Atlas, Moğolistan dağlarında ve çadır şehirlerinde, yeniden uyanışa geçen Şamanların saklı dünyalarına davet aldı. Görülmeyeni gördü.
Yazı Ve Fotoğraflar: Özcan Yüksek
Kuday’ın yurdu Altay Dağları’nda yıllar yıllar önce ağaç kütüklerinden çatma evinde gecelediğim kam kadının bana söylediği o sözün asıl özünü yeni yeni anlıyorum.
Dağlık Altaylı kam, konuştuğum dilin adeta hiç bozulmamış, öz, yabansı ve öylesine yalın, suyun kaynağı kadar saf ve henüz ağızdan dökülmüş sözcükleriyle anlatıyordu ki, benim büyülenme halimi biraz da bu yaratıyordu. Telengit Kam kadının Altay sözüyle dile getirdiği, Anadolu Türkçesiyle şu anlama geliyordu:
Bilmek isteyen yola çıkar.
Kam kadının “kut”sal saydığı ateşin ağzına, göğün yüzüne süt saçarken her defasında söylediği gibi, “yedi kulaklı bir kazandır” yeryüzü artık benim için. Çoktan yola çıktım. Onun hep söylediği kam “alkış”ı, kam şarkısı dilimde:
“Azgın sulara yol ver. Azgın sulara yol ver.”
Durdurulan sular, akışı engellenen nehirler, dereler için mırıldanıyorum.
“Azgın sulara yol ver!”
Oysa kam kadının yeni anlamaya başladığım sözünün bir anlamı evden çıkmak, yola çıkmak, uzağa gitmek olsa bile, bir anlamı da, geldiğin yere dönmektir. Uzaklaştığın yere dönmek, asıl evine, kaynağına geri gitmektir.
Türkçenin kayağı Altay’da, dil, kaybolmuş bir mantığın sırlarını döker gibidir, dönüşümlü ifadeler vardır, çelişki, zıtlık, bir varmış bir yokmuş, bir aradadır. Dil suyun yürüyüşü, dönüşümü gibidir; o yüzden rahatlıkla şunu söyleyebilirim:
Uzaklaşmak yakınlaşmaktır.
Gitmek dönmektir.
Tıpkı Sayan Dağları’nın güneyinde rengeyikleriyle yaşayan Dukhaların ağır hastalarını, günlerce at sırtında yolculuk yaparak, su içmek için ırmağın kaynağına götürmeleri gibi. Kaynağa gitmek.
Ere Çuy denilen, benim ise Eren Çay ya da Eren Su diye anladığım ırmağın kaynağına da gitmiştik. “Altaylı İyesi” burada geziniyordu, çünkü “iyeli cok neme cok” yani “iye yoksa hiç bir şey yok”tu. Bu iye sözcüğü dilimizde artık pek az yer tutuyor, onun yerine “sahip” diyoruz. Aynı anlama geliyor gibi olsa da farklı duygu ve ilişkileri çağrıştırıyor. Dukha hamları da “cer iyesi” yani “yer iyesi” diyordu doğanın bu görünmez güçlerine ya da “eren”lerine. Eren Suyu’nun kaynağında şunu fark etmiştim ki, kamlar, hamlar ve şamanlar için bilginin kendine ulaşma yolu bilginin içerdiğinden daha önemlidir. Doğadan uzaklaşmak bilginin içeriğinden çok bilginin sürecinden uzaklaşmak anlamına geliyordu insan için.
Doğadan uzaklaştık, doğaya gitmeliyiz. Kam kadının söylediği bu olmalıydı. Çünkü Kuzey Altaylar’da, Kuzey Sayanlar’da ya da şimdi gezindiğim Güney Altaylar ve Güney Sayanlar’da, tüm Şamanlar ve kamlar, bilmek için doğaya gidiyor, göklerin yukarısına, yerlerin altına yolculuklar yapıyor, bunun için bazen kartal oluyor, bazen yılan oluyor, ayı oluyor, diğer başka hayvanların donuna bürünüyor ve yola çıkıyorlar.
Bir kuzgun gibi düşünmek, doğan gibi kahkaha atmak, bir karga gibi anımsamak.
Bunları başarabilirsem daha iyi anlayacağım belki. Başara-bilmek, bilmekten geçiyor. Bilmekse, gide-bilmek, yola çıkmaktı; işte çıktım.
Anlatmak bütün zorlukları yener derler, en iyisi, gözlerimin ve kulaklarımın henüz yeni tanık olduklarını anlatayım ki, Darhat asıllı Moğol Şamanın, göğün ve yerin dokuz katına yaptığı bilme yolculuğunu kavrayabileyim.
Sapkınlıkla suçlanan Papaz Avakkum 1650’lerde Ortodoks Kilisesi tarafından Sibirya’nın merkezine, rengeyikleriyle yaşayan Evenkiler arasına sürülmüştü. Orada 1682’de, sapkınlık suçundan idam edildi ve onun tuttuğu notlardan, dış dünya, en azından Batı dünyası “Şaman” sözcüğünü ilk kez duydu. Sonraki 150 yıl boyunca Sibirya, misyonerlerin, çoğu önemli aydın siyasi mahkûmların, çar casuslarının, Avrupalı gezginlerin yolculuklarına tanık oldu. Tüm Sibirya, Urallar’dan Büyük Okyanus kıyısına büyük bir coğrafyada, bu gezginler, ruhu olan bir dünyayla karşılaşıyorlardı. Her şeyin ruhu vardı, yalnızca hayvanların, bitkilerin değil, bütün doğa olaylarının, kayaların, suların, rüzgârın, dağların. Bu ruhlar, sağlık ya da hastalık, yiyecek ya da barınak, kişi ya da topluluk, bütün fiziksel dünyayı etkiliyordu. Bu ruhlarla iyi ilişkiler içinde bulunmak yaşamsal önemdeydi. Papaz Avakkum’un notlarında geçen “saman” ya da “şaman” sözcüğü tüm Sibirya, Orta Asya, sonrasında dünyanın tüm kıtalarındaki geleneksel toplumlarda yaşayan ve her şeyin ruhu olduğunu söyleyen doğayla ayinsel ilişki kurma pratiğinin adı haline geldi. Rus kilisesinin misyonu, “Şamanizm” adını verdiği, ortak toplumsal inanma örüntüsünü yok edip, yerine Hıristiyanlığı ciddi şekilde geçirmekti. Büyük ölçüde bunu başardı da. Bundan sonraki tartışma, “Şamanizm” ya da “Şamanlık” bir inanç mı, yoksa ortak “davranışsal örüntü” mü noktasında devam etti.
Moğolistan
Üzerine altın rengi sivastika işlenmiş, miğfere benzeyen kızıl deriden başlığının önüne sıra sıra tutturulmuş kara deriden sicimlerden yüzünü göremediğim Şaman, dizlerinin üzerine çökmüştü. Birbirine çapraz getirilip Şaman davulu hengereğin içine yerleştirilmiş, yayının üzerine gerili bir ok gibi duran “bögi”yi, yani tutamağı sıkıca kavramıştı.
Omzundan eteklerine kıvranarak inen deriden yapılmış yılanlar, onun yerin altından çıktığını işaret ediyordu; diğer yandan, yeraltı dünyasına girmesini de sağlıyor ve oradan bir “ruh”un buraya gelmesini kolaylaştırıyordu. Kara Şaman mıydı, yoksa yeraltı Şamanı mıydı bilemedim, her iki omzundan yılan başlarının çıktığı giysisiyle bana iyice yaklaştı ve kulağıma doğru eğildi, hırıltı sesle bir şeyler fısıldadı. Bir kadın sesi miydi yoksa erkek sesi miydi, anlayamadım.
Anlatacak çok şeye tanık oldum. Moğol çadırı “ger”in içindeki bu ayine döneceğim, daha öncesinde, bir dağın zirvesinde tanık olduğum Şaman ayinine geri gitmek istiyorum. Dönüyorum, çünkü yolculuk ve bilmek bir dönüşümdür, döne döne anımsıyor zihnin kendisi de.
Gökten yağmurla birlikte indiğini söyleyen, benim ilk tanıştığım Şaman da cılız, incecik sesiyle kulağıma bir şeyler mırıldanmıştı. Ne mırıldadığını bilmiyordum, öğrenmek istedim. Sordum; söylenmez dedi. “Senin atalarının konuştuğu dilde şarkılar söyledim, göklerin ve yerlerin konuklarının bana dile getirdiklerini dile getirdim.”
Ulan Bator civarındaki Dolaani İngir Dağı’na tırmanan kalabalık bir küme insanın önündeki ihtiyar Şamanı, yorulmayan adımlarla karlara batıp çıkarken, zirveye doğru koştururken bir süre izledim. Sonradan 84 yaşında olduğunu öğrendiğim Şaman, yamacın sonunda durdu, gökte beliren iki iri dağ kargasını işaret etti ve arkasındakilere seslendi:
“İşte bizi karşılamaya gelen ruhlar! İyiye işaret bu!”
Şamanın son sözü ve birazdan çıkacağı tinsel yolculuğu aklıma Rumi’yi getirdi bir an için. Onun gibi konuşayım ben de. “Her düşünceden bir kuş yaratır da o âlemde uçurur o.” Devam edeyim onun ağzından. “O düşüncelerin biri kuzgundur, biri doğandır, biri karga, hiçbiri öbürüne benzemez.”
Şamanın yolculuğuna tanık olmak için yola çıkmadan önce, kimi sorular sormuştum kendi kendime, onlardan biri de şuydu:
Uykudayken gördüğümüz, uyandığımızda pek çoğunu anımsamadığımız düşlerimizden tümüyle farklı türden, başka bir düş görüyor olabilir miyiz acaba?
Gözlerimiz ve duyularımız açıkken görülen bir düşten söz ediyorum aslında. Tüm dünyanın, hatta evrenin halihazırda gördüğü bir düşün parçası olmaktan söz ediyorum. Farkında olmadığımız, fakat Şamanın, davuluyla, ellerini havaya açarak, dağ kargalarına seslenerek, geçmiş zamanlara, yaklaşmakta olan zamana kulak vererek gördüğü anlatılmaz bir düşten…
Zihnimizde birbirinden kopmuş gibi duran zamanın iki ucunu, geçmişi ve geleceği bağlamak; milyarlarca kilometreyi, günleri, haftaları birbirine yeniden iliştirmek; kendi eylemlerimize tanıklık ederken hâlâ oluşumunu sürdüren evrenin etkin ve edilgen bir parçası olmak; ağız kopuzuyla dağların sesine karşılık vermek; saçlarımıza sıkıştırdığımız kartal tüyleriyle havada uçan kuşların kanadı olmak; sac sobada yanan odunların üzerine Şamanın saçtığı keskin kokulu otların dumanını soluyarak, ateşin ve bitkinin özünü, havayı ciğerlerimizde dolaştırmak; yurt çadırının keçe duvarlarında titreşen döngürlerin sesiyle, içinde durduğumuz oluşu, varoluşu hissetmek… Gerçeğin içindeki düş gibi bir şeyden söz ediyorum. Atomlar, atom-altılar ve yörüngelerinde yorulmadan dolanan gezegenler gibi dönüp duran o Şamanlar, yarattıkları bir düş sarhoşluğunun hem faili hem de tanığıydılar. Bütün bunlara gözlerinin önünde tanık olan biri bendim, biri Selcen’di, biri Yıldırım’dı. Bizi bu ayine davet eden, gizli kapıları bizim için açan, içlerine kabul eden Şamanı bizimle tanıştıran Moğol dostlarımız da bizimle birlikteydi.
Buryat ve Huvsgöl Şamanlarından karma, kalabalık, aşağı yukarı yirmi kişilik bir topluluktu ayini gerçekleştirenler. Çadırın kapısı sürekli aralanıyor, birileri çıkıyor, birileri giriyor, bir yeraltı ayini, bir gökyüzü ayini yapılıyor, ateşler yakılıyor, alevler yalanıyor, kötülüklerin üzerine sular, darıdan süzülmüş alkoller püskürtülüyor, ziyaretçi ruhlar gelip gidiyordu. Ayinin bir yerinde, dinlenme anında, hepsini teker teker, isim isim, yurt yurt bize tanıttı kadın Şaman.
Şaman ve yardımcıları, yardım arayanlar ve yardım bulanlar, yuvarlak yurt çadırının içinde, evrendeki her maddeyi her maddeyle, ışığın dalgalarını, tanelerini birbirleriyle, yapraklarla, tozlarla, yıldızlarla, parmak uçlarıyla, uçuşan saçlarla, kıvranan yılanlarla, kayalarla, akan sularla buluşturuyorlardı. Kaynamakta olan suyla donmakta olan suyu, sonsuzlukla sonluluğu birbirine görünmez atomcuklar halinde çarpıştırıyorlardı.
Hangisi önceydi; sonlu dediğimiz mi önceydi, sonsuz dediğimiz mi? Her şey birbirinin içine katlanıyor, birbirinin içine açılıyordu. Gelecek ve geçmiş birbirine dönüşüyordu. Dizlerimin üstünde, önünde durduğum Şaman, bana doğru başını eğdi, ince, bebeksi sesiyle kulağıma bir şeyler fısıldadı. Hemen bana söylendi ki, Şaman, 24 kuşak önceki ailemden söz ediyormuş, “Akin” diye bir soy adından. Şamanın söylediklerini, yanı başımda çömelmiş Moğol dostum Kişge bana aktarıyordu. Şaşkınlık içinde, ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi bilememiş, yanından gitmiştim, zaten sırasını bekleyen, “ger” çadırın içinde geçmişten ya da gelecekten haber umanların sayısı çoktu.
Çok sayıda Şamanın sırayla tinsel yolculuklarını gerçekleştirdiği ayinleri yöneten Saruul Sambuu’nun öyküsünü merak etmiş ve ayin sonunda onunla görüşmüştüm. Kadın Şaman, tam 15 kuşak önce yaşamış, 105 yaşında ölmüş Namdag adlı kendi soyundan büyük bir Şamanın devamı olarak geç yaşında onun yerini almıştı.
Saruul Sambuu, elli yaşında bir kadındı ve Şaman olma öyküsü, alışılmışın fazlasıyla dışındaydı. Doksanlı yıllarda kanser teşhisi konmuş, hastalığı öylesine ilerlemiş ki, hekimler ona, artık hastanede kalmasına gerek olmadığını, evine gitmesinin iyi olacağını söylemişler. Saruul Sambuu da ölmek için, doğduğu Khentii oymağına (aymağına) dönmeyi tercih etmiş. Khentii’de görüştüğü bir Buryat Şamanı ona, “Sen Şaman olmaya yazgılı birisin, atalarının ruhu seni bekliyor” demiş. Buryat Şamanın tavsiyesine uyarak Şamanlık sürecine girmiş ve ölümcül hastalığı ise hiçbir iz kalmamacasına iyileşmiş.
Şamanlık üzerine okuduğum araştırma kitaplarından birinde, yazar, Şaman yolculuğunun özünü tarif ediyordu. Şaman, “trans” haline geçerek, ruhunu kurtarıyor ve görünmez dünyanın âlemlerinde dolaşabiliyordu. Gittiği yer önemliydi, çünkü ancak orada, kendisine yardım edecek ruhla, Sayan ve Altay yöresindeki adıyla söyleyeyim, “eren”lerle, Darhat diliyle söyleyeyim “böö”lerle buluşuyordu. Çocukluğumuzda bizi korkutmak için söylenen “böö” ile..
O böö, Şamana, fiziksel dünyada yapmak istediği değişiklik için gerekli gücü veriyordu. Dolayısıyla, görünmez âlemin ereniyle bağlantı kurmak hiç yeterli değildi; tekrar tekrar buluşabilmek ve yardım alabilmek için onunla uzun dönemli bir ilişki kurmak gerekiyordu.
Şaman, bizim bildiğimiz fiziksel dünyadan farklı, görünmez bir âleme (eytişimsel mantıkçıların “dördüncü boyut”una belki de) “Yukarı Dünya”ya yolculuğa çıktığında, göğün erenleriyle buluştuğunda gördüklerini dönünce sözle anlatabilmek için metaforlar kullanıyordu. Her şey bu anlatımda kendi özüne, metafora, yani dönüşüme geçmiş oluyordu. Asıl olan dönüşümdür sözüne uygun hale geliyordu. Kuş gibi uçuyor, gökkuşağı köprüsünden geçiyor, Yukarı Dünya’ya Yaşam Ağacı’nın dallarıyla tırmanıyor ya da ihtiyar Şamanın bizi çıkardığı gibi bir dağın zirvesine çıkıyordu.
Şamanın kendinden geçme, yani trans hali, onun Aşağı Dünya’ya gitmesini, orada yaşayan hayvanlarla, diğer erenlerle ilişki kurmasını da sağlıyor ve orada Ölüler Ülkesi’ni de ziyaret edebiliyordu. Bu defa yolculuğunu tarif etmek için kullandığı metaforlar, Yaşam Ağacı’nın dalları değil, kökleri oluyordu. Bir mağaraya giriyor veya dünyanın merkezindeki bir dağın iç derinliklerine iniyordu.
Yukarı Dünya ya da Aşağı Dünya’da, Şamana her zaman o görünmez iki dünyanın erenleri yardımcı oluyor, koruyor, yol gösteriyordu.
Aslında Şaman, içinde yaşadığı toplumdaki herkesten farklı olarak, kendi soyundaki ölmüşleriyle de temasa geçebiliyordu. Atalarının ruhları da Şamana yardım ediyor ve ona Aşağı Dünya’da yol gösteriyordu.
Şaman, çok acı veren, ürkütücü ve olağanüstü zahmetli bir sürece katlanarak ve bu yolda öğrendikleriyle görünmez dünyalara yolculuğa çıkıp oranın sakinleriyle konuşabiliyordu. Düngür, tür, hengereg, diğer başka Şaman davulu çalmak, çıngırak çınlatmak, şarkılar, alkışlar, danslar, sunular, bütün bunlar, hepsi, kendinden geçme haline yardımcı oluyordu. Şöyle tarifler yapılıyordu: Kendinden geçme hali sırasında, Şamanın ruhu bedeninden ayrılıyor ve erenlerin, ruhların dünyasında yolculuğa çıkıyordu.
Ruh yerine eren sözcüğünü tercih etmemin nedeni de, yine Darhat Şamanın görüşüne göre, bir değil üç çeşit ruhun olmasıydı. Dukhalar da, insanda, “sünesin” dedikleri ruhlardan üç çeşit bulunduğunu söylüyorlardı. Bunlardan yalnızca biri, öldükten sonra kalıyordu.
Ger’deki Şaman ayini sırasında, henüz yeni doğmuş bir bebek de annesi ve babası tarafından oraya getirilmişti. Şaman, görünmez âlemine yaptığı yolculuktan dönmüş müydü, yoksa oradan mı sesleniyordu tam bilemiyorum, ama konuştuğunda sesi bir bebek sesiydi, öyle işitiliyordu. Şaman, bebek sesiyle, kundaktaki yavrusunu kucağında tutan anneye bir şeyler söylüyordu.
Bebeğin yedi aylık ve yalnızca 1.2 kilo doğduğunu, gözlerinin gelişmediği için göremediğini, hekimlerin önerdiği ameliyatın çok pahalı olduğunu, bu yüzden anne ve babasının onu Şamana getirdiklerini öğrendim.
Şaman, “erenlerin” yardımıyla görünmez dünyada dolaşabilen bir şifacıdır asıl olarak diyebiliriz. Amerikalı araştırmacı Cristina Pratt, görünmezler dünyasını şöyle tarif eder:
“Görünmez dünya, bizi etkileyen ama göremediğimiz kendi dünyamızdaki ruhsal, duygusal, psikolojik, mitolojik, arketipsel ve düşsel dünyalar dahil tüm etkenleri içerir.”
Şamanın görünmez dünyada temas kurduğu “eren”e, İngiliz lisanında “spirit” deniyor; Algonkuya Kızılderilileri “manitu” diyor, Maoriler “mana”, Melanezyalılar “orenda”, İrakualar “oki”, Siyular “vakan” adını veriyor. Altaylar’daki kam kadından öğrenmiş idim, Tilingit Türkleri, görünmez dünyanın görünmez güçlerine, “eren” diyor ya da “yok” diyor.
Belki de Görünmeyen Boyut’taki varlığı en iyi anlatan sözcük “yok” bizim için. Filozofların varlık ve yokluğun birliği belki de en güzel bu “yok” kişisinde ifade buluyor.
İşte bu “yoklar” ki, Şamana, evrendeki bütün şeyleri birleştiren, birbirine bağlayan gücü ve enerjiyi bağışlıyor. Yokların gücü, varlıklar dünyasında Şaman aracılığıyla değişiklikler yaratıyor. En yalın şekilde ifade edersek, görünen ile görünmez dünyalar arasında bozulan uyumu, dengeyi, “yoklar” yardımıyla Şaman yeniden sağlıyor.
Bu yüzden Şamanlık bir din değil. Pek çok dinin tarif ettiği türden bir Tanrı kavramı, kitap biçiminde bir öğretisi yok. Onun yerine “yok” var.
Şamanlık bir inanç da değil. Şaman için şuna inanıyor ya da buna inanıyor demek, doğru bir ifade olmaz. Şöyle demek daha doğru belki de: Şaman inanmaz, deneyim yaşar. Şaman yapar ve bir şeyler olur da denebilir. Şamanlığı anlatan bilimciler işte bu yüzden derler ki; Şamanlar ve Şaman kültüründeki insanlar için; inandıkları bir eylem gerçekleştirmezler, yalnızca o eylemi yaparlar, onu deneyimlerler, görünmez dünyalarda yaşarlar. İnanıp inanmamak, Şamanlığa tanık olana, anlamaya çalışana, işiten ve okuyana kalmış.
Geleneksel Şamanlıkta asıl olarak insanlarla yaşadıkları doğa ve çevre arasında karşılıklı sağlıklı denge sağlanmaya çalışılır, bozulan uyumsuzluk düzeltilir. Şaman, “yoklar”ın yardımıyla, içinde yaşadığı toplumun gereksindiği dengeyi sağlar. Bir kez daha felsefe diliyle ifade edersek eğer, “yok”, “var”ı yeniden ve yeniden dengeye getirir.
Tam da bu noktada, başka türden bir düş benzetmesine yeniden geri dönebiliriz. Şaman için “Yoklar Dünyası” bütün olasılıkların var olduğu yerdir aynı zamanda. Fiziksel dünya ise en mümkün olabilecek olasılıkların kendini ortaya koyduğu yer. Şaman, fiziksel dünya ya da uzayı, düşlerin kendini sürekli ortaya koyduğu yer olarak tarif eder. Bu yüzden atalarımız ya da biz, gelecekte olabilecekleri bilebiliriz. Yine bu yüzden, Şaman fiziksel dünyayı değiştirebilmek için, o dünyanın dışına çıkar ve henüz gerçekleşmemiş düşleri değiştirmeye çalışır. Uygun bir benzetme olur mu bilmem ama bozulan arabayı tamir için motor kapağını açmak gibi bir şey adeta. Şaman bir tamircidir adeta. Kısacası Şaman, ayini sırasında, yoklar ile varlar, düşler ile gerçekler (fiziksel) dünyası arasında bir aracıdır.
Şaman yolunda zaman da döngüseldir, hatta kimi Şaman kültürlerinde zaman kavramı dahi yoktur. Şamanın zaman anlayışında her şey “bütün”ü etkiler, ama her şey. Tıpkı Binbir Gece Masalları’nda Şehrazad’ın anlattığı ilk öyküde olduğu gibidir. Tacir, yediği hurmaların çekirdeklerini boşluğa atar ve o anda ifrit elinde kılıcıyla belirir ve “Sen benim oğlumu öldürdün, ben de senin canını alacağım” der. Öykü şunu demek ister ki, ister görelim ister görmeyelim, yaptığımız her şey sonuç yaratır. Masalların ifriti, Şamanların görünmezler âlemindeki “yoklar”ına benzemiyor mu? Tekillik alanındaki ardışık neden sonuç ilişkisi, kullandığımız mantığa uygun ama Şamanın veya masalın döngüsel, bütünsel mantığına ve zaman anlayışına pek uygun gözükmüyor. Zaman, sonsuza iki uçta değil, yine sonsuz uçta gidiyor. Şaman işte bu noktada, zamanın doğasının içinde yolculuğa çıkıyor, oluşun dalgaları arasında geziniyor.
Yeşil Başlıklılar
Şamanlar 1999’dan sonra yeniden özgürlüğüne kavuştu, sayıları artmaya başladı, buna rağmen hâlâ tedirginler, o yüzden eşiklerini kimseye açmıyorlar, bir tek bize açtıklarını söylediklerinde ise inanmakta güçlük çekmiştik. Ger çadırındaki ayine tanık olmamız için bize kapıyı açan Şaman Saruul da, “Sovyetler’in etkisiyle çok sayıda Şaman ve lamanın öldürüldüğünü” söylemişti.
Aynı konuyu diğer Şamana da açtım. Şamanların sayısı neden azaldı sorusunu yönelttiğimde, Şaman Lihagvacab, anlatmaya koyuldu. “Otuzlu yıllardı, Sovyet baskısıyla Şamanlık ve Budacılık dahil her türlü inanış ve din yasaklanmıştı… Yeşil Başlıklılar dağda bayırda, her yanda dolanıyordu…”
“Kim bu Yeşil Başlıklılar?”
“Askerlerin yeşil başlıkları vardı. Yeşil Başlıklılar, ayinlere baskınlar düzenliyor, Şamanları ve lamaları yakalayıp zindanlara atıyor ya da öldürüyorlardı.”
“Stalin döneminde Sovyetler’de, Şamanların ormanlara sığındığını, oralarda saklandığını, oralarda, ormanlarla topluca yakıldıklarını işitmiştim?”
“Evet, sınırın öte yanında buna benzer olayların olduğunu anlatırdı büyüklerimiz. Huvsgöl’de, dağlardaki mağaralara saklanırmış Şamanlar ve lamalar.”
Lögsün, 1930’lu yıllardaki büyük Şaman temizliği sonrasında, dedesinin onu nasıl bir Şaman olarak gizli gizli eğittiğini anlatırken küçücük bir çocukken bile benliğinde en küçük bir korku belirtisi yaşamadığını hissediyordum. Şaman davulu yapamadıkları, kullanamadıkları, hatta saklayamadıkları için, bakır tencereleri kullandıklarını öğrenmiştim. Yüzlerce yıllık Şaman geleneği gereği, yabani doğanın içinde günlerce, haftalarca kalması gerekirken, bunu yapamadıklarını, gün boyu Sayan Dağları’nda dedesiyle dolaştıklarını, hayvanları, otları, çiçekleri, nehirleri, rüzgârı, bulutları, yağmuru, yıldırımları tanıdığını, ama her seferinde dağdan ayrılıp geceyi köyde geçirdiklerini anlattı bana.
Dedesi, bütün gizliliğine rağmen yine de Yeşil Başlıklıların kendisini öğrenmelerine engel olamamış. Bizi dağdaki ayinine davet eden Şaman, dedesinin ağzından dinlediği bir öyküyü bana oracıkta anlatmıştı.
Yeşil Başlıklılar etrafını sarmışlar dedesinin. Bunun üzerine, otlattığı sürüden üç tane kara keçi yakalayıp, onların önünde üçünü de baş aşağı tutmuş ve bir Şaman ayini gerçekleştirmiş. Ardından bıçağıyla keçilerin başlarını kesmiş, ama keçilerin kanı toprağa dökülmüyormuş; boyundan fışkıran kan, Yeşil Başlıklıların, yani askerlerin üzerine, yüzlerine kırmızı boya gibi püskürüyormuş. Keçi kanına bulanan Yeşil Başlıklılar, birden dedesini bırakıp, orada birbirlerine düşmüşler, dövüşmüşler, silahlarını birbirine doğrultup birbirlerini öldürmüşler.
Öyküden oldukça etkilenmiştim; Tuvalı Şaman Monguş Kenin Lopsan’ın geçen yüzyılın başlarında derlediği, akıl sır ermez Şaman öykülerini andırıyordu. Selcen Küçüksütel’in Dukhalardan işitip derlediği ve bir iki tanesini bana anlattığı Şaman öyküleri de bunlara benziyordu.
Bu denli etkileyici, gerçeküstü öyküler yeni Şamanlar tarafından pek anlatılmıyordu. Bu Şaman da (Oyunerdene), “Kendi işittiğim dışında, bir Şaman öyküsü anlatmam” diyerek önce, dedesinden bir öykü daha anlatmış, sonra da kendisine ait bir öyküyü bizimle paylaşmıştı.
“Dedemin, kara başlı koyunlardan oluşan bir sürüsü vardı” diye söze girdi. Sonra cebinden bir Şaman aynası çıkardı “Bu ayna, kötülüklerden korur” dedi. Konuşmasını sürdürdü. Benim gözüm, üç parmak çapındaki küçük, sarı aynanın üzerindeydi, kulağım da Şamanın öyküsündeydi.
Dedesinin sürüsünden koyunlar çalınmış. O da, sürüdeki en yaşlı, kara başlı koyunu ayırmış ve keskin bıçağıyla başını kesmiş; ama kanını yere akıtmak yerine, Şaman aynasının üzerine dökmüş. Sonrasında, kızıla kesen aynadaki kanlar, hırsızların çaldığı koyunların üzerine püskürmüş ve uçan kanları takip eden dedesi Luvsan, kan rengine bürünmüş kara başlı koyunlarını kolayca bulmuş.
Gözlerim yine, boynundan çıkardığı Şaman aynasına takılı kalmıştı, arkasına on iki hayvan takvimi kabartmaları kazılıydı. Masanın üzerinde beyaz bir su kabı vardı, madalyon aynayı onun üzerinde birkaç kez gezdirdi, bir süre orada tuttu, diğer eliyle, kabın içinden aynaya su fiskelemeye başladı, bir süre de böyle devam etti, sonra dilini dışarı çıkardı ve madalyon aynayı yaladı. Bu esnada ona, kendisine ait hiç bu çeşit Şaman öyküsü olup olmadığını sordum. Yanıt vermedi. Hemen arkamızda oturan karısı ayağa kalktı ve bir keresinde, dedesinin yaptığı kanlı ayinin benzerini onun da yaptığını söyledi. Sonra da ekledi, “Ama çok tehlikeli bir Şaman ayinidir. Eğer iyi yapamazsan ölürsün!”
Darhat asıllı ihtiyar Şaman, karısının sözünü ettiği öyküyü yine de bize anlatmadı. Konuşma, gündüz Çingilte Dağı’nın zirvesinde yaptığımız ayinden sonra, akşam geç bir saatte, Ulan Bator’daki işyerinde gerçekleşiyordu. Daracık bir odaydı, duvarda çeşitli şekillerde Şaman davulu hengeregler, çeşitli renklerde şerit kumaşlar, çalamalar, kurdeleler, ongutlar, ne olduğunu anlayamadığım başka kabartmalar, heykelcikler asılıydı. Bir ara, acil bir hastası olduğunu öğrendiğimiz biriyle telefonda konuştu. Sonra, bizden özür dileyerek bir süreliğine izin istedi, bizi dışarı çıkardı. O saatte oldukça ıssız, kirli beyaz duvarlı iş hanının dar koridorunda, deri taklidi, eski bir koltuk konulmuştu. Kalabalık sayılırdık, anca iki kişi oturabildi, Türkçe bilen yeğeni ve ben ayakta bir yarım saat bekledik. Sonra içeri buyur edildik. Sabah erkenden yola çıkacak genç bir karı koca, sağlıkla ilgili sorunları için Şamana ziyarete gelmişlerdi.
Bizim söyleşimiz devam etti. Şaman Lihagvacab, duvarda asılı, üçgen şekilli büyükçe bir Şaman davulunu, içindeki çapraz tutamağı kavrayarak indirdi. Kara keçi derisinden davulun iç tutamağı, yıldırım çarpmış bir ağaçtandı. Tür’ün deri örtüsü yekpare renkte değildi, öbek öbek koyuluklarla kaplıydı. Nedenini öğrenince, üç davula bir kez daha dikkatli gözlerle bakmaya koyuldum.
Şimdi elinde tuttuğu “tür” nazara karşı çalınıyordu; yalnızca çalınmıyor, kanla bezeniyordu. Nedense Lihagvacab, o gece hep, içinde kan geçen öyküler ve ayinleri anlatıyordu. Türkçe bilen yeğeni nazar diye çevirmişti üçgen davulun gücünü ama işin aslını öğrenince, bunun ötesinde bir sorun olduğunu anlayacaktım. Doğayla ilintili bir suçun cezasını ortadan kaldırmaya dönük bir gücü vardı üçgen davulun. Sanki önleyici, koruyucu değil de, daha çok affedici, sağaltıcı bir yanı vardı. Örneğin, bir dağın yamacından, ondan izinsiz ya da onun izin verdiğinden fazla sayıda çiçek mi kopardın, bu senin doğayı kirlettiğin anlamına geliyordu. Dağın öfkesini üzerine çekeceksin demekti. İşte üçgen davul bu öfkeyi bertaraf ediyordu. Şaman senin serçe parmağından kan alıyor ve üçgen davulunun üzerine bolca sürüyordu. Keçi derisinin üzerindeki koyu lekelerin kan lekeleri olduğunu böylece öğrenmiş oldum.
Davula derisi sarılan keçinin de kara renkli olması gerekiyormuş. Davulun her üç kenarına kavrayıcı demirler çakılıydı. Sonunda davula Moğolca “hingrig” veya “hiş” dendiğini, uzun saplı tokmağın adının da “hatan” olduğunu öğrendim.
Üçgen davulu yerine astı, hemen yanına takılı, aynı büyüklükteki altıgen davulu indirip getirdi. Bu davul da dağın, yani doğanın cezalandırıcı ruhundan korunmak için gerekliydi. Altıgen davul kızıl ya da mavi keçinin derisinden yapılıyormuş. Yuvarlak davul ise ak keçinin derisiyle kaplanıyormuş. Yuvarlak davul, aile ve yine doğayla ilintiliymiş. Eskiden, keçi derisi yerine geyik derisi kullanmak daha yaygınmış, ama keçi derisi geyiğe göre daha dayanıklıymış.
Bütün davulların kenarları, yak tüyünün püskülleriyle süslenmişti. Çünkü dünya yok olduğunda tek bir hayvan canlı kalacaktı, o da yüksek yerlerin dayanıklı hayvanı yak.
Şaman inancının en çarpıcı yanlarından biri, özellikle Sibirya söz konusu olduğunda, Şaman olma süreciydi. Güney Sibirya’da, Altay ve Tuva’da çeşitli Şaman ayinlerine katılma fırsatım olmuştu, ama ilk kez bir Şamana, nasıl Şaman olduğunu sormuş ve merakla onu dinlemeye koyulmuştum.
Lihagvacab, ailenin soyunun 17’nci Şamanıydı. Dedesi, henüz üç aylıkken, onu bir ağaç kovuğunun içine üç gün boyunca bırakmış, o esnada uzun saatler süren Şaman ayinleri yapmış. Lihagvacab, bu esnada yan masasındaki bilgisayarını açtı ve içinde üç gün tutulduğu ağaç kovuğunun fotoğrafını bize gösterdi. Bu ağaca daha sonra yıldırım çarptığını da belirtti.
Sonrasında dedesi ve Lihagvacab, önce üç yaşında, sonra beş yaşında, en sonra da dokuz yaşında, Huvsgöl’ü kuşatan Sayan Dağları’nın eteklerinde, uzun doğa yürüyüşleri gerçekleştirmişler. Sabah gün doğarken yola çıkıyor, gün batarken de dağdan iniyorlarmış. İnsanlar kuşkulanmasın, Şamanlığa dönük bir çaba olduğunu sezmesinler diye dağda gece kalmıyorlarmış.
Sonrasında dokuz ve 13 yaşları arasında Şaman davulunu temsilen bakır tasını hingrik olarak çalmaya başlamış, bunun yanı sıra tokmak çıngırağını sallamakta ustalaşmak için alıştırmalar yapıyormuş.
Dedesi öğretmenmiş, babası Şaman olmamış, yakınları ve etrafındaki herkes onu seçmiş. “Seçim nasıl oluyor” diye sordum.
Bu soruyu işitince ahşap masasının ardındaki sandalyesinde iyice geriye kaykıldı, çekmecesini çekti ve içinden, önce bir avuç deniz taşı çıkarıp masanın üzerine serpti. Taşlar, yakamoz yapan su gibi parıldıyordu. Sonra yine sağ mı sol mu olduğunu anımsayamadığım avucuyla taşları topladı ve bir elinden diğerine geçirmeye koyuldu. Bunu dokuz defa yaptığını söyledi. Üç kere iki avucunda çalkaladıktan sonra tekrar masanın üzerine serpti. Taşların bir kısmı koyu laciverte dönüyordu, bir kısmı da açık maviye. Bu serpmenin sonunda, koyular ve açıkların yan yana gelişlerine bakmak gerekiyordu. Eğer koyu renkli taşlar, yani karalar, daha çok çıkmışsa durum kötü demekti; aklar daha fazla bir araya gelmişse tam tersi, iyiyi işaret ediyordu.
İşte Şaman Lihagvacab için, yakınları ve yörede yaşayanlar, bu çeşit kırk bir fal bakmış, hepsinden de “iyi” olarak çıkmış. İşte Şaman böyle seçiliyormuş, görünmez güçler, doğanın ruhları, Şamanı işaret ediyormuş.
Sonra ekrandaki fotoğrafları açtı ve 30’lu yıllarda Şamanların gizlendikleri mağaraları gösterdi. Bu gizli mağaralara gider, kimsenin işitmeyeceği seviyede Şaman davulları çalar, ayinler yaparlarmış. Bu mağaranın yerini de tarif etti, Mörön’e varmadan, Arşant denilen bölgedeymiş. Arşant adı “Bin Lama” anlamına geliyormuş ve bu isim de, geçen yüzyılda öldürülen bin lamayı ifade ediyormuş.
Lihagvacab’ı, 18 konuda uzman 18 “Zern” yani “usta Şaman” eğitmiş. Zaten o tarihlerde meslek erbapları yokmuş, her mesleğin piri diyebileceğimiz, her mesleğin bir Şamanı olurmuş. Moğolcada Şamanlara “Bu” deniyormuş, ama yalnızca usta Şamana “Zern” denirmiş. En usta Şamana da Birinci Zern unvanı verilirmiş.
Bu unvanlara rağmen Şamanların herkesi eşit gördüğünü belirtmek gerekir, Şamanlığın özü denkliğe dayanıyor. Bunu ihtiyar Şaman da doğruladı. Şamanlar ne kimseyi aşağılar, ne kimseye boyun eğerler. Yalnızca insanlar arasında değildir bu görüşleri, bütün canlılar arasında da aynı değer geçerlidir n
ATLAS NİSAN 2013 / SAYI: 241
Foto Galeri