Örste demirle birlikte nefsini de döven son demircileri; koruma altına alınan tarihi evleri; 12 bin yıllık insan ayak izleriyle doğal ve kültürel bir mirastır Kula. Yanı başında uzanan sönmüş lav platosu ise bu “Yanık Ülke”ye başka bir ihtişam katıyor.
Yazı: Tevfik Taş / Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün
Gökyüzü bazalt esmerliğinden seherin sisli ışığına dönüyor. Ucun ucun açıldıkça göğün atlası, enikonu duyumsuyor insan yazın geldiğini…
Otobüste koltuk yoldaşım Gazi Tarhan “Manisa için” diyor, “yaz, önce kavun demektir. Tarımdaki bunca sunilik, bunca soysuzlaşma hâlâ bozamadı bizim kavunu.”
Sonra, Ahmet Vefik Paşa’nın Paris’te kavun yemesini anlatıyor: “Paşa Paris’te elçilik yapmaktadır. Bir akşam yemeğinde önüne kavun gelince, bir de kaşık istiyor. Fakat sert, tahtamsıdır Fransız’ın kavunu, kaşıkla keseyim derken paşa kavun dilimi fırlayıp gidiyor tabaktan.
Koca paşa… Var sen düşün mahcubiyeti!
Ertesi gün, İzmir valisine acele bir telgraf çekiyor:
‘Bana 500 tane Manisa kavunu göndermenizi rica ederim.’ Kavunlar gelince paşa bir akşam yemeği tertipliyor ve yine kaşık istiyor. Bu kez de çatal ve bıçakla kavun yiyeceğim diye uğraşan Fransızlar helak oluyor.”
Metal, kum, tahıl, kömür ya da başka nesnelerle ve insanlarla tıka basa yüklü araçların tiz seslerle ya da uğunarak kasabayı uyandırdığı, o siyahi kenarından giriyorum Kula’ya… Benim şimdi kasabaya adım attığım bu kenara “İzmir-Ankara Yolu” deniyor. Kula’nın öteki kenarı, genç yanardağların lavlarıyla şekillenmiştir. Oraya da “Kara Divlit Dağı” deniyor.
Anayolun seslerini arkamda bırakıp Kula sokaklarının sükûnetine girdiğimde güneş iyiden iyiye yükselmişti.
Demirciler Çarşısı’nda içtim günün ilk çayını; kırmızı, dumanlı. Sabah namazından gelmiş aksakallıların sohbeti kâh iki dünya arasında salınıyor; sonra kâh doğaya, kâh sağlığa, kâh politikaya uzanıyor… Kalkarken hesabı ödemek üzere elimi cebime attığımda Mürsel Döndü, “Olmaz” diyor; “hepimiz dünyaya misafiriz ama şimdi sen Kula’ya misafirsin. Hem ne demiş bizim Yunus Emre’miz: ‘Yüz kâbeden yeğrektir/ Bir gönül ziyareti.’ Sen hoş gelmişsin.”
Demircilik handiyse bütün efsanelerde, edebiyatın hemen bütün klasiklerinde doğruyu, mert insanı simgeler. Derler ki her demirci o ateşte, o örste sadece demiri değil, her gün nefsini, karakterini de ergitir, döver, şekillendirir. Mustafa ve Ali Şahin kardeşler işte günümüzde bunu sürdüren nadir insanlardandır.
Mustafa Şahin: “Bir zamanlar, bu işlikte öylesine bir yoğunluk olurdu ki, şafaktan leyli geceye (yarı gece) bitmezdi iş. Kimi demirci, dövme kilitler yapardı. Bu kilitlerin iç aksamı, anahtarı yapılırdı. Bunlar birer mühendislik işiydi. Elle, akılla, terle yapılırdı. Şimdi biz demircilerin yaptığına güven duyabilen birkaç müşteriden ötesi yok. Hep fabrikadan geliyor her şey. Dahası artık bizim yaptığımız aletlerin kullanılacağı işler de giderek bitti.”
Demircilik bitiyor. Mertlik, açık sözlülük deyince akla gelen o soru işareti hem umudun, hem umutsuzluğun imi oluyor.
Gün yükseliyor. Kasaba geriniyor, düşünüyor; güneşin yükselişini, bulutun yağmur tutup tutmadığını ölçüyor… Acelesi, telaşı handiyse yok.
Jeoloji mühendisi Nuran Sevimli Akkoç karşılıyor beni belediye binasında. Ama o gün kızının doğum günü olduğu için çok konuşamıyoruz. Ben Ayşegül Naz’ın güzel yaşını kutluyorum, adıyla yaşasın, sevgili sevgilerle yaşasın…
Sonra Yeliz Ay geliyor. Yeliz Hanım kendi yaşadığı yeri, bütün dokusuyla tanıyan insanlara özgü şefkat ve güvenle art arda konular açıyor. Sözcüklerle tutuyor insanın elinden ve Kula’da, Kula’yı hayal ettiriyor:
“Siz şimdi dolaştığınızda, merkezde kale, kaleye ilişkin herhangi bir iz göremeyeceksiniz; ancak Kula esasında bir kale içi yerleşimidir. Bugün bile, tıpkı bir surun değişik kapılarından giriyormuş gibi kapı isimleri kullanıyoruz: Demirci Kapı, Sefer Kapı Hisar Kapı gibi… Bir de yerleşme dokusu inanılmaz biçimde sıkışık. Kasabanın merkezi yapıları düz alanda, konutlar daha çok bunun etrafında mahalleler halindedir.”
Sadeliğiyle, içtenliğiyle dostluklar yaratan Turan Erdal’la başlıyoruz kenti dolaşmaya. Girdiğimiz bütün tarihi sokaklar aslında o dönemin koşullarına göre bile olağandan çok daha dar. Çatılar üst üste. Kula evleri üzerine yaptığı derlemeleri bize açan Zeynep Pehlivanlar’ın dediği gibi: “Evlerin çatıları sokakları örmüştür.” Buralıların “damla altı” dediği saçakların böyle üst üste binmesine çok güzel bir tekerlemesi var: “Damla altı kurudur, misafirin yoludur.” Yağmurlu günde bile ıslanmaz bu sokakların misafiri. Sade saçaklar mı, balkonlar da neredeyse birbirine değiyor. Bu evlerin tarihi, Rumların ve Türklerin buralarda, bu iç içelikle yaşamasının da tarihidir.
Bütün bunlar bu sokakları daha ilgiye değer, daha çekici kılıyor. Öte yandan bu iç içelik, mimari bakımdan evlerin sokakla ilişkisini kesmiyor. Her evin sokağı gören bir penceresi vardır.
Öte yandan, evden geleneksel olarak beklenen mahremiyeti de ortadan kaldırmıyor. Evlerin çoğunda yaklaşık üç metre duvar yüksekliği olan avlular vardır. Pehlivanlar da değiniyor buna: “18. yüzyıl ve 19. yüzyılın ilk yarısındaki örneklerde, eve giriş çoğunlukla avludaki çift kanatlı ahşap kapı ile sağlanır.” Bazı evler benzer bir duvar yüksekliğindeki bahçelere sahiptir.
Şimdi bu evlerle gecekondu tipi yapılar iç içe. Ama bunun da Kula’da eski bir tarih var. Pehlivanlar’ın yazısından öğreniyoruz: “17. ve 18. yüzyılda büyük bahçeli evlerin sonradan kardeşler arasında bölünerek küçüldüğü ve hatta bahçelere yeni yapıların yapıldığı tespit edilmiştir.”
Turan Erdal sokakların darlığını ve bunca çok çıkmaz sokak bulunmasını, “Bu konaklarda yaşayan zengin ailelerin, çeşitli baskın, soygun gibi fenalıklara karşı bir önlemi” olarak yorumluyor.
Akgün Mahallesi’nde onarılarak genel kullanıma sunulan Kestenecigil’in (Kestaneci) evinin karşısındaki evde onlarca güvercini, köpekleri ve başka pek çok hayvanıyla emekli coğrafya öğretmeni Hüseyin Zabun yaşıyor.
“Hayvan sevgisi” diyor Zabun Hoca, “aynı zamanda insanı insana karşı da güzelleştirir”. Zabun’un bir derdi de bakanı olmadıkça kaybolan yerel türler: “Bundan 35-40 yıl önce Kula’ya özgü tepeli, paçasız karabaş, miski, basmalı ve çok farklı renklerde olan şaşırtıcı bir güvercin türü vardı. Bugün yok. Bulsam belki olanca servetimi veririm.”
Büyük aile yapısına göre şekillenmiş Kula evlerinde, içinde daha çok zaman geçiren kadınların gereksinmelerine öncelik verilmiştir. Bu asla yabana atılmayacak bir düşünce. Öyle ki, dokuma tezgâhını mevsimine göre koyacağı mekândan öteki bütün işliklerine kadar düşünülmüş diyebiliriz.
Ekmekçioğlu Lokantası’nın terasında bir kez daha düşündüm sokaklarını Kula’nın, her şeyi bir yana bıraksak bile bir arada yaşayabilen bu kadar tarihsel eserle Kula bir anıt kenttir.
Ve usumdan kovmaya çalıştığım o zalim sözcük, yazdırıyor kendini: Bu anıt kasabada çok yapı yıkılayazmış.
Kasaba ufaraktan uyanıyor. Acelesi yok. Elbette otomobilin hızı ve gürültüsü burada da girebildiği her yere giriyor. Ama kasaba bu hız araçlarına rağmen acelesizdir.
Erdal Gümüş, yeryüzündeki en genç yanardağ patlamalarıyla şekillenmiş ve çok az yitimle günümüze ulaşmış coğrafya kesitlerinin Kula’da bir jeopark statüsüne kavuşturulmasında büyük çabalar harcamış. Kula Belediyesi’nin sahiplenmesiyle oluşturulmuş mini müzeye, “Ziyaretçi Merkezi” adını vermişler.
Kendisinin de bir emekçisi olduğu Kula Jeoparkı’nda bizi Erhan Bekar gezdiriyor. Biz, bu gezi boyunca, bütün jeolojik oluşumları, arkeolojik alanları kendine emek veren, kendini geliştiren bu genç adamın gözüyle, duygusuyla izledik, tanıdık.
Jeolojinin sade bu coğrafyada değil, dünya ölçeğinde duayenlerinden biri olan M. Celal Şengör: “Sanırım Ortadoğu’nun en meşhur lav alanı” diyor. “Kula bölgesinin en genç lavları bunlar. İlkçağdan, yani milat civarında Strabon, İtalya’daki gezisinden sonra, buradaki lavları, oradaki yanardağlarla kıyaslayarak buranın da bir dönem İtalya gibi faal yanardağ patlamaları yaşadığı kanaatine varmış. Dolayısıyla Kula, sönmüş volkan fikrinin dünyada ilk uygulandığı yerdir… Strabon buraya, bu simsiyah lavlardan ötürü… Katakekaumene (Yanmış Ülke) adını vermiştir.”
Roma, Bizans, Helenistik dönemlerin şist kaya mezarlarını barındıran Elekçitepe’ye giderken düşünüyorum. Bu bölgede arkeolojik araştırma o kadar az ki. Örneğin TAY verileri, Şeritli köyü, Söğütlü Çayı civarını ve İncesu köyü içi mevkiini Kalkolitik ve İlk Tunç Çağı yerleşmeleri olarak veriyor.
Biz kalkıp buralıların Kapadokya’ya nazire olarak “Kuladokya” dedikleri peribacalarına gidiyoruz. Eski adı Davala, bugün Yurtabaşı olan köyün yakınlarındaki bu jeolojik oluşumun üst tarafı başka bir tarih… Erdal Gümüş, eskiçağ profesörü Hasan Malay’ın makalesini anımsatıyor: “1883 yılında Arundel, 1891’de Buresch daha çok sikkelerin yardımıyla saptanan Tabala kentinin kalıntılarına Gediz’in iki yakasında Güvercinlik ve Davala köylerinde rastlandığını yazmıştır.” Tabala’nın üst katmanı Roma dönemi; altını bilmiyoruz. Ancak mermer sütun başları, bilmem hangi nedenle asfalta yakın yere kadar indirilmiş.
Gümüş sonraki araştırmalarda burada, tarih bakımından önemli parçaların bulunduğunu söylüyor: “1987’de Burgaztepe yamacında, İÖ 63 yılına ait meclis kararı yazıtını, sonra da İS 193 yılına ait bir yazıt bulduk. Bu ikincisi, Roma İmparatoru Publius Helvius Pertinax’ın Tabala kentine yazdığı bir mektuptur:
“… Diyorsunuz ki seferdeki Roma askerleri, anayoldan ayrılarak şehrimize girmekte ve katkı adı altında haraç toplamaktadır. Eyaletin valisi bu durumdan hemen haberdar edilecek ve askerlerin bu haksız davranışı önlenecektir.”
Tarihte savaşı, silahı tercih edenlerin insanlığa pek de güzellik getirmediğine ilişkin bu yazıtı düşünerek geçtik Çakırca bazalt sütunlarının yanından. Doğa kendi harikalarını, kendi iç çatışmalarıyla yaratıyor. Ve bunlar gören göz için birer görsel şenliğe dönüşüyor.
Sarnıç mevkiinde bakıyorum volkana. Burada bitmiş gücü yanardağın, ateş son nefesini buradaki toprakları pişirerek vermiş. Siyah ve koyu kırmızı uzanıyor yan yana.
Emir Kaplıcaları’nın içindeki tarih dokusu, termal olgusunun Roma’dan önce de, Roma devrinde de kullanıldığını gösteriyor.
Gölde köyü burası; hâlâ çok güzel. Nefes kesici bir köy. Burayı yaratan Rumlar şimdi yok. Sevindirici teselliyse buraya yerleşmiş insanların çoğu kıymet bilmiş; yakıp yıkmamış burayı. Bu ortaçağ köyü bugün çok az işle, dünyadaki kendi emsalleri arasına katılabilir. Örneğin eski okul onarılarak ve bu köyün çocuklarına armağan edilerek; örneğin sarnıçlar temizlenerek… Bazı evlerin daha fazla çökmesi beklenmeden aslına uygun onarılarak.
Kula’nın merkezindeki o harikulade Kurşunlu Cami’yi 1496’da yapmış olan Hoca Seyfettin, o tarihlerde Gediz’in üzerine bir de köprü yapmış. Tuhaflığa bakın ki bu köprünün yanına 30 yıl önce yapılmış köprü gideyazmış; ancak bir gelip de kalleşçe yıkmazsa, binlerce yıl, belki daha da fazla dayanır Hoca Seyfettin’in eseri. Biraz ileride ülkenin en yaşlı kayaçlarından biri, ofiyolit yükseliyor. Biz buna, yeşilimsi renklerinden ve kayganlığından ötürü “yılantaşı” demişiz. Bu kayaç Anadolu Yarımadası’nın deniz olduğu dönemleri gösteriyor. Bütün dokusuyla, kayaçlaşmış yosun tabakalarıyla denizin dibinde yaşanan volkanik patlamaların tarihi defteri…
Sandal Divliti volkan konisine, yani dünyanın yaklaşık 3 milyar yıl önceki halinin küçük kopyasına bakıyorum; hani Ağrı, Süphan gibi erişilmesi zor volkan alanlarını alıp ortalamasını bulduktan sonra birer minyatürü yapılmış gibi.
“Anası kakur/ Babası evvel bahar/ Oğlu sokak delisi.” Bu bilmeceyi sorduğum gençlerden hiçbiri bilemedi. Bana Sabiha Nine söyledi: “Üzüm.” Yol boyu bağlar uzanıyor. Strabon’un, lavların kararttığı bu topraklara bakıp söylediği o gülümseten sözleri geliyor aklıma: “Her yer ağaçsız ama her yer şarap bağlarıyla kaplıdır.” Kula şarapçılığına ucun ucun dönüyor.
Selim Yavaş usta doyuruyor karnımızı… Ve kasaba sıkılıyor. Ekonomik olarak gelişmiş merkezlere yakınlığından ötürü kendini geliştiremeyen yerleşimlerin başına gelen hemen her şey Kula’nın da başında. Geleneksel olan bitiyor ama yeniye ilişkin bir üretim biçimi gelişemiyor. Dahası yeni, kültürel bir birikimin üzerine gelmediği için pek çok alanda derme çatma kalıyor.
Semerci Ahmet Bak, artık alanı olmadığı için semerin minyatürünü yapıyor. “Semer yapmak” diyor, “giyeni olmayan elbise dikmekle eştir. Bilmiyorum başka iş. Bilsem ben de hürmetimden bırakacağım bu işi”…
Gediz’in çamurunda testi yapıyor Nail ve Ahmet Kahraman kardeşler. “Kula içinde çok tüketilen bir şey değil” diyor Nail Bey, “İzmir’e, turist gelen ilçelere, yerlere veriyoruz daha çok”.
Anayoldan zehir zemberek geçiyor araçlar ve kasabanın gençleri sıkılıyor. Ve eğip kafalarını sanal dünyanın aletlerine, dünyanın irili ufaklı kentlerinde bunu yapan başka akranlarıyla “iletişim” kurmaya çalışıyor. Bir işe, bir uğraşa sahip olabilenler bir biçimde geçiriyor gündüzü ama akşam demek, pek çok genç insan için salt boşluk demek. Çamlık’a gidiyoruz bir akşam. Toplumsal ilişkiler bakımından kapalı hemen her yerleşimde gençlerin sığınaklarından biri olan küçük doğa parçalarının adıdır Çamlık. Buralar kurtarıyor kimilerinin akşamlarını, sessizliğin içinde kendi sesleriyle, sohbetleriyle söndürüyorlar feneri.
Bir gezmek, insana dostlar ihsan etmiyorsa, o gezmek henüz doğmamıştır. Sancı vardır, uyuşma vardır. Kula, beni Nadir Yağlı gibi tanımaktan mutluluk duyduğum insanlara eriştirdi. O sadece hukuk bilgisiyle değil, açtığı özel kütüphanesiyle, elindeki yayınları ilgili yerlerde toplama çabasıyla da Kula’nın kültürüne zenginlik katıyor:
“Atlas dergisinin bütün sayılarını biriktirmiştim. Jeopark ofisi açılınca tümünü götürüp oraya yerleştirdim” diyor. “Orada daha işlevli olacağını düşündüm.”
Sadece bunlar değil; o sade, duru kalemiyle de Kula’ya çağırıyor, ağırlıyor insanları:
“Geldiniz, bakın ne iyi oldu. Yakın geçmişi yaşamak için buradan uygun yer olamazdı. İnsan tanıdıkça seviyor. Sevdikçe de hevesleniyor, coşuyor. Taş basamaklardan birine oturup dinleniyorsunuz. Gün ortası ama haziran sıcağından rahatsız değilsiniz. Sokaklar serinlik üflüyor.”
Türkiye’de pek az yerde yaşayabilen “yaren” geleneğini Kulalılar da sürdürmeye çalışıyor. İsmet Karabulut’un yarenbaşı olduğu topluluk, kendine “Volkan Yareni” adını vermiş. Bir türkülerini dinledim. Süleyman Çelebi’nin “Mevlid”ine nazire yaparcasına “Merhaba… merhaba” diye başlıyorlar.
Merhaba.
Yaz yağmurunun eşliğinde gidiyoruz Demirköprü Barajı’na. Barajın üstündeki hemen bütün topraklar siyah. “Burada bulundu” diyor Erhan Bekar, “12 bin yıl önce, lavlara basmış insanların ayak izleri”. DSİ baraj yapımı sırasında bulduklarını alıp kendi müzesine götürmüş. Ben şimdi bir yandan suyun binlerce, milyonlarca yılda yardığı kanyona bakıyorum, bir yandan yanardağ patladığında çıplak ayak yürüyen 12 bin yıl öncesinin insanını hayal ediyorum.
“Kalkın Yunus’a gidelim” diyorum. Türkiye’de 12 yerde mezarı olduğuna inanılıyor Yunus Emre’nin. Bir mezarı da burada, Emre köyünde. Mezarından çok beni insanların Yunus’u sahiplenmesi çekiyor. Yeryüzünde eğer bir hümanizm damarı varsa, Yunus o damarın şahdamarıdır çünkü. Katıksız, çıkarsız, süssüz: “Ben bir aceb ile geldim, kimse hâlim bilmez benim!”
Emre köyündeki en önemli tarihi yapı 1547’de yapılmış olan Carullah bin Süleyman Camii’dir. Yapının içi hem tarih hem şenlik çünkü. Kökboyası işlemeler, bizde pek az camide bulunur. Carullah Camii bence bunların ilk sırasında yer alır.
Yunus’un, piri Taptuk’un türbesinde duruyorum; 13. yüzyılın bu âşık yüreği, bugün bizim yolumuz, terazimiz.
“Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü, bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum, bana seni gerek seni.”
Sevmeyi düşündüm Yunus’un makamında; imgeyi, düşlerini insanlığın.
Turan Erdal beni yolcu ederken geldi, kucaklaştım; aklımda Yunus’un o dizesi:
“Benim dilim kuş dilidir, benim ilim dost ilidir.”
Eyvallah.
Atlas Temmuz 2014 / Sayı 256
Fotoğraf Galeri