekilde birçok Jarava ölmüş.
Ancak bu çatışmalar Enmei adlı bir Jarava çocuğun Port Blair’e götürülmesinden sonra değişmeye başlamış. Enmei 1998’de, yol kenarında bacağı kırık halde yerde yatarken bulunup başkentteki hastaneye götürülmüş. Söylenenlere göre uzun süre başkentte kalıp dış dünyayı tanıyan Enmei, döndüğünde diğerlerine olumlu saydığı pek çok şey anlatmış ve iki dünyanın arasında bir elçilik görevi yapmaya başlamış. Bu tarihten sonra Jaravalar saldırıları kesmişler ve artık yol kenarına çıkıp dışarıyı tanımaya çalışıyorlar.
Bugün hâlâ zaman zaman çatışmalar yaşanıyor. Bundan birkaç yıl önce kaçak avcılardan iyice rahatsız olan Jaravalar, topraklarındaki bir kaçak avcı grubunu yakalayıp ağaca bağlamış ve bekçilere durumu bildirmişler. Daha sonra aynı yıl içinde çıkan bir çatışmada da Jaravalar bir kaçak avcıyı öldürmüş. Bu olaydan hemen sonra avcılar da 18 yaşlarında bir Jarava’yı öldürmüş.
Bu konuda ne yapılabileceği hakkında farklı fikirler var. Köylülerin çoğu Jaravaların ormandan çıkarılıp eğitilmesini ve modernleştirilmesini öneriyorlar. Onların bu yaklaşımını ne yazık ki hükümetler dahil birçok kurum da destekliyor. Örneğin 2003’te yapılan bir açıklamada ilgili bakanlık, “Jaravaları yeniliklerle tanıştırıp, asimile edeceğiz, bu şekilde kalamazlar” demişti. Bu bakış açısı, yani yerel halkı “ilkel ve yabani” görerek onların “modernleştirilmesi” gerektiğini düşünme, hâlâ devam ediyor.
Son olarak 2010 yılında bir milletvekili Jarava çocuklarının ailelerinden alınarak okula gönderilmeleri gerektiğini söylemişti. Jaravaların bir an önce asimile edilip, içinde bulundukları “ilkel” taş devri hallerinden çıkarılmasının zorunlu olduğunu söyleyen politikacıya dünyanın birçok yerinden sert tepkiler gelmişti. Çocukların modernleştirilmesi ve eğitilmesi düşüncesi aslında Kuzey Amerika yerlilerine uygulanmış ve birçok çocuğu, hatta toplumun geniş kesimini olumsuz etkilemişti. Aynı uygulamanın günümüzde düşünülmesi yerli hakları açısından büyük bir trajedi.
Jaravalar konusu bütün dünyayı ilgilendirir hale geldiğinde, başka yerli grupları da tepkilerini göstermişti. Brezilya Amazonlarında yaşayan Yanamomilerin lideri Davi Kopenava şöyle demişti: “Çok çok kötü bir fikir. Jaravaların evi ormandır. Orada kendi topraklarındalar ve kendi gelenekleri, kültürleri var. Eğer hükümet çocukları ailelerinden ayırıp okula alırsa, kültürlerini kaybedeceklerdir. Jaravaları zorla ormandan ayırıp, şehirlere yerleştirmek bir suçtur!”
Yerlileri tamamen “öteki” olarak görmek tarihte de sık rastlanan bir durumdu. Örneğin 1970’te köylüler iki Jarava erkeğini yakalayıp başkent Port Blair’de yetkililere teslim etmişti. Burada hapishanede tutulan Jaravalara giysiler verilmiş ve üstlerinde incelemeler yapılmıştı. Benzer durumlar ne yazık ki dünyanın birçok yerinde daha önce yaşandı. Kendi topraklarında bağımsız olarak doğa ile iç içe yaşayan birçok topluluk aşağı görülerek “gelişme” adı altında zorla yerlerinden edildi ya da soykırıma uğradı. Bu bakış açısında elbette teknoloji ve gelişimi her zaman üstün görmenin etkisi vardı.
Oysa Jaravalar gibi bağımsız yaşayan birçok topluluk “modern” dünyanın asla tahmin edemeyeceği derecede ileri bilgilere sahip. Bu topluluklar, yaşadıkları çevreyi ve doğayı çok iyi tanıyorlar ve orman hakkında bugün bilimadamlarından çok daha detaylı ve gelişmiş bilgiye sahipler. Örneğin, bölgede 2004 yılında yaşanan tsunami sırasında birçok kişi hayatını kaybederken, adada yaşayan yerli halkların çoğu zarar görmemişti, çünkü felaketi önceden anlayıp yüksek yerlere kaçmışlardı. Bu da eğitilmesi gerektiği düşünülen “ilkellerin” aslında çevrelerini ve doğayı ne kadar iyi tanıdıklarının bir göstergesi.
Ayrıca Jaravalar gibi avcı derleyici topluluklar genellikle eşitlikçidir, yani toplum içinde herhangi bir hiyerarşi ya da liderlik yoktur. Bu da çok özel ve ders alınması gereken bir kültürün oluşumuna sebep olmaktadır.
Jaravaların şu an içinde bulunduğu duruma, geçmişte benzer şeyler yaşamış dünyanın çeşitli bölgelerindeki yerli topluluk liderlerinden de tepkiler geliyor. Kanada’nın Innuit (Eskimo) şeflerinden George Rich, Hindistan hükümetine duruma müdahale etmesi için mektup yazmıştı. Diyordu ki:
“Bizim başımıza gelenin aynısı şu an Jaravaların başına geliyor. Yıllardır avcılık yapan atalarımız aniden kaçak avcı ilan edilmişti ve bu hakları elinden alınmıştı. Okullardaki öğretmenler ise bizim kimliğimizden ve kültürümüzden utanmamıza neden oluyordu. Birdenbire kendi toprağımızda istenmeyen misafirler olmuştuk!
“Jaravalar şu an topraklarından uzak değiller ancak yaşamaları için gerekli olan avları başkaları tarafından çalınıyor ki bu da uzun vadede onları bağımlı hale getirecektir. Aynı bizim başımıza geldiği gibi alkol, tütün, cinsel istismar, dışarıdaki insanlar tarafından ve hatta kimi zaman hükümetin onları koruması için görevlendirdiği insanlar tarafından yaygınlaştırılıyor. Kendi acı hikâyemizin aynısının gözlerimizin önünde Jaravaların başına gelişini izlemek çok üzücü. Eğer Hindistan hükümeti sadece bizim halkımızın başına gelenlere bakarsa, çok geç olmadan bir şeyler yapması gerektiğini anlayacaktır!”
Innuitler şu an da dünya üzerinde en yüksek intihar oranına sahip halklardan biri. Henüz 12 yaşında çocukların bile kendilerini astıkları oluyor.
Jaravaların içinde bulunduğu tek risk hastalık değil, aynı zamanda yabancıların yaşayan “ilkelleri” görme isteğiyle oluşan turizm. Bu durumu Denis’e soruyorum, olayın gelişimini anlatıyor:
-Ne yazık ki 2007 yılından beri artık olay tur şirketlerinin Hintli ve yabancı turistleri bölgeye kaçak olarak götürüp bu işten para kazanmaya çalışması boyutuna geldi. Hükümet bunu engellemek için yeni yasaklar getirse de, anayol hâlâ kapatılmak bir yana, gitgide yoğun bir trafiği barındırıyor.
-Yani yoldan geçen turistler sorun olmaya mı başladı?
-Şöyle düşünebilirsiniz, Jaravaların yüzlerce hatta binlerce yıldır yaşadığı yurtlarının ortasından birdenbire bir anayol geçiyor, onlarca arabanın çok yoğun geçtiği bir anayol. Bunun yanında yoldan geçen otobüslerden inen turistler Jaravalara bisküvi, şeker gibi yiyecekleri atarak onlara hayvanat bahçesine ya da safariye gitmişler gibi davranıyorlar. Bu yiyeceklerden almaya çalışırken arabaların çarptığı çocuklar var. Bu tam anlamyla bir “insan safarisi” ve daha sonra ortaya çıkan olaylarla bölgedeki polisin de rüşvet alarak turistlere Jaravaları göstermek için anlaştığı ortaya çıktı.
-Bu çok trajik bir olay.
-Evet, maalesef öyle. Jaravaların dış dünya ile teması elbette olacak, ancak bu temas kendi istedikleri şekilde ve kendi hızlarında olmalı!”
Denis’ten ayrıldıktan sonra adanın başka yerlerine gitme vaktimiz gelmişti. Ancak tüm bu anlatılanlar ve anlatılanların da ötesinde kendi gözlerimizin önünde olan o olay bizi gerçekten çok etkilemişti. Jaravaların bölgesinden geçerken gördüğümüz o adamın ifadesi bir türlü gözlerimin önünden gitmiyordu. Aslında o ifade tüm bu anlatılanlardan çok daha fazla şeyi anlatıyordu. O gün ormanın ortasında sırtında oku ve yayı ile otobüsü durduran o yaşlı adam, asfalt bir yolun üstünde tek başına kendini yolun ortasına atmış ve kollarını açmış o adam, sanki bizim gelişmiş makinalarımıza tek başına, sadece vücudu ile meydan okuyor gibiydi. Geçmişte yapılan hataların tekrarlanmaması ve bu insanların dış dünya ile temaslarını kendi hızlarında ve ancak kendi istedikleri şekilde gerçekleştirmelerini umarak adadan ayrıldık.
Fotoğraf: Uygarlık adını verdiğimiz modern yaşam, Jaravaların kâbusu oldu. Onlar yalın bir yaşama devam etmek istiyor sonsuza değin.
Atlas Temmuz 2012 / Sayı 232
Foto Galeri