Kaderin rüzgârını yelkenine dolduran nice tüccarı, fatihi, maceracıyı kendine çekti Rodos. Karialılara da ev sahipliği yaptı, St. Jean Şövalyeleri’nin mühendislik harikası surlarını aşmayı başaran Osmanlılara da. Ege ve Akdeniz kavşağında dev bir zümrüt gibi parlayan adada eski günlerin anısı hâlâ yaşatılıyor.
Yazı: Esra Danacıoğlu / Fotoğraf: Kerem Yücel
Yeşil çayırları, derin vadileri, ılık öğle sonralarında salınarak dolaşılan pazaryerleri ve taştan kentleriyle bir gün aniden lacivert sulara gömülen gizemli bir kıtadan artakalan son kara parçası sanki Rodos Adası. Kıraç Ege adalarının arasında zümrüt bir damla gibi. Bir tarafta St. Paul, Anthony Quinn, Ladiko gibi olağanüstü koylar, öbür tarafta meyve bahçeleri, nehirler, ormanlar, tarlalar… Rodos öylesine bitimsiz su kaynaklarıyla bezeli ki iç taraflardaki barajlar adanın yazın milyonlarla ifade edilen nüfusuna yetmekle kalmıyor, borularla aktarıldığı diğer adaların da su ihtiyacını karşılıyor. Her köşesinde kristal pınarların, akarsuların çağladığı, kekik, limon ve çam kokularının birbirine karıştığı, türkuvaz koylarla bezeli Rodos Adası faniler için değil de Tanrılar için yaratılmış adeta. Nitekim Yunan mitolojisi de adanın Zeus’un Güneş Tanrısı Helios’a hediyesi olduğunu anlatır bize.
Bir kentin ya da uygarlığın rüyasını önce su görür. Önce su vardır ve suya malum olur kalabalık agoralar, kıran kırana pazarlık eden tacirler, avluları mozaikli evler, tıka basa dolu ambarlar, Acem halılarının asıldığı duvarlar, kâhinler, tapınaklar… Rodos, birbirine doğru köpürerek koşan Ege ve Akdeniz’in yosun kokan bir gece gördükleri ortak rüyaları olmalı. Kısmetin rüzgârını arkasına almış tüccarlar, denizciler, şövalyeler, ordular Rodos’a yönelmişler tarih boyunca. Çünkü Rodos korsan olsun olmasın tüm haritalarda bir define olarak kayıtlıdır. Çünkü Rodos verimli toprakları, çağıl çağıl sularından başka doğuyla batı, kuzeyle güney arasındaki tüm denizyollarının ortasında yer alır, yedi denizin zenginliği köpüklü dalgalarla kıyılarına vurur. İÖ 2500’den itibaren Anadolulu Karialılar, Lübnanlı Fenikeliler, Akalar, Dorlar, Elenler, Büyük İskender, Romalılar, Persler, Araplar, St. Jean Şövalyeleri, Memlukler, Osmanlılar hep bu rüyanın peşine düşmüştür.
Bu zümrüt adanın başına kurulmuş taştan bir taçtır Rodos kenti. Zamana inat uzun sürmüş bir kahkahadır Akdeniz’de. İnsanlığın kâmil halidir Rodos. Yunanlıları, St. Jean Şövalyeleri’ni, Osmanlıları, İtalyanları, Yahudileri, Müslümanları, Hıristiyanları, yelkenlerine kaderin rüzgarını doldurup gelen tüccarları ve fatihleri, işgalciler yahut kendilerine bu adayı yurt edinenleri; ezcümle hepsini bir zenginlik olarak kuşanmış, sindirmiş, kendisinin kılmıştır. Hiçbirinin ayrıkotları gibi sökülüp atılmadığından olsa gerek, 700 yıllık evlerle çarşıların, çeşmelerin, kilise ve camilerin birbirine dolandığı bir tarih bahçesidir Rodos.
Deniz ve kara surları Rodos kentini kıskanç bir istiridye kabuğu gibi kavrar, çevreler. Ama kent, kale duvarları ve gösterişli kent kapılarının üzerinden taşar; limana girdiğinizde size kırmızı damları, ağaçları, çan kuleleri, kubbeleri ve zarif minareleriyle enfes bir göz ziyafeti sunar. Eski kent evleri, taş sokakları, surları, savunma sistemi ve kent kapılarıyla son derece iyi korunmuş bir ortaçağ kentidir. Bu özellikleriyle 1988 yılından bu yana UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alır ve değil fabrikasyon PVC pencereler takmak, kapı kulplarını değiştirmek bile sur içi Rodos’ta hayli cüretkâr bir eylem sayılır. Kale duvarlarının hemen dışına kurulan modern kent, 20. yüzyıl boyunca, vaktiyle kenti çevreleyen yerleşimleri, köyleri içine alarak büyümüş, özellikle İtalyanlar döneminde yeni kamu binaları ve meydanlarla süslenen Mandraki-Akvaryum bölgesine doğru serpilmiştir. Çoğu turistik otel bu bölgede yer alır.
Sur içi Rodos tüm Akdeniz kentleri gibi çok katmanlı. Yunan ve Bizans Rodos’u kentin kesintisiz iskânı nedeniyle şu anda ancak arkeolojik kazıların konusu. Sur içi Rodos’ta kalan birkaç Bizans kilisesi olsa da bu binalar Katolik şövalyeler ve Müslüman Osmanlılar dönemlerinde öyle çok değişikliğe uğramışlar ki dönem karakteristiklerini büsbütün kaybetmişler. Bugün bakıldığında görünen kent önce “şövalyeler”in, sonra Osmanlıların mimari mirası.
Rodos Şövalyeleri ya da diğer adlarıyla St. Jean/Hospitalier Şövalyeleri, Tapınak Şövalyeleri’yle birlikte Haçlı Seferleri sürecinin doğurduğu iki büyük organizasyondan biri. St. Jean Şövalyeleri önce bir hayır örgütü, sonra askeri bir yapılanmayken Rodos’u ele geçirdikleri 1309’dan itibaren ithalat-ihracat yapan, kale ve kentler inşa eden, kendi donanması ve idari mekanizmaları olan bir tür devlete dönüşür; bazen korsan, bazen tüccar, genellikle de hem tüccar hem korsan bir devlete. Çokuluslu bir güç olan şövalyeler, her grubun kendi temsilcisini gönderdiği bir komite ve bu komitenin seçtiği Büyük Üstad eliyle 200 kusür yıl boyunca Rodos’u ve çevre adaları yönetir.
Sur içi Rodos’un şövalyelerin, soyluların yaşadığı, kamu binalarının sıralandığı kısmı Kollakiyum adını taşıyor. Kollakiyum’un merkezinde günümüzden ortaçağa uzanan özel bir geçit duygusu yaratan Şövalyeler Caddesi (haritalardaki adıyla Ippoton) var. Cem Sultan’ın adada kaldığı beş hafta boyunca konuk edildiği ev de bu caddede.
Şövalyeler, sur içi Rodos’un fanilerin yani tacirlerin, sıradan insanların, Yunanlıların, Yahudilerin yaşadığı kısmına Burgus (ya da Hora) adını vermişti. Burgus bir anlamda, hem şövalyeler, hem de Osmanlı döneminde aslında kocaman bir pazaryeriydi. Yünlü, ipekli kumaşlar, Kırım limanlarından yüklenen kürkler, havyarlar, Afrika’dan yola koyulan köleler, Anadolu’nun kerestesi, tarım ürünleri, Asya ve Arabistan’ın incisi, mercanı, karabiberi, tarçın ve zerdaçalı burada birbirine kavuşmuş, adaların şarap, zeytinyağı ve süngeri, Rodos’taki kuyumcuların göz nurlarıyla birleşip tezgâhlarda yerlerini almıştı. Şövalyeler ve Osmanlı döneminin ana ticari arkları Sokratous Caddesi (ya da Türklerin verdikleri isimle Uzun Çarşı) ve caddenin sonundaki Hippokrates Meydanı (eski adıyla Musluk Meydanı) bugün de ortaçağdaki kadar canlı ve şen şakrak. Ve bugün de yedi denizin halkını barındırıyor.
Kentin ölümlü, sıradan insanlara mahsus kısmı ana ticari arkların dışında her biri kıvrılmış bir saç teli gibi uzanan sokaklarla bezeli. Sur içinin dar sokaklarında, özellikle de Aya Fanouriou’da göreceğiniz evleri karşılıklı birbirlerine bağlayan küçük kemerler, deprem bölgesinde yer alan kentte tahribatı azaltmayı amaçlayan dâhiyane ortaçağ buluşları. Sokaklar, caddeler Osmanlı döneminde pek değişmemişti, hatta evler için de -biraz ihtiyatla- benzer bir değişmemişlikten söz edilebilir. Kente 1522’de giren Osmanlılar ilk iş savaşın neden olduğu tahribatı onarmış ve karakteristiğini ağır taş bloklarda gösteren kent dokusunu hemen hemen hiç bozmadan yüzyıllarca kullanmıştı. Minik dokunuşlar dışında evlere eklenen ahşap cumbalar, bahçelere kondurulan hamamlar Osmanlı’nın mirası. Zamanla yıpranan eski evlerin temelleri ya da alt katları korunmuş, üzerine Osmanlı ev dokusunun özelliklerini taşıyan katlar çıkılmış; böylece farklı dönem ve üslupların birbirine dolandığı melez bir kent yapısı oluşmuş.
Şövalyeler Rodos’unun (özellikle Osmanlı saldırılarına karşı) inşa ettiği savunma sistemi, bugün ortaçağ askeri/savunma mimarisinin yaşayan en iyi örneği kabul ediliyor. Surlar ve kapılar öylesine muhkem ki kent yaklaşık 300 şövalye ve birkaç bin askerle Kanuni’in 1522 yılındaki kuşatmasına tam 4 buçuk ay direnmişti. Her biri bir mühendislik harikası olan savunma sistemleri, taştan dalgalar gibi birbiri arkasından yükselen sur duvarları, mazgallar, araya giren düşman askerlerini yok etmek için oluşturulmuş hendekler ve gizli geçitlerden oluşuyor. Rodos’un kara surları ve gösterişli kapıları her gezginin mutlak ziyaret etmesi gereken yerler.
Rodos kuşatması 20 Aralık 1522’de kentin teslim olmayı kabul etmesi ile sonlanır, Şövalyeler kenti Osmanlı gemileriyle terk eder. Yeni hâkimlerin Rodos siyaseti, kentin tüm ticari zenginliğini ve canlılığını korumaya dayalı olsa da Osmanlılar, Hıristiyanlara sur içi Rodos’ta yaşamayı yasaklayacaktır. Hıristiyanlar kentteki işyerlerine gündüz gelir, akşam olup da kent kapıları kapanmadan önce terk etmek zorunda kalır. Bu siyaset iki sonuç doğurur. İlki eski kentin etrafında maraş/varoş denilen, Hıristiyanların meskenlerinin bulunduğu yerleşim yerlerinin belirmesidir ki bunlar bugün modern Rodos dediğimiz oluşumun altında büyük oranda kaybolup gitmiştir. İkincisi ise sur içi Rodos’un Müslüman ve Yahudi mahallelerinden oluşmasıdır. Toplam dokuz mahalleden oluşan Eski Rodos’un iki mahallesinin Yahudilere yedi mahallesinin ise Türklere ait olduğunu söylüyor kaynaklar.
Rodos’un gösterişli kapılarından girip taş sokaklarında dolaşmaya başladığınızda, bu mahallelerin büyük kısmının 50, 60 yıl önce Türk mahalle ve çarşıları olduğunu bilerek göz atın etrafınıza. Belki biraz dikkat kesilirseniz penceredeki sardunyalara su veren Ziynet Hanım’ın silik gölgesini, Faralyalı Konağı’nda misafirlerini ağırlayan Hesna Hanım’ın zarif gülümsemesini görebilirsiniz; Alaiyeli Mustafa Nazif Efendi’nin bakkal dükkânından taşan sabun, pudra ve kahve kokularını, Yahudi mahallesine doğru ilerleyen ve neredeyse tüm Yahudi cemaatinin katıldığı gelin alayının şamatasını, Ali Hasan Efendi’nin Sıhhi Berber Salonu’ndan gelen dedikoduları, Dökmeci Ali Efendi’nin Bar Di Rodi’sinden yükselen nağmeleri duyabilir, Bastiyalı Mehmet Efendi’nin ürettiği “Ferah Rakısı”nın enfes kokusunu içinize çekebilirsiniz. Gözlerinizi günümüz Rodos’una çevirdiğinizde ise Uzun Çarşı’da, Musluk Meydanı’nda az sayıda da olsa, kâh Rodos dantelleri, kâh hediyelik eşyalar ya da gümüşler, nadide altın takılar satan Türklerin dükkânlarını fark edebilirsiniz.
Yahudilere gelince, İkinci Dünya Savaşı’nda adada öyle bir kırıma uğramışlar ki vaktiyle eski kentin şen şakrak iki mahallesini oluşturan bu cemaatten bugün geriye topu topu 20-25 kişi kalmış. Rodos, Yahudiler için kaybedilmiş ve çok uzaklarda kalmış bir güzelliğin adı.
Sur içi Rodos’ta Osmanlı döneminden kalma bir dizi ihtişamlı bina var. Kentin en canlı noktalarında yer alan Süleymaniye, (Pargalı) İbrahim Paşa, Mustafa Paşa, Recep Paşa Camileri, Şer’iye Mahkemesi, Büyük Üstad’ın Sarayı’nın karşısındaki gösterişli Türk Okulu ilk akla gelenler. Uzun süren restorasyonu yakınlarda bitmiş olsa da Süleymaniye sadece dini bayramlar gibi özel günlerde açılıyor. Türk azınlığın nikâh törenleri için kullanılan Mustafa Paşa Camii, mimarisi, meydanın ortasındaki muhteşem benjamin ağacı, karşısındaki hamam ve alandaki kafeleriyle kentin en güzel köşelerinden biri. İbrahim Paşa Camii ise kentte, hatta tüm adada ibadete açık tek cami.
Yaz aylarında Rodoslular eski kentten çekilir. Dükkân sahiplerinden ve çalışanlarından, kafanızı uzatıp içeri bakmaya cüret ettiğiniz evlerde görebileceğiniz bir iki yaşlıdan başka karşılaştığınız hemen hemen herkes turisttir. Sanki ani bir korsan saldırısına uğramaktan, yahut geniş karınlı bir tacir gemisinin İskenderiye’den veba getirme ihtimalinden korkan Rodoslular kırlara doğru kaçışmış ve tam da o sırada yedi düvelden oluşan bir turist ordusu bu ortaçağ kentini işgal etmiştir. Ama dini günlerde kentin kayıp halkı aniden ortaya çıkıverir. Çünkü dindar olsun ya da olmasın Rodoslular bu tip törenleri geniş katılımlı toplumsal etkinlikler olarak kutlar.
Yunan Ortodoks Hıristiyanlığı çok sayıda aziz ve azizeyi, onlara adanmış törenleri, mucizeleri, kerametleri, şefaat dileme ritüellerini içeriyor. Öyle ki sanki Olympos Tanrıları sisli bir gecede tebdil-i kıyafet eyleyip Yunan kilisesine sızmış. Rodos da Yunan Hıristiyanlığının bu zengin -bol aktörlü- durumundan nasibine düşeni almış doğal olarak. Gerek ada gerekse eski kent azizlere adanmış kiliseler, yortular, mucizenin yeryüzüne indiğine inanılan günler, kutsallık mekânlarıyla bezeli. Genellikle yaz aylarına sıkışan yortu günleri (ki bunlara panayırlar da eşlik ediyor), Rodos ve köylerinde ibadet-ticaret-eğlence karışımı etkinlikler. Kilisenin hemen önünde kurulan panayırın bir köşesinde tek, bilemedin iki üç gecelik bir lunapark bulunuyor: Dönme dolap, atlıkarınca, beş halka 1 avro keyfi, çarpışan otomobiller, diğer köşede oyuncakçılar, lokumcular, tatlıcılar, türlü mal satan çerçiler…
Piyasa yapan gençlerin, en güzel giysilerine bürünmüş yaşlıların, kol kola girmiş genç çiftlerin arasında baloncular, pamuk helvacılar dolanıyor. Kilisede törene katılıp panayır meydanında gezindikten sonra derme çatma kurulmuş kebapçılarda tıka basa karın doyurmak ve konser alanında orkestra eşliğinde halaya durmak panayırların olmazsa olmazı.
Eski kentin içerisinde de kutlanan yortular var. Örneğin Aya Pantaleymon Yortusu 27 Temmuz’da St. Catherine Kapısı yakınlarındaki kilisede, Aya Fanurios ise 27 Ağustos’ta Recep Paşa Camii’nin hemen yanındaki kilisede kutlanıyor. Aya Fanurios Yortusu’nu yakalayabilirseniz hem Recep Paşa Camii’nin avlusunda kurulan minik panayırı görmeniz mümkün olur hem de Rodoslu hanımların dileklerinin gerçekleşmesi için bin bir baharatla, illa ki tarçınla yaptığı ve gelene geçene dağıttığı leziz keklerini, fanariopitalarını tadabilirsiniz. Daha büyücek panayırları görmek isterseniz eski kentin 10-20 kilometre dışına, bir kısmını modern Rodos’un yuttuğu Kremasti, Soroni ya da Fanes gibi eski köy merkezlerine gitmeniz gerekli. Panayır günlerine ve mekânlarına ilişkin bilgilere turistik rehberler ya da şehrin dört köşesinde mevcut turizm danışma bürolarından ulaşmanız mümkün.
Ortodoksların türlü çeşitli yortu günleriyle rekabet edemese de Türklerin de kitlesel katılımla gerçekleştirdiği törenleri, dini günleri var. Bunlardan ilki hıdrellez. Mayıs ayında Rodos’a yolunuz düşerse eğer, eski adı ile Zümbüllü yeni adıyla Rodini Park’taki hıdrelleze katılmanızı öneririm. İkincisi ise Kadir Günü. Hafız Ahmet Paşa Kütüphanesi’ndeki 999 taneli Hicaz tespihinin saklandığı sandukadan çıkarılması ve cemaat tarafından kütüphanede çekilmesiyle Kadir Günü başlıyor. İkinci aşama yine kütüphanede kat kat ipek mendillerin arasında saklanan sakal-ı şerifin törenle çıkarılıp İbrahim Paşa Camii’ne getirilmesi. Ardından sakal-ı şerif teşhir ediliyor ve mevlit okunuyor.
Ekim ayında son güneşli günlerle birlikte son turistler de gidince ada kendi mütevazı ritmine döner. Rodos sokakları başıboş dolaşan sokak kedilerine, uzun yağmurlara, kasvetli sokak lambalarına, adanın bitmek bilmez rüzgârlarına, çamaşırlarını asmak için hava durumunu takip etmekten bitap düşen kadınlara teslim olur. Turistlerin şehri köşe bucak istila ettiği yaz aylarında Mandala’yı terk eden müdavimler bu günlerde geri döner: Karaya vurmuş denizciler, kentte yaşayan bir iki Avrupalı, 68 kuşağından üç beş Rodoslu, elinde bir bardak sumo ile kuzineye sırtını vererek oturan Vasilis Amca… Rebetiko gecelerinde Vasilis Amca sumo bardağını yere koyup kederle etrafında döner. Nuri Amca yitirdiği zamanın, dostların, komşuların, çocukluk hatıralarının peşinde bir kazazede gibi tek başına dolaştığı Rodos sokaklarını böyle soğuk havalarda terk eder, boş Alaiyeli Konağı’nın bir odasına çekilir. Ve rüzgârın taş sokaklarda türlü acayip sesler çıkararak delicesine estiği gecelerde, yorganlarının altına kıvrılmış Rodoslular eski kentin taştan bir gemi gibi palamarlarını gıcırtılarla koparıp adadan ayrıldığını; korsanların, Osmanlı leventlerinin, şövalyelerin çağrısına uyarak Akdeniz’e doğru ağır ağır sürüklenmeye başladığını rüyalarında görür irkilerek uyanır.
Yaz ayları geldiğindeyse Güneş Tanrısı Helios çift atlı arabasıyla kentin üzerinde tüm gün dolaşmaya, parlak ışığıyla kentin surlarını, kapılarını, meydanlarını yıkamaya, Demeter bereketli nefesini meyveye durmuş ağaçlara, çayırlara üflemeye başlar. Kış boyunca Akvaryum’un kıyılarını, Mandraki’deki mendireği dövüp duran Ege ve Akdeniz söz dinleyen uslu çocuklara döner. Tur gemileri ufukta görünmeye başlayınca Uzun Çarşı uykusundan yavaşça uyanır, sandukalar açılır, dükkânların demir kepenklerindeki çengellere danteller, örtüler, hediyelikler asılır. Ve Rodos artık uzun, sıcak, şenlikli bir yaza hazırdır.
Atlas Temmuz 2014 / Sayı 256
Fotoğraf Galerisi