Anasayfa KeşfetKültür Çelik İle Çilek

Çelik İle Çilek

Ayşegül Parlayan Özalp

Karadeniz kıyısında, doğal güzellikleri ve efsaneleriyle, yeraltı ve yerüstüyle, çelik ile çilek arasında bir ilçe Zonguldak’ın Ereğli’si.

Haber: Tevfik Taş / Fotoğraf: Yusuf Aslan

Bak geldi dedim, göğü sarmalayan lale rengine; geldi işte dünyanın sonbaharı. Gece koyulaştırıyor Karadeniz Ereğlisi’ne çıkan orman yolunun yeşilini ve incecik parıldıyor yağmurun ıslattığı sis.
Sabah Orhan Veli’nin dizelerini mırıldanan bir güne uyandım: “Güneşli bir günde/ Masmavi göreceğiz Karadeniz’i/… Eki’nin çiçekli bahçeleri/ Rıhtımda kömür taşıyan vagonlarıyla.”

Orhan Veli, o zarif cesaretiyle bölgede çok kullanılan bir kısaltmayı sözcük yapmış: “Eki”. Yani Ereğli Kömür İşletmeleri. Öyle her harfini büyük filan da yazmamış şair, normal bir sözcük gibi kullanmış ama “ekin” ile karışmasından da çekinmiş olmalı ki bir kesme imi (‘) koymuş ek yerine.
Şimdi altında dinlendiğim ağaçlar için hemen bütün kaynaklar şöyle yazıyor: “Fetih çınarları, Karadeniz (Kdz) Ereğli’ye, Fatih Sultan Mehmet’in fermanıyla, İstanbul’un fethinin ardından dikilmiştir. Bu sekiz çınar, Anıtlar Yüksek Kurulu tarafından tescillenmiş ve koruma altına alınmıştır.” Bu hesaba göre 500 yaşını çoktan devirmiş gölgeleri caddelerin, yapıların, denizin ve insanların üzerinde.

Çınar ki o toraman gövdesine, güven ve serinlik veren kollarına, dallarına rağmen inanılmaz derecede nazik bir türdür; yeterince rüzgâr almaz, kabuğunu dökerek yenilemezse hastalanır, bakılmazsa ölür. Çınarların hastalandığı veya öldüğü yerlerde bilin ki çevre kirli, yapılaşma çarpıktır.

Karadeniz’de işleyen sarıya, saydam yeşile, firfiriye rengine bakıyorum… Çınarın altı kahve, okey taşları, tavla zarları, pişpirik kâğıtları; çınarın altı insanla zaman arasındaki sarmalda, insanın kendisini işsizliğe, düşsüzlüğe, hoşluk saydığı boşluğa bırakmasının sesleriyle kite kit dolu.
Karadeniz Ereğlisi’ni tanımak isteyenlere söylenen ilk şey: “Cehennemağzı Mağarası’nı gördün mü?” Bana harikulade bir beyefendilikle yardım eden, belediyenin basın sorumlusu Serkan Aydemir de aynı cümleyi kurunca, rotayı o yana kırdım.

“Her şehrin bir öyküsü vardır” demiş Edip Cansever; ama şehirler kendi şiirini, imgesini arar, onu yapmak, var etmek ister. Karadeniz Ereğlisi, tarihsel imgesini Herakles’te yani namı diğer Herkül’de bulmuştur. Doğduğu günden ölene dek zalim Hera’nın kötücül gücünün kölesi olmak zorunda kalan, mitolojinin bu yiğit adamı, bu kentin isminin kaynağıdır… “Herakleia Pontika (Zonguldak – Karadeniz Ereğli) Antik Kenti Epigrafik Çalışmaları Ve Tarihsel Sonuçları” başlığıyla hakikaten son derece kapsamlı bir makale yazmış olan Bülent Öztürk diyor ki:

“Antikçağda Bithynia Bölgesi’nde bulunan Herakleia Pontika Antik Kenti adını ünlü kahraman Herakles’ten alır. (…) Kente bu ismin verilmesinin nedeni, mitolojide Herakles’in yeraltına, Hades’in diyarına inerek Cehennem Köpeği Üç Başlı Kerberos’u çıkarttığı yer olarak buradaki Cehennemağzı Mağaraları’nın gösterilmesidir. Yerleşim için günümüzde kullanılan ‘Ereğli’ adının ise, yerel ağızların Herakleia kelimesini değiştirmesi sonucu oluştuğu düşünülmektedir; zira Antik Çağ’ın sonlarından XIX. yy.’a kadar olan süreçte kenti ziyaret etmiş seyyahların seyahatnamelerinde bu değişime tanık olabilmekteyiz. Kent adının sonuna eklenen Pontika ise, bölgenin Antik Çağ’daki genel coğrafi adı Pontus kelimesinden gelmektedir.”

Ereğli ilçe merkezi parkların, yürüyüş yollarının, kafe ve köprülerin bulunduğu kıvrılıp bükülen üç kilometre uzunluğunda sahil şeridine sahip. Burada gezilmesi gereken yerlerden biri de sahil bandına konuşlandırılmış bulunan Gazi Alemdar Gemi Müzesi (fotoğrafın solunda). Danimarka’da 1898 yılında yaptırılan gemi, Kurtuluş Savaşı sırasında da hizmet vermiş ve 1982 yılında hurdaya ayrılmış. Ama daha sonra aslına uygun biçimde yeniden inşa edilmiş ve şimdi müze olarak hizmet veriyor.

Ereğli ilçe merkezi parkların, yürüyüş yollarının, kafe ve köprülerin bulunduğu kıvrılıp bükülen üç kilometre uzunluğunda sahil şeridine sahip. Burada gezilmesi gereken yerlerden biri de sahil bandına konuşlandırılmış bulunan Gazi Alemdar Gemi Müzesi (fotoğrafın solunda). Danimarka’da 1898 yılında yaptırılan gemi, Kurtuluş Savaşı sırasında da hizmet vermiş ve 1982 yılında hurdaya ayrılmış. Ama daha sonra aslına uygun biçimde yeniden inşa edilmiş ve şimdi müze olarak hizmet veriyor.

Öte yandan bu söylencenin mekânı olarak ünlenmiş, birbirine bitişik küçük üç mağaradan oluşan bu topluluğun, Roma’nın Hıristiyanlığı yasakladığı dönemlerde gizli tapınak olduğuna ilişkin kimi veriler var. Mağaradaki nişler, tapınım bölümleri, bir taban mozaiği kalıntısı da bu bakımdan önemli.
Ne var ki burası adının akla getireceği cehennemi duygulardan çok bir sükûnet, esenlik veren bir yer. Karadeniz Ereğlisi Belediyesi’nin sanata gösterdiği özenle de tanınan bugünkü başkanı Halil Posbıyık bunu görmüş ve burada klasik müzik konserleri düzenlemeye başlamış… Kulağımda, Karadeniz’in rüzgârına karışan ılık bir senfoniyle yürüdüm uzun zaman denizin kıyısında, aklımda o iki dize: “Deniz ona sevdiğimi söyle/ gelir de kıyında bir gün durursa böyle…”

Limanı ve kentin kalabalığını geçince Alaplı yolunda başlıyor plajlar. Pek çok alanı belediye son derece insani bir biçimde düzenlemiş ve yüzmeyi yaşama kültürünün bir parçası sayanların hizmetine açmış. Dahası, bu hırçınlar hırçını denizin pek çok yerinde sıradan yüzücülere bela olan yüksek dalgaları, sürükleyen akıntıları burada genellikle daha düşük.

Çelikle çilek arasına neler, hangi imgeler sığmaz ki! Sonsuzluğu çağrıştıran denizle orman yeşili arasındaki Ereğli, çelik sertliğini, o insan ötesi güce dayanan sanayiyi, kömür gibi cehennemi bir meşakkatle yeryüzüne çıkan madenleri de barındırıyor; narinliğiyle, rengi, tadı ve kokusuyla insan duygularını, hazlarını zamanın şahikasına taşıyan çileğin yumuşaklığını da…

Ereğli denince akla ilk gelenlerden biri, ülkenin en büyük ağır sanayisi sayılan demir çelik fabrikası ERDEMİR’dir. Fabrikanın kapladığı alan, ilçe merkezinin yerleşim alanına yakındır. Yönetimin izni olmadan girilemiyor. Orada bulunduğum süre bürokratik işlemlerin tamamlanmasına yetmediğinden ben de çeliği bırakıp çileğin serüvenine daldım. Çilek ah! Meyvelerin en zarifi… Bütün Rönesans resminde baştan çıkarıcılığın simgesi, ne de olsa gülgillerin güzidesi; cazibenin ve neşenin meyvesi…

Bu meyvenin Karadeniz Ereğlisi’ndeki türüne “Osmanlı çileği” diyorlar. Kıymet bilenlerin verdiği önemi kestirmeden anlatmak için söylemeliyim ki adına bir dernek bile kurulmuş. Osmanlı Çileği Derneği’nin Başkanı Şaban Çetinkaya “Bizim bölgemizde çileğin ekimine ilk olarak 1920’li yıllarda başlanmıştır” diyor. “İstanbul bölgesinden bu yıllarda Ereğli’ye getirilen çilek, yerli kültür olan diğer çilekle etkileşim sürecine girmiş ve ortaya Osmanlı çileği denen nazik ve aromalı çilek çıkmıştır. 1930 yılında Türkiye’nin devlet tarafından kredilendirilen ilk konserve fabrikası Osmanlı çileğinin yoğunlaşmasıyla birlikte burada kurulmuştur. 1960’lı yıllarda Osmanlı çileği üretimi yükselmiş ve ülke genelinde adını duyurmuş, dahası Osmanlı çileğinden yapılan likör seçkin ihracat ürünleri arasında yer almıştır.”

Ancak daha sonra büyük bir gerileme yaşanmış ve neredeyse kaybolma tehlikesiyle yüz yüze gelmiştir. Çetinkaya: “Şimdi biz çileği yeniden canlandırmaya çalışıyoruz. Belediye bu bakımdan bize çok önemli destekler sağlıyor. Şimdilik Korubaşı, Belen, Kocaali gibi yerleşimler başta olmak üzere yaklaşık 30 aile doğrudan ilgileniyor.”

Buraya gelir gelmez, aradığım ilk isimlerden biri Fahri Bozbaş oldu. Bozbaş, kömür madenlerinin kahrını en iyi bilenlerden değil sade, bir de tiyatro aracılığıyla madencilerin serüvenini, savaşımını, gündelik yaşamlarını ülkenin ve dünyanın pek çok kentinde anlatanlardan biri. Elinde bir kazma, başında bir kask ve üstünde madenci giysileriyle yıllardır mim tiyatrosu sergiliyor. Fahri “Ereğli Müzesi’nde bir mezar steli var” dedi, “bir tiyatrocunun, bir pantomim sanatçısının anıtıdır bu. İşte o benim, benim işimin atasıdır.”

Yazıtın çevirisinden bir kesiti kendi üslubumla söyleyeceğim:
“Öleni dile getiriniz suskun harflerinizle.” Bir mim sanatçısının mezarına bundan daha güzel bir imge yazılabilir mi? İS 200-300 yılları arasında yazılmış bu sözcükler. Şöyle sürüyor:
“Vücudunu telef edip yitirdikten sonra hangi insan ismini verdi buraya? Ölü insan Krispos. Fariz ülkesinin (Mısır) ve başak taşıyan Nil Nehri’nin vatandaşı, bu anıtın altında yatıyor.
O ki takmıştır ilk zafer çelengini dönüp duran trajedinin.

Hayran kalmış dünya bu tiyatrocuya, övmüş onu ve tiyatronun altın çiçeği görmüş onu.
Yirmi dokuzuncu yaşında söndü onun parlak cazibesi, beklenmedik bir anda, beklenmedik bir biçimde.”
Krispos sadece tiyatrocuların değil, gezginlerin de atası. Mim’iyle Mısır’dan Herakleia Pontica’ya geliyor; ne tren, ne otobüs, olsa olsa yelkensiz, direksiz bir kayık bulmuştur onca yolun bir kısmında, denizle toprak arasında.

Kaç zamandır, Göleviç Şelalesi’ni ve üstündeki mağarayı görmek istediğimi söyleyip duruyorum. Çünkü çeşitli kaynaklarda bu mağarada bir duvar resmi olduğu yazılı. Karadeniz Ereğlisi’nin tarihsel kültürünün açığa çıkarılmasına büyük emekler vermiş ve vermeye devam eden Raif Tokel’le konuşurken bütün hayalim tuzla buz oldu.

“Evet” dedi Tokel, “Orada bir mağara var. Ama duvar resmi artık yok. O mağara kimi köylüler tarafından ahır olarak kullanılmış ve içindeki eser yok edilmiş.”

Tokel bana Ereğli’nin tepelerini anlatıyor: “Göztepe yani gözetleme tepesi, Herakleia Pontika’nın nekropolüdür. Dahası burası İslamiyetin kabulünden sonra da mezarlık görevi görmüş. Kaletepe, (Herakleia Tepesi) Roma’nın, Hıristiyanlığı kabulünden önce bir akropoldür. Bizans yapısı bu kale, XIII. yüzyılda surların içine, kendisinden önceki kalıntıların üzerine yapılmıştır. Öteki tepe Çeş Tepe’dir, tarihi Ölüce Deniz Feneri süsler orayı.”

Sonra öğrendim ki başka şelaleler var. Ve yükseldi beni davet eden sözcükler. Erkan Özcan’la, çıktık yola. Her yolun kendi serüveni vardır. Ben yolun bir yerinde “Midilli Parkı” levhasını sesli okuyunca Erkan Özcan: “Çok güzel bir yerdir” dedi. Kırdık dümeni. Özcan ve Sercan Sarı kardeşler Ereğli’ye yeni bir nefes alanı açmışlar. Aydınlar köyüyle Subaşı arasında, Gelbeyit Çayı’nın kenarında maymundan sülüne, midilliden köpek cinslerine kadar birçok hayvan türünün barındığı güzel bir kır kahvesi yapmışlar.

Ereğli bir Karadeniz yerleşimi, ama halkının bir kısmı bu bölgenin insanıyla aynı edada ve davranış biçiminde değil. Karadeniz pek çok kentinden buraya gelen nüfus daha çok maden ocaklarında, ERDEMİR gibi sanayi kuruluşlarında çalışmak amacıyla göç etmiş. Kayadere Şelalesi’ne giderken, Bülent Öztürk’ün dediklerini düşündüm; çünkü Öztürk, tarihi, epigrafi gibi ince bir alandan işleyerek okuyor:
İncelediği yazıtlar için, “Bir kısmı Dor lehçesinin izlerini taşıyor” diyor ve onların “Hellenistik, Roma ve Bizans dönemlerine ait” olduklarını ekliyor. Ama beni asıl ilgilendiren fantastik nokta şu; diyor ki: “Bu yazıtlarda Bithynia-Thrakia bağlantılarını ortaya koyan Thrakia kökenli isimlere; kent için önemli görevler üstlenen zanaatçıların (demiourgosların) varlığına rastlamaktayız.”

Yüzlerin pek çoğunun bende bıraktığı duyguya tercüman gibi bu saptama. Trak kültürüyle Pontus kültürü tarihin içinden yüzerek denizin bu kıyısında karışıp birbirinde erimiş gibi.
Strabon da benzer bir vurgu yapmış: “Bu bölgede verimli toprakları işletenlerin çoğu, Trakya kökenli Mariandynler adlı yerel halktır.”

Kayadere Şelalesi’ne gidebilmek için yol bilenin yardımına muhtacız. Çayıroğlu Belediyesi’nin önünde durduk. Selam verip anlattık derdimizi. İşte o andan sonraki her şey, hakikaten hayranlık verici oldu. Zabıta İlkay Karahan, “yurdum memuru” tiplemesinin tam aksine büyük bir içtenlikle, bize yardım edecek mercileri aradı. Çaylar söyledi ve az sonra da Cihat Gülyaz kılavuzumuz oldu.
Yeşilin yeşilinden geçtik ve derinlikler içinde mini boy bir kanyona geldik. Su aktığı sert kayaları adeta cilalamış. Su akışıyla, sesi ve serinliğiyle başka bir evren yaratmış. Yolu biraz sarp olduğu için az insan gelmiş. Buna karşın gelenlerin bir kısmı bilmemiş bu güzelliğin değerini, döküp saçmış tüketim çağının nesnelerini.

Cihat Gülyaz “Gelmişken Güneşli Şelalesi’ni görmemek olmaz” diyor. Yeniden yola koyuluyoruz ve yeniden başlıyor patikalar. Patikayı sağlı sollu kuşatmış bitki örtüsü; bahçeler insana, suyun sesiyle birleşerek boyut değiştirdiğini de söylüyor. Kayalardan yeşil bir dünyaya dökülen art arda mütevazı iki şelale. Ağaçları sıyırarak gelen rüzgârın suya verdiği ve sudan alıp getirdiği seslere yaslıyorum aklımı. Akşamın renklerine bakıp “böyle olmalı” diyorum “insanın hiç olmazsa bazı günü, akşamı, böyle inceden vahşi ve dingin…”

Kentin sokaklarında dolaştım bir zaman… Akarca Mahallesi’nde Heraclius Sarayı herkesin gözü önünde ama etrafını pislik götürüyor. Yakınındaki Roma ve Bizans izlerini taşıyan kilise kalıntısının durumu da ondan daha iyi değil. Burada, Bizans dönemine ait olan bir kilisenin bulunduğu yere, 1942 yılında bir cami yapılmış. Yapanlar, çok hoş bir davranışla o döneme ait döşeme mozaiğini ve bir duvarında yer alan freskoyu caminin bodrumunda muhafaza etmişler. Yine Bizans dönemine tarihlenen Hagia Sophia (Kutsal Akıl) kilisesi, camiye çevrilmiş. Adına da Orhan Gazi Camii denmiş.

Antik kenti çevreleyen surların kapılarına verilen değişik adlar hangi dönemden kalma bulamadım ama iki kapının adını öğrenebildim; Kız Kapısı’yla At Kapısı… Aşağıda, kentin müzesine yakın, Bozhane ve Ali Ağa hamamları 19. yüzyıl sonlarının tarihini taşıyor.

Antikçağda ketenden ürettiği yelken bezi ve giyimlik dokumalarıyla ünlüymüş Ereğli… “Elpek bezinin bir güzel özelliği de vücudun nemden etkilenmesini önlemesidir” diye yazıyor birçok incelemeci.
Yükseklerden bakıyorum sahile. Bir anıtın mermer beyazı parlıyor. Ama kara bir tarih var içinde. 1914 yılında Sarıkamış’ta savaşan Osmanlı ordusuna kışlık giysi, erzak ve mühimmat götürmek için İstanbul’dan Trabzon’a doğru yola çıkan üç geminin öyküsünü yeniden söylüyor bu anıt. Gemilerin içinde sadece malzeme değil çok sayıda asker de cepheye gidiyor. 7 Kasım 1914’te Ruslar bu gemileri Karadeniz Ereğlisi açığında batırıyor. Olay Enver Paşa’nın emriyle saklanıyor ve kayıtlara geçmiyor. Yıllar sonra, Prof. Dr. Bingür Sönmez’in araştırmaları bu vahim olayı açığa çıkarıyor. İşte bu anıt o faciada ölen insanların anısını söylüyor ve kendi halkından gerçeği saklayan o ketumluğu unutulmaz kılıyor.

“Herkesin bir derdu var taşır içerisinde” diyordu Kazım Koyuncu, ama bazen taşımaz içerisinde halk o derdi serer sokağa. Karadeniz Ereğlisi’nin de tıpkı Gerze, Bartın, Amasra gibi termik santral derdi var.

“72 kilometrelik bir mesafe içinde dokuz tane termik santral planlanıyor” diye söze başlıyor Av. Yakup Okumuşoğlu. “Bunlardan üçü faaliyete geçmiş bulunuyor.” Ereğli Çevre Platformu’ndan Atakan Coşkun: “Dahası bu santralların 40 kilometre ötesinde Amasra, 13 kilometre ötesinde Saltıkova, 10 kilometre sonra da Kas Köy-Sas Köy termik santralları var. Ereğli’ye doğru gelindiğinde Kireçlik bölgesinde iki termik santral daha var.” Murat Akbaş: “Şimdi gel de karşı çıkma” diye başlıyor söze, “Çünkü bu kadar alanda toplanan bu kadar toz, gaz ve duman bırakın insanı, hayvanı, tarımı, bağı bostanı Batı Karadeniz’in tüm ormanlarını, tüm yerleşimlerini zehre boğar.” Okumuşoğlu: “Zetes 1, 2 ve Zetes 3 adıyla planlanan termik santrallardan biz şu anda yalnızca birine dava açabildik. Zetes 3’e olumlu ÇED kararı verildi. Kararın ardından bilirkişi incelemesi yapıldı ama henüz bize ulaşmadı. Bu santrala yargı önce yürütmeyi durdurma kararı verdi, sonra incelenmek üzere yürütmeyi durdurmayı kaldırdı” diye başlıyor yargı süreçlerini anlatmaya.

Aklıma Ballıca ve Beyat köylerinde muhtarlarının söyledikleri geliyor. “Biz elbette yargı yolu dahil bütün yolları deneyerek termik santralları engellemek istiyoruz. Çünkü biz köyümüzün olduğu gibi kalmasını istiyoruz. Bu dünyada köye benzeyen kaç köy kaldı söyler misiniz?”

Murat Akbaş: “Günde 400 ile 700 ton arası bir miktarda kömür yakılıyor. Bunun dumanı ve gazı göğe karışıyor. Ama bir de deniz dibi ekosistemini etkileyen boyutu var. Denizden çok güçlü pompalarla su çekiliyor. Bu pompalar sadece su çekmiyor, larvaları, deniz dibinde yaşayan bütün küçük canlıları da içine alabiliyor. Denizden çekilen su yüksek derecede ısınmış ve tuzundan arındırılmış olarak tekrar denize veriliyor. Böylece belli bir ısıya ve tuza doğmuş olan canlıların yaşamı bir daha sarsılıyor.”
Okumuşoğlu: “Dokuz termik santralın tozu ve gazı yaklaşık 625 kilometrekarelik alana yayılıyor. Bu yoğun zehirlenme çocuk düşükleri, sakat doğumlar gibi marazlar başta olmak üzere birçok hastalığa yol açıyor.”

Atakan Coşkun: “Biz bu mücadeleyi kaybedemeyiz. Çünkü kaybettiğimiz şey önce Batı Karadeniz’in yaşamı olur.”

Ksenophon, İÖ 401’de Hellen ücretli askerleriyle (Onbinlerin Dönüşü) Pers ülkesinden anayurtlarına dönerken uzun bir yolculuktan sonra Herakleia’ya uğramış ve burada kendilerine konukluk armağanı olarak arpa unu, şarap, öküz ve koyun hediye edildiğini yazmış.

Bu hediyeler sanırım biraz zorunlulukla verilmiş. Oysa Batı Karadeniz’in bu pek güzel köşesi benim şu gezgin gönül gemimi dostluklar, düşünceler, bilgi nimetleri limanında konuk etti. Ama ben şimdi dostlarımdan kentin yer üstündeki yüzüne veda etmek için ruhsat istiyorum. Yeraltına ineceğim de. Eyvallah!

ATLAS KASIM 2013/SAYI:248

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap