İki kadim sütunun nöbet tuttuğu kale, Hz. İbrahim’in mağarası, Hz. İsa’nın mendili, mucizevi Balıklı Göl, nice ömrün sığdığı taş konaklar, dostluk nağmelerinin duyulduğu sıra geceleri, Halil İbrahim sofraları… Hayatın gelenekler nehrinden beslendiği, hikâyelerin birbirine geçip düğümlendiği efsunlu bir şehir Şanlıurfa; tarih boyunca her inanca, her ziyaretçiye kucak açmış bir uygarlık kapısı.
Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraf: Kerem Yücel
Daha çocukken anlamıştım bu kentin efsunlu olduğunu. Dedemin Beykapı Mahallesi’ndeki evinde büyürken ondan dinlediğim masalların peşine bile düşmüştüm. Yüksek duvarlı evlerin arasından, labirenti andıran dar sokaklardan geçerken kulağıma gelen hoyrat seslerine ayak uydurarak atardım adımlarımı. Yankısı, baharat kokan çarşılara kadar yayılan bakırcı ritimleri içinde, ateşin serin sulara dönüştüğü Balıklı Göl’ün kıyısından güvercinlerin gölgelerini izleyerek yürürdüm Urfa Kalesi’ne. Kenti sonsuza kadar korusun diye Kral Abgar’a armağan edilen Hz. İsa’nın mendilinin bir zamanlar asılı durduğu sur kapılarından geçip kaleye tırmanırdım. Kalenin derin hendeğinde dedemin anlattığı boynuzlu yılanı bile aramıştım. Sonrasında kaledeki Korint başlıklı iki sütundan birine sırtımı verip her defasında kadim kent Urfa’yı izlemiştim saatlerce. Kuzeyde yükselmeye başlayan, türkülere konu olan dumanlı dağlarda gezinen ceylanları hayalimde çizmiştim. Tam karşımda Büyükyol Mahallesi’nin soluna düşen geniş düzlükte yer alan Haleplibahçe’de oyunlar oynamıştım. Çok sonraları bu bahçenin bir metre altında mozaiklerin çıktığını öğrendiğimde şaşırmamıştım bile. Hele Göbekli Tepe’de dünyanın bilinen ilk tapınağının bulunduğunu duyduğumda şaşkınlıktan öte tebessüm edip uygarlığın zaman tünelinde kendimi yitirmiştim.
Yıllar sonra bu sefer doğup büyüdüğüm Şanlıurfa’yı kaleme almak için yola düşmüştüm. İlkönce tanıdık bir çöl meltemi yüzümü okşamış, her zaman yaptığım gibi yüksek duvarlı eski Urfa evlerinin sıralandığı, gölgede kalan sokaklara atmıştım kendimi. Benden başka kimse yoktu öğlen vakti. Doğru ya öğlen sıcağında dışarı çıkılmazdı. Hayat güneş tepedeyken sokaklarda değil evlerde sürerdi. Bu yüzden Urfa evlerine “hayatlı evler” derlerdi. Urfa’nın en eskilerinden Yorgancı Sokak’taydım. İki kolunu yana uzatsan dokunabileceğin duvarların arasında kalan dar sokakta, evlerin kendine özgü çardakları sokağın üstünü bile kapatır biçimdeydi. Dışarıdan küçük evler gibi durmalarına aldanılmasın. Hemen hepsi sekiz on ailenin bir arada yaşayabileceği büyüklüktedir.
Urfa’ya ömrünü vermiş sanat tarihçisi, akademisyen ve yazar A.Cihat Kürkçüoğlu ile Şanlıurfa İli Kültür Eğitim Sanat ve Araştırma Vakfı’nda (ŞURKAV) yaptığım görüşmede, kente özgü evlerin büyüklüğünü ve dokusunu konuşurken ne de güzel bir giriş yapmıştı.“Bundan elli altmış yıl öncesinde Urfa’da iki meslek ayıplanırdı. Bunlardan ilki otelcilik, diğeri ise lokantacılık. Otelci misafiri para karşılığında yatırır, lokantacı da misafirlere yemek satardı. Misafirden bu hizmetler karşılığında hiç para alınır mı?”
Mimari yapıların büyüklüğü, misafirperver olan hatta kendi sofralarını da Halil İbrahim sofrası olarak adlandıran Urfa halkının sosyal yapısıyla ilişkiliydi. Evlerin büyüklüğü evvela bundandı. “Olur da misafir gelir, ağırlamada kusur etmeyelim” diye evler büyük yapılırdı.
Kürkçüoğlu, evlerin özelliklerini ise şöyle sıralamıştı: “İri ve kolay işlenme özelliğine sahip Urfa’ya özgü nehıt taşından yapılan evler iki kısımlıdır. Selamlık bölümünde misafirler ağırlanır, harem ise çoluk çocuk, gelin damat ev halkının yaşadığı bölümü oluşturur. Avluda mermerden bir havuz, kuyu, ‘curun’ denilen su yalağı ve içerisinde incir, dut, nar, portakal, kebbat, annep, zakkum, asma gibi ağaçlardan bir veya birkaçının yer aldığı çiçeklik bulunur.”
Çiçeklik aynı zamanda yine evlerin duvarlarında yer alan kuş takalarında yaşayan kuşların beslenmesi için, çöpe atılması günah sayılan ekmek kırıntılarının silkelendiği yerdi. Kuşçuluk, Urfa için önemli bir uğraştı, biliyordum. Akşama doğru hava az da olsa serinlediğinde işinden dönen esnaf ahali günün yorgunluğunu kuşlarla atardı. Hayat evlerde sürdüğünden evin diğer bölümleri de sahibinin zevkine göre yapılırdı. Kündekâri tekniğinde yapılmış süslü kapılar, pencereler vardı; yerden yüksek odaların altında “zerzembe”, yani “zir-i zemin” denilen, kışlık erzakın saklandığı, serin bölmelerin yer aldığı evlerin çoğu onlarca odadan oluşabilirdi.
Yorgancı Sokak’ın devamında karşılıklı iki duvarı birleştiren ve halkın “kabaltı” dediği aralıktan geçerken karşıma çıkan Abdulkadir Hakkari Evi olarak bilinen yapıyı görünce anılarım canlanmıştı. Sokağın bütün kadınları bu evde toplanır, Urfa’ya özgü leziz ama yapılışı saatler süren yemekleri hazırlarken akşama kadar sohbet ederlerdi. Ben ve diğer çocuklar evin odalarında gezinir, avlusunda “topaç” diye bilinen, bizim ise “deleme” dediğimiz oyunu oynar, sıkılınca da evin damına çıkar, neredeyse bütün mahalleyi damdan dama atlayarak gezerdik. Evlerin bittiği yerlerde meydanlar başlardı.
Damdan dama gezimiz evvela Ellisekiz Meydanı’nda kesilirdi. Ellisekiz Meydanı’nda eski ismi Numune Mektebi olan Kurtuluş İlköğretim Okulu, Şeyh Saffet Türbesi ve çeşmesi, Muhammed Muhyittin Türbesi ve Reji Kilisesi olarak bilinen Mar Petrus Mar Paulus Süryani Kilisesiyer alırdı. Elli sekiz kişinin bir hamamın yıkılması sonucunda hayatını kaybetmesinden hareketle meydan bu isimle anılırdı. Biz, meydana açılan kilise sokağına “Reji Tetirbesi” derdik. Tetirbe, çıkmaz sokak demekti. Reji ismi de sokaktaki kilisenin Fransız işgalinde depo olarak kullanılması ve “Regie” diye adlandırılmasından gelirdi. Dar sokaklardan oluşan mahallelerin ortasında yer alan meydanlar halk arasında konum belirtmesi açısından önemlidir. Kara Meydanı, Haşimiye Meydanı, Yıldız Meydanı, Bıçakçı Meydanı, Su Meydanı en fazla bilinen meydanlardandır.
Geçmişte Urfa’nın kültürel yapısını oluşturan farklı etnik ve dini unsurları sosyal açıdan birbirinden ayırmak neredeyse imkânsızdı. Geçtiğimiz yüzyılın başlarına kadar Kürtlerin, Arapların, Türklerin yanında Urfa’da, Yakûbiler (Batı Süryanileri), Ermeniler, Keldâniler, Yahudiler de yaşardı. Alman Gezgin Petermann’ın 1852-1855 yıllarında yaptığı gezilerde yazdığı seyahatnamesinde, Urfa’da toplam altı binden fazla ailenin yaşadığı yazılıdır. Seyahatnamede 4 bin Müslüman, binden fazla Ermeni, 200 kadar Yakûbi, 20-30 Keldâni ve 30 kadar Yahudi ailenin varlığından söz edilir. A.Cihat Kürkçüoğlu da inanç dışında gelenek ve göreneklerin, yaşam tarzlarının bütün etnik unsurlarda neredeyse aynı olduğundan söz etmişti: “Ermeniler, Büyükyol Mahallesi’nden Cami-i Kebir (Ulu Cami) ve Balıklı Göl’e kadar uzanan bölgede yaşardı. Yıldız Meydanı’ndan Ellisekiz Meydanı’na uzanan bölgede Müslümanlar, bu meydanın çevresinde Süryaniler, Harran Kapı çevresinde de Yahudiler yaşardı. İnanç dışında sosyal yaşam birbirinden ayrı değildi. Giyimi, kuşamı, yemek kültürünü, müziği, evlerin mimarisini birbirinden ayırmak mümkün değildi.”
Başka bir meydana gelmiştim. Karşıma çıkan Ulu Cami ve esasen çan kulesi olan minaresinden anlamıştım Yıldız Meydanı’nda olduğumu. Ulu Cami’nin yerinde bazı kaynaklara göre ilkönce bir sinagog vardı, ardından Aziz Stefanos Kilisesi’ne dönüştürüldü. Zengiler zamanında da 1170-1175 yılları arasında kilisenin yerine Ulu Cami yapıldı. Kiliseyken kırmızı mermer sütunlarından dolayı “Kızıl Kilise” diye bilinirdi. Çocukluğumdan hatırlarım ahalinin şifa bulmak için cami kuyusundan gelen sudan içtiğini. Halk arasındaki inanışa göre Hz. İsa’nın Kral Abgar’a, Havari Thomas’la gönderdiği mendil bu kuyuya düşmüştü. Bu nedenle caminin içindeki kuyunun suyu şifalı olarak kabul edilirdi.
Su her zaman Urfa’nın yazgısını belirleyen bir etken olmuştu. Evvela Nemrut’un mancınıklardan Hz. İbrahim’i attığı ateş su olmuştu. Hz. Eyüp’ün yaralar içinde çile çektiği mağarada, kendisine gelen emirle ayağını yere vurmasıyla yerden fışkıran su, çileden azat etmişti sabır peygamberini. Doğru ya bir bakıma peygamberler şehriydi Urfa, unutmamak gerek. Sudan yoksun bir kent olarak bilinen Urfa su baskınlarına bile maruz kalmıştı. İmparator Jüstinyen (İustinianos), Haleplibahçe’den geçen suyun yönünü değiştirip üzerine köprüler kurmakla bulmuştu çareyi. Balıklı Göl’den gelen su çarşıların altından, hanların ortasından, evlerin içinden hâlâ dolanır Urfa’yı.
Çarşılar bölgesindeki Gümrük Han’da zaman geçirirken, handan geçen suya bakıp düşüncelere daldığımda, domino oynamaya başlayan yaşlıların çıkardığı seslerle kendime gelmiştim. Handaki yaşlılardan Reşit Polat usulca yanıma oturmuş, yarı Osmanlıca cümleler kurmaya başlamıştı. “Her şey zıddıyla bilinir” diyerek hakikat üzerine düşüncelerini uzun uzun anlatmıştı. Hayatında hiç okula gitmemiş olsa da Urfa’da kurulan meclislerden, katıldığı sohbetlerden çok şey öğrenmişti. Bilgelik, geçmişte Harran’daki ilk üniversitede kalıp son bulmamıştı. Kente yayılmıştı, ilimle marifetle bir bütün olmuştu bura insanı. Çarşı esnafı marifeti ahilikle bir edip günümüze kadar taşımıştı.
Gümrük Han, Kanuni Sultan Süleyman zamanında, Urfa Sancakbeyi Halhallı Behram Paşa tarafından 1562’de yapılmıştı. Avlusunda çayhanelerin, üst katlarda ise çoğunlukla terzilerin yer aldığı han bütün çarşının kesiştiği yerdedir. Urfa’da Gümrük Hanı, Hacı Kamil Hanı, Barutçu Hanı, Mencek Hanı, Şaban Hanı, Kumluhayat Hanı, Fesadı Hanı, Samsat Kapısı Hanı, Millet Hanı, Bican Ağa Hanı ve Topçu Hanı olmak üzere Osmanlı dönemine ait on bir han bulunur.
Sabahın erken vaktinde dualarla açılan dükkânların sıralandığı Kazzaz Pazarı (Bedesten), Kınacı Pazarı, Pamukçu Pazarı, Sipahi Pazarı hemen hemen bütün hanların çevresine yayılmış durumda. İsmiyle muteber çarşılardaki zanaatların çoğu günümüzde kaybolmuş olsa da yine hiç bilmediğiniz bir zanaat karşınıza çıkabilir Urfa’da. ŞURKAV’ın kaybolmaya yüz tutmuş meslekleri canlandırma çalışmalarına başladığını, vakfın genel sekreteri Şükrü Üzümcü’den duyduğumda sevinmiştim. Vakfın restorasyon çalışmalarından kurslara kadar birçok hatırı sayılır iş yapması da Urfa için ayrı bir önem taşıyordu.
Kunduracı Pazarı’nın girişindeki küçük dükkânında, taburesine iki büklüm kıvrılmış Ahmet Hastaoğlu, Urfa yemenisi yapmaktaydı. Aynı dükkânda altmış iki senedir emek veren Hastaoğlu çarşının son seksen yılına da tanık olmuş. Daha önceden bu bölgede çulhacılık, keçecilik, abacılık, çulculuk, debbağlık, kazazlık, kürkçülük, saraçlık, tarakçılık, ağaç oymacılığı gibi el sanatlarının yaygın olduğunu ve giderek azalmaya başladığını anlatıyordu Hastaoğlu. Bakırcılar Çarşısı’nda altmış senedir bakırcılık yapan Mahmut Çirkin de bu mesleklerin artık hediyelik eşya üretimine dönüştüğünden dem vurup asıl şifanın ve lezzetin bakırdan yapılan mutfak gereçlerinde olduğunu hatırlatıyordu.
Bu sözler beni alıp eski günlere götürmüştü yeniden. Büyük Urfa evlerindeki sekiz on ocaklı mutfaklarda odun ateşleri yakılır, bakır kazanlarda pirinç, şeker, et, çekirdeksiz üzüm, nohut ve yağ malzemelerinden “süpha” denilen yemek yapılırdı. Hele düğün ve sünnet töreni olmaya görsün kazanların sayısı iki katına çıkar, meydanlar dolup taşar, meydan yetmeyince evlerin damları yardıma koşardı. Kadınlar ayrı, erkekler ayrı yerde eğlenirdi. Düğüne gelenlere acı kahve ikram edilir, çocuklara şeker dağıtılırdı. Düğünün daha coşkulu olmasını isteyen düğün sahipleri başlarını yukarı kaldırıp damlardaki kadınlara “zılgıt çalmayanın gişisi öle!” diye seslenir, bunu duyan kadınlar hep bir ağızdan zılgıt çalıp mahalleyi inletirdi. Düğünlerde iki ayak, abravi, girani, derik, dörtlü değnek gibi mahalli oyunlar oynanırdı. Bir tarafta düğün devam ederken diğer tarafta damadın yakın arkadaşları, önceden kız evinde hazırlanmış olan damadın eşyalarını büyük bir sininin içinde çalgıcılarla beraber şarkılar, maniler, hoyratlar söyleyerek getirirlerdi…
“Hoyrat Urfalıya hayattır” diye söze başlamıştı ünlü bestekâr Abdullah Balak. Urfa’daki müzik ve sıra geceleri üzerine sohbet etmiştik. Mukim Tahir’den Tenekeci Mahmut Güzelgöz’e, Bekçi Bakır’dan Şükrü Hafız’a, Seyfettin Sucu’dan Mehmet Özbek’e, Kazancı Bedih’ten İbrahim Tatlıses’e kadar uzanan Urfa müziğinin tarihi neredeyse kentin tarihiyle özdeşti. Hatta Urfa’nın Edessa olarak anıldığı antik dönemlerde ünlü filozof, şair ve müzik ideologuBardaişan, oğluna müzik ahengi anlamına gelen Harmonius ismini vermişti. Her Urfalı mutlaka bir hoyrat, hiç olmasa iki satır gazel bilir. Urfa müziği tarz olarak Elazığ ve Kerkük’le benzerlik gösterir. Türkmen etkisi vardır müzikte. Fakat Urfa müziğinde divan edebiyatı şiirleri, gazelleri daha baskındır. Hem de Urfalının sesi daha yanıktır, dinlemeye yürek dayanmaz. Hoyrat dik bir sesle başlar, sesi aynı diklikte ve seviyede tutmak ise beceri ister.
“Ne kadar makam varsa o kadar hoyrat vardır” diye sözlerine devam etmişti Balak. Arada bir de “Yaz bakalım, sana kimseye vermediğim hoyratlarımdan birini vereyim” deyip hoyrat okuyordu: “Bahtiyarım/ Urfa’da bahtiyarım/ Yüzünde göz izi var/ Siye kim baktı yarim.”
Ve daha nicesi. Yakın zamanda belediye tarafından Harran Kapı mevkiinde “İbrahim Tatlıses Müzik Müzesi” ismiyle Urfa’nın müzik kültürünü yansıtan bir müze açıldı. Müziğin ve müzisyenlerin ayrı bir yeri vardı Urfa’da. Çocukluğumdan hatırlarım, babamın Haşimiye Meydanı’ndaki dükkânının önünden her akşam Kazancı Bedih geçerdi. Bütün esnaf ahali onu görür görmez selam verirdi. Elinde eşyası varsa taşımaya yeltenirdim. Herkes bilirdi Fuzuli’nin, Urfalı Nabi’nin, Nezihe Yaşar Hanım’ın, Furugi’nin, Urfalı Abdi’nin gazellerini bilmenin, hatta ezberden makamına göre okumanın ağır bir iş olduğunu. Bu müstesna sanatlar Urfa’da çok eskilere dayanırdı. Urfa’nın edebiyatçılarından ve tanınmış gazetecilerinden yazar A.Naci İpek esasen kültürel yapının sözlü geleneğe dayandığını anlatmıştı. Urfalı Şair Nabi, Hatayi, Urfalı Abdi, günümüze doğru Prof.Dr.Abdulkadir Karahan, Mehmet Akif İnan gibi bilinen birçok edebiyatçı, yazar ve şair yetişmişti Urfa’da. Bu dönemlerden daha eskilere gittiğimizde ise Mezopotamya’da bilinen birçok düşünür ve yazar yine Urfa’da yaşamış, medreselerde eğitim almıştı.
Sözlü kültür, sohbet geleneği, Urfa’da kurulan meclisler kimi zaman kentin kaderini bile belirlemişti. Bugün sadece yemek, içmek, eğlenmek diye bilinen sıra geceleri, Abdullah Balak’ın dediği gibi, sıradan geceler değildi. Haftanın bir günü esnaf ve eşraftan kişiler sıra kimdeyse onun evinde toplanırdı ya da dağdaki mağara evlerine gidilip dağ yatısına kalınır, sohbet edilirdi. Sıra gecelerinde halkın sorunlarından, kent meselelerinden, siyasetten konuşulurdu. Müzik vazgeçilmez unsur olduğundan sohbet arasında ayrı bir zamanda icra edilirdi. Çiğköfte yapılır, misafirler ağırlanırdı. Hatta yardıma muhtaç olan kişiler belirlenip belli etmeden yardımda bulunulurdu. Urfa’nın Kurtuluş Savaşı’ndaki mücadelesi bile yine o dönem yapılan sıra gecelerinde karara bağlanmıştı. Halk arasında “On İkiler” diye bilinen kentin önde gelen kişileri sıra gecelerinde Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin temellerini atmışlardı: Belediye Reisi Hacı Kâmilzâde Hacı Mustafa Efendi, Mollazâde Hacı Mahmut Efendi, Hacı Kamilzâde Hacı Mustafa Efendi, Arabizâde Şakir Efendi, Barutçuzâde Hacı İmam Efendi, Güllüzâde Osman Efendi, Şellizâde Ali Ağa, Nebozâde Hacı İmam Efendi, Teğmen Adil Hulusi Efendi, Teğmen Pertev Efendi, Hacı Mustafa Çavuş, Bedirağazâde Halil Ağa.
Uygarlığın önemli merkezlerindendi Urfa. Az değildi, 13 bin yıllık bir geçmişe sahipti. Urfa’ya ne zaman gelsem mutlaka Göbekli Tepe’ye uğrardım. Ne zaman uğrasam nutkum tutulur, bir süre kendime gelemezdim. Bu sefer de benzer duygular sarmıştı beni. Dünyanın bilinen en eski tapınağı bulunuyordu merkeze bağlı Örencik köyü yakınındaki Göbekli Tepe’de. Düşüncelere dalmışken yine aynı tepenin üstünde yer alan ve çevredeki köylüler için kutsal sayılan bir ağacın dibinde, kim oldukları bilinmeyen iki yatırın yanına oturup ağacın dallarından sarkan dilek çaputlarının altından güneyde kalan koca ovayı izliyordum. Aklımı bu sefer yanımdaki dilek ağacı ve kimliksiz iki yatır karıştırmaya başlamıştı. Kim bilir, belki de zamanla inanç değişse de mekân bilgisi kuşaktan kuşağa aktarılıyordu. Tepenin, çevredeki insanlar için kazı çalışmaları daha başlamadan kutsal sayılmasını başka bir şeye bağlayamıyordum.
Kentten ayrılmadan son kez olsun çocukluğumda yaptığım gibi baştan sona adımlamak istedim Urfa’yı. Beykapısı Mahallesi’ndeki Mahmutoğlu Kulesi’ni arkama alıp dar sokaklarda kayboldum. Bir dönem Süryanilerin yaşadığı bölgeden geçerken Mar Petrus Mar Paulus Kilisesi’nin Süryanice yazılı kitabesinin bulunduğu kapısında dinlendim. Harran Kapı mevkiinden geçip çarşıları soluma aldım ve eskiden Ermenilerin yaşadığı Büyükyol Mahallesi’ne vurdum yolumu. Urfa Müzesi’ne uğrayıp orada sergilenen ve yine yakın zamanda Balıklı Göl civarında bulunan, gözleri obsidyen taşından yapılmış dünyanın ilk insan heykelini görüp vedalaştım. Samsat Kapı’dan geçip çok sayıda mağara evin bulunduğu iki tepe arasında kalan Haleplibahçe’ye indim. Savaşçı Amazon kadınları mozaiklerini seyre dalıp savaş sahnelerine tanık oldum. Dar ve yokuşlu sokaklardan ağır ağır yürüyüp eskiden On İki Havari Kilisesi olan Fırfırlı Cami’nin avlusunda soluklandım. Yeniyol Caddesi’nden Balıklı Göl’e doğru yürürken sonradan Selahattin Eyyubi Camii olan Surp Astvadzadzin Katedrali’ni soluma alıp Balıklı Göl’ü tepeden gören Urfa Kalesi’ni gözüme kestirdim. Kaleye tırmanırken sayısız medeniyete tanık olmuş, zengin kültüre sahip Urfa’nın tarihte aldığı isimleri tekerleme gibi tekrarlayıp durdum. Edessa, Orhai, Urhay, El-Ruha, Urfa…
Sırtımı kaledeki Korint başlıklı sütunlardan birine verip her zamanki gibi tepeden izledim Urfa’yı. Kentin surlarla çevrili olduğu zamanları düşleyip Samsat, Zincirli, Harran ve Bey kapılarından girdim içeri. Gökyüzünü renge boyayan güvercinlerin altında, çevredeki dumanlı dağları seyre dalmış, dağlarda gezinen ceylanları çizmiştim hayalimde. Ayrılmak zor gelmişti. Efsanelere, masallara, sonsuz gizeme kapılıp “Nice bu hasret-i dildar ile giryan olayım/ yanayım ateş-i aşkın ile büryan olayım” gazelini fısıldayıp efsunlu kentle vedalaşmıştım.
ATLAS Şubat 2014/SAYI:251
Foto Galeri