Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Edremit: Sabahattin Ali’nin şehri

Edremit: Sabahattin Ali’nin şehri

Özge Çolak

Zaman zamana eklenir Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanında. 1903 sonbaharında başlayan olaylar 1. Dünya Savaşı’na, seferberlik yıllarına ilerler… Ve bütün bu zamanların ana mekânı Balıkesir’in Edremit ilçesidir. Usta yazarın “üç tarafını saran Çamtepe, İbramcaköy ve Tavşanbayırı isimli üç yamaca yaslanan büyükçe, şirince bir kasabaydı” diye tasvir ettiği Edremit, Ege Denizi’nin en güzel kıyılarıyla da insanları kendine çekiyor. Atlas, romanın kahramanları Yusuf ile Muazzez’in aşklarının mekânlarını, sahici insanlarını, Körfez’in dününü ve bugününü getiriyor okurlarına.

YAZI: ALKIM DOĞAN / FOTOĞRAFLAR: TOLGA İLDUN

Edremit’e doğru yol alan otobüste, elimde Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” kitabı, onun coğrafyasına giderken geçmiş zamanları hayal ediyorum. Güneyde, kırların gerisinde görkemli Madra Dağı’nın silueti… Diğer yanda deli rüzgârlı Kaz Dağları. “Siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısının” yanından geçiyoruz.

“Büyüdüğü yöreye bağlılığı su götürmezdi” diyor Sevgi Sanlı, yazar Sabahattin Ali’yi anlatırken; “Fırsat buldukça Ege kıyılarına koşar, Edremit tepelerinde dolaşmaktan hoşlanırdı.”

Edremit Cumhuriyet Meydanı’nda 2016 yılında açılan Sabahattin Ali Parkı’ndaki Sabahattin Ali heykelinin bulunduğu yerde eskiden ahşap bir kahvehane varmış. “Akbaş’ın Kahvesi” denilen bu yerde tarla, zeytinlik, inşaat gibi günübirlik işlerde çalışan, iş bekleyen insanlar toplanırmış. Şimdilerde kahvehane yok, fakat Sabahattin Ali heykelinin yanında oturanlar iş bekliyorlar. (üstteki fotoğraf)

Havran’dan geçerken, Berlin’de üzerine titrediği bir aşka düşüp babasının ani ölümüyle Havran’daki zeytinliklere dönmek zorunda kalan, bütün yazı civardaki zeytinliklerde sıkıntıyla dolaşarak geçiren, “Kürk Mantolu Madonna”nın Raif Efendi’si geliyor aklıma. Kuyucaklı Yusuf’un Muazzez’i alıp yaylı arabasıyla ay ışığı altında Edremit’ten bu tarafa doğru kaçışı bir de…

Zeytiniyle meşhur Edremit Körfezi’nde 1900’lü yılların ilk yarısında birçok zeytinyağı fabrikası yapılmış. Çoğunun bacası Rum ustaların eseridir. “Sarraf” lakaplı Haydar Kaynak’ın kurduğu bu fabrika, “pirina” denen zeytinyağı hamurunu işledi bir zaman. 1948’de kurulan fabrika 1954’te kapandı. Demir aksanları İstanbul’a götürüldü. Bugün ayakta sadece bacası kaldı. Etrafındaki binalar, eskiyle yeni arasındaki bağıntıyı ve çelişkiyi de sergiliyor.

Şehir merkezindeki Faruk Serpil Parkı her ne kadar yeni ve modern bir park görünümüne sahip olsa da aslında Türkiye’nin ilk şehir parklarından. Yakın zamanda yenilenen parkın tarihi 1946’ya uzanıyor. Gül kokulu, havuzunda ördeklerin yüzdüğü, yağmur yağınca toprak kokusunun etrafa sindiği eski parkın anısı kimi Edremitliler için hâlâ taze. Bugün hâlâ o çam ve palmiye ağaçları arasında akşamüstü yürüyüşleri yapılıyor. Bu parkın yeşil sessizliği, bu kasabadaki yerleşim boğuntusunu daha da iyi görmeye yardım ediyor. Edremit 1980’lerden sonra hızlı bir değişim geçirmiş; batıya, doğuya ve kuzeybatıya doğru büyümüş. Edremit’in batısındaki, bir zamanların Kadıköy beldesi artık şehirle birleşmiş. Kuyucaklı Yusuf’ta bağ köşklerinin, asma bağlarının arasında eğlencelerin düzenlendiği şehrin doğusundaki Cennetayağı’nda ise bugün modern siteler yer alıyor.

Edremit’e vardığımda bina ve araba yoğunluğuyla beni şaşırtan bir kent çıkıyor karşıma. Otel çalışanı Meral Hanım kendi yaptığı, buraya has otlu yağlı pide ikram ediyor. “Çok göç aldı Edremit” diyor ve ekliyor: “Biz, “Edremit’in suyundan içen oradan kopamaz” deriz. Bu yoğunluk ondan.” Şimdi ben yalnızca Kuyucaklı Yusuf romanının coğrafyasını, o kahramanlarının şekillendiği ortamların izlerini, değişimlerini aramıyorum; aynı zamanda bir yazar olarak Sabahattin Ali’nin yaşamının bir kesitinin de izini sürmeye çalışıyorum.

Çayiçi Caddesi’nden eski mahallelere doğru yürümeye başlıyorum. Yazar, Edremit’i “Üç tarafını saran Çamtepe, İbramcaköy ve Tavşanbayırı isimli üç yamaca yaslanan büyükçe, şirince bir kasabaydı” diye anlatıyor Kuyucaklı Yusuf’ta. “İki küçük dere, kasabanın içinden ve kaldırımlı sokakların ortasından gelerek Aşağıçarşı dedikleri yerde birleşiyor, sonra biraz ilerde kasabayı yalayıp geçen Büyükçay’a kavuşuyordu” diye sürdürüyor sözü.

Tanıyanlar, yazar ve şair Sabahattin Ali’nin Edremit’i neredeyse karış karış bildiğini, kimi zaman can sıkıntısını gidermek, ya da düşünmek için buralarda gezdiğini söylüyor. Edremit Körfezi’nin en iyi görülebildiği yerlerden Güre’nin üstündeki Kavurmacılar Köyü. Sarıkız’ın yaşadığına inanılan köyde birkaç aile dışında yaşayan kalmamış.

Sıdıka Erke Etnoğrafya Müzesi müdürü İrfan Kolçak, çayın bir zamanlar bu caddeden aktığını, hatta bir zamanlar Edremit’in sokaklarının yanından küçük su yollarının geçtiğini, Zeytinli’de hâlâ bu arklı yapının bulunabileceğini söylüyor. Onu dinlerken aklıma Kuyucaklı Yusuf’ta çocukların arklarda yıkandığı, söğüt dallarından düdükler yapıp öttürdükleri, bahçelerden ham erik ve çağla aşırdıkları avare cuma gezintileri geliyor.

Çayiçi Caddesi’nden saparak Yukarıçarşı’daki “iri kubbesi her daim donuk bir ışıkla parlayan” kentin en eski sakinlerinden Kurşunlu Cami’ne doğru yürüyorum. Artık kubbesinin iriliği fark edilmiyor. Kentin gürültüsünden uzaklaşıp devşirme sütun başlıklı cephesiyle bir eski zaman güzelliği taşıyan avlusuna giriyorum. Buradan Eski Bayram Yeri Caddesi’ne yürüyorum.

Görkemli çınarlar, eski zeytinyağı fabrikalarının tuğla ve taştan binaları, bu yağhanelerin bacaları, kimisi görkemli günlerini geride bırakmış, bahçelerinden olmuş, boyası dökülmüş; kimisi dirençle varlığını sürdüren genellikle iki katlı eski Edremit evleri çıkıyor karşıma. Kimi yapılar kaderine terk edilmiş, aralarda yapsatçı müteaahhit işi yapılarla mahallenin eski dokusu zedelenmiş. Yine de bir zamanların Edremit’ini hayal etmek mümkün.

Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanında Çamtepe, İbramcaköy ve Tavşanbayırı yamaçlarına yaslandığını söylediği Edremit, şimdilerde gitgide artan nüfusuyla zeytinliklerin yerini beton bina ormanlarının aldığı bir yerleşime dönüşüyor.

Ara ara gösterişli görünümleriyle, çifte kanatlı sokak kapılarıyla diğer yapı gruplarından sıyrılan, eski eşraf evlerini görüyorum. Romandaki Şakir Ağa bu evlerden birinde oturuyor olmalı, ya da yazar bu konaklarda şekillenen kimi tiplerden yola çıkarak yoğurmuş kahramanını. Müze müdürü İrfan Bey’e göre Şakir Ağa’nın evi, belediye tarafından yenilenen ve Atatürk’ün Edremit’e 1934’te ikinci gelişinde kaldığı, yakın zamanda restore edilerek Atatürk Evi haline getirilen Arkök ailesinin evi olabilir.

Sabahattin Ali’nin belediye tarafından müzeye dönüştürülecek evinin olduğu yere gidiyorum. Yazarın ilkokul yıllarını geçirdiği, annesi, babası, kardeşi Fikret, anneannesi ve dedesiyle birlikte yaşadığı ev burası. İki katlı sarı boyalı, alçak katlı bir bina. “Çocukken giderdik, hayal meyal hatırlıyorum. Küçücük bir evdi, avlusunda fotoğraflarım var” diyor kızı Filiz Ali. Sabahatin Ali’nin babası Yüzbaşı Ali Selahattin Bey, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda malulen emekli olunca önce İzmir’e yerleşiyor, işgal sonrasında da Edremit’e geliyor.

Sabahattin Ali’nin çocukluk arkadaşı Ali Demirel, onu, mahalledeki oyunlara fazla karışmayan, kitap okuyup resim yapan biri olarak anlatır. Müze müdürü İrfan Bey’den ve Edremit’te konuştuklarımdan dinlediğim bir hikâye de Edremit’in eşrafından Balıkesirli Ruhi Naci Sağdıç Bey’in ona evinde bir köşe gösterip “istediğin zaman gelip burada kitap okuyabilirsin” diye onu yüreklendirmesi.

Sabahattin Ali’nin Eski Bayram Yeri’ndeki iki katlı evi (sarı ev) Edremit Belediyesi’nce satın alındı. Evin müzeye dönüştürülmesi planlanıyor.

Bir yanı Kaz Dağları, bir yanı deniz olan Edremit, efsaneleriyle de edebiyat eserlerine sıkça konu oluyor.

Kuyucaklı Yusuf’taki nam-ı diğer Bakkal Ali, o çocukluk arkadaşı Ali’den başkası değildir. Hatta romanda kendisini öldürdüğü için yazara sitem eder. Buradakilerin deyimiyle “Şerif Ağa’nın Ali’nin” bakkaliyesi de bu eve çok yakın. Şu anda sağlık ocağının olduğu, bir zamanlar askerlik şubesinin bulunduğu binanın yanındaymış. “Artık yıkıldı” diyor onu anlatan komşuları: “Bakkaliyesi vardı, ama saçmadan av malzemesine kadar her şeyi satardı. Çok konuşmayan, mesafeli bir adamdı.” Bayram Yeri Meydanı’na yakın bir mesafeden bakan bu dükkânın önünde, “iki alçak ve arkalıksız iskemle atıp saatlerce hiç konuşmadan oturan” Ali ve Yusuf’u görür gibiyim.

Filiz Ali’ye “Kuyucaklı Yusuf diye biri yaşamış mı gerçekten” diye sorduğumda, “o bir roman karakteri” diyor. “Aydın Hapishanesi’nde mahkûmlardan birinin anlattığı böyle bir hikâye olabilir. Yağmurlu bir gece köyü basan eşkıyaların bir karı kocayı öldürmesi ve geride bir çocuğun kalması… Fakat zaten bu Kuyucaklı Yusuf’un ilk birkaç sayfasının hikâyesi sadece. Kaldı ki bu hikâyeyi dedem bile anlatmış olabilir. Çünkü romandaki kaymakam Selahattin Bey, bire bir dedem. Şahinde Hanım’da ise anneannemin yansımaları var.”

Ali ile Yusuf’un su doldurmaya gittikleri, tüm kasabanın en güzel suyunun aktığı Çınarlı Çeşme, tesadüfen ara sokaklardan birinde çıkıyor karşıma. Edremit’in, üzerine koca çınar gölgesi düşen diğer çeşmelerinden farklı. Epey badireler atlatmış görünse de görkemli bir Osmanlı çeşmesi duruyor karşımda.

Çamtepe’de yarım kalmış bir cami minaresinin göründüğü Kurşunlu Cami çevresindeki sokaklar Kuyucaklı Yusuf romanında geçen yukarı çarşı caddesine komşu.

Kuyucaklı Yusuf’un Çınarlı Kahve’sinin de Bayram Yeri Caddesi üzerinde Eyüpoğulları Yağhanesi’nin baktığı meydanda olduğu söyleniyor. Şimdi neredeyse şehrin ıssızlaşmış yerlerinden. Caddenin bitiminde, yine romanda adı geçen Yakup Ağa Camisi var. Önündeki küçük meydanda, değirmen taşı olduğunu tahmin ettiğim, ortası delikli bir taş… Romandan bir sahne canlanıyor gözümde: “Evin ön tarafındaki meydanda bulgur değirmeni vardı, büyük bir taş çanağın üzerinde, daha küçük tahta kollar vasıtasıyla döndürülen, yine taş bir yuvarlaktan ibaret olan bu değirmeni, tahta kollar vasıtasıyla kadınlar güle oynaşa çevirirlerdi.”

Eskiden bayramların kutlandığı meydan olan Bayram Yeri Meydanı’nda bulunan tarihi zeytinyağı fabrikasının duvar dibindeki çayhanelerden biri. Bu bölgedeki çayhaneler ağırlıklı olarak müzisyen Romanlara ev sahipliği yapıyor. Özellikle düğün sahipleri buralarda buluyorlar onları.

Bayram Yeri Meydanı, bir zamanlar bayramlaşmaların olduğu, beşiklerin, salıncakların kurulduğu şenliklere sahne olmuş. Cambazların bile adını hatırlayarak anlatıyor o günleri yaşayanlar. Hâlâ hareketli bir yer. Meydanda sırtını bir zeytinyağı fabrikasının duvarına dayamış yan yana dizilmiş dükkânlar. Meydan kahvesinde oturan müzisyen gençler kasketli bir amcaya laf atarak gülüşüyor. Seksenini çoktan devirmiş Kemal Amca’nın yanına oturuyorum. Ayakkabı boyacılığı ve hamallık yapmış. Hafif anakronik bir öykü anlatıyor babasıyla ilgili “Okusaydım büyük adam olurdum, süper zekâlıydım. Babam çalgıcıymış benim. Demokrat Parti’nin bir eğlentisinde çalgısını ağzından çekip onunla alay ettikleri için bir daha çalmamış, ayakkabı boyamaya başlamış. Atatürk’ün çizmelerini burada babam boyamış.” Oturanlardan biri bir zamanlar yağhanelerden çıkan sıcak suyun altında sopalara taktıkları ayvaları kahverengileşinceye kadar nasıl haşladıklarını anlatıyor. Bıçkın bir yeniyetmenin sürdüğü bir at arabası geçiyor. Meydandaki biri hemen  arabanın arkasına oturuveriyor. Genç müzisyenler bir düğünde çalmak üzere ayaklanıyor. Sabahattin Ali’nin hikâyeleri hâlâ buralarda dolaşıyor.

Roman vatandaşların yoğun şekilde yaşadığı ilçede düğün denince akla ilk gelenler onlar oluyor. Düğünlerde bugünlerdeki moda, içinde çeyizin de bulunduğu araçlar ile şehir merkezinde tur atmak. Bu kamyonet kasasında hem davul zurna ile eğleniliyor, hem de şehirde tur atılıyor.

ÇARŞAMBA PAZARI

Sabahın çok erken vakitlerinde çıkıyorum sokağa. Sadece ön duvarıyla ayakta kalan, bir zamanların İstanbullu Hanı’nın kararmış, neoklasik cephesine bakıyorum. Biraz ilerleyince Edremit İş Bankası için ünlü mimar Giulio Mongeri’nin yaptığı düşünülen gösterişli yapıyı geçiyorum.Cumhuriyet Meydanı’nda, ona ayrılmış bir köşede, “Sabahattin Ali Parkı” yazısının karşısında, bir bankta oturuyor. Bu kez yalnız. Gün boyu yanına işçiler, köylüler, çocuklar gelip oturuyor. Manidar geliyor bana heykelle bu buluşmalar.

Sabahın ince serinliğinde erkenci pazarcılarla karşılaşıyorum. Yağmur ihtimaline karşı sokağa tente geriyorlar. Mahalle fırınlarından güzel kokular geliyor. Çok geçmeden sabahın buğusu çözülecek, pazarcıların çığırışları pazara gelenlerin aceleci adımlarına karışacak, Pırasa Camisi’nin önündeki banklarda pazarcılar soluklanacak, üçgen parkın çınarları altında sabah kahveleri içilecek, Kurşunlu Cami’nin önündeki kahvede emekli sandalyeleri yan yana dizilecek.

Kaz Dağları’nın eteklerindeki Mehmetalan Köyü’nde yılda bir gerçekleşen ve Derme denilen bir yemek etkinliği oluyor. Özünde baharla birlikte gelen bolluk ve bereketin kutlandığı geleneksel bir yemek davetidir bu.

Pazar tezgâhları Edremit’in sokakları boyunca uzuyor. Züccaciyeden kıyafete, incik boncuktan tuhafiye malzemelerine… Sabahattin Ali’nin “Pazarcı” öyküsündeki; çorap kutuları, iplik çileleri, kına torbaları doldurduğu sandığı kiraladığı eşeğe yükledikten sonra, güneş doğmadan yola çıkıp komşu kasabanın pazarına giden adamın hikâyesi, Sabahattin Ali’nin henüz çocukken babasına yardımcı olmak için pazar pazar gezip çerçilik yaptıkları günlerden izler taşıyor. O günleri şöyle anlatır yazar: “Ben de boynuma bir işporta taktım, içerisini öteberi doldurdum. Bizim iyi günlerimizi bilen Türklere görünmemek için bunları Rum mahallelerinde “makaradis kovarikos” diye satmaya başladım. Akşamları babam benim boynumdan işportayı çıkarır, yaşaran gözlerini göstermemek isteyerek yanaklarımdan öper ve hesap görürdü.” Sabahattin Ali’nin makara satttığı mahalleler bugün hükümet konağının ve eski Rum evlerinin olduğu yerlerdir.

Hasanboğuldu Şelalesi’nden gelen suyun denize kavuştuğu Akçay Deresi üzerinde küçük balıkçı ve gezi tekneleri var. Arka plandaki betonarme yapılar, kimine göre küçük bir Venedik görünümü veriyor beldeye, kimine göre de hızlı yapılaşmanın göstergesi.

Çeşit çeşit meyve sebze, çiçekli kabaklar, enginarlar, suya bırakılmış zambaklar, pembeli sarılı kantaronların arasından yürüyorum, Edremit Ovası’nın, buradakilerin de deyimiyle “Çukur”un bereketi tezgâhlarda. Yaşyer’den gelen Meryem Koç’la konuşuyorum. Karabaş, dağ kekiği, kaya kekiği, adaçayı satıyor. “Otlarımız meşhurdur. Asıl baharda çok olur. Acı filiz, hardal filizi, turp otu… Yok yoktur. Ya soğanla kavur, ya da üstüne yumurta kır ye… Ama buranın asıl işi zeytin” diyor. Çilek tarlaları varmış, zeytinlik yapmışlar; “zeytinin kurusu, dirisi para.”

ZEYTİN ÜLKESİ

“Orada erkeklerin uzun sırıkları küçük yapraklı dallara hızla vuruşlarını ve siyah kıvraklarının eteklerini bellerine sokmuş kadınların iki kat eğilerek soğuktan sertleşen parmaklarla yerden zeytin tanelerini toplayışlarını seyreder, yahut sırtını bir ağaca vererek yere bakardı.” (Kuyucaklı Yusuf’tan.) Zeytin bu toprakların eskisi ve artık yerlisi, Finikelilerle buraya geliyor ve yerini epey seviyor. Edremit’in ismini veren Adramytteion antik kentindeki kazılardaki veriler, 2 bin yıl önceye kadar bu coğrafyada zeytin ve zeytinyağı üretildiğini gösteriyor. Osmanlı döneminde Edremit ve civarı zeytin, zeytinyağı ve sabun üretiminde başı çekiyor. Mübadeleden sonra zeytin, zeytinyağı bun üretimi artıyor. 1940’lardan sonra yabani zeytinler aşılanarak fidanlıklara dönüştürülüyor ve zeytin fidanları üreticilere dağıtılıyor. Edremit ve körfezin kıyı kesiminde yapılan zeytinyağı fabrikalarından elde edilen ürünler gemilerle İzmir ve İstanbul’a gönderiliyor. Kırmızı tuğladan yağhane bacaları da o günlerin tanıkları. Sabahattin Ali’nin Edremit’i tarif ettiği “Sulfata” öyküsünde de yerini bulur o bacalar: “Bulunduğum kasabanın arkasındaki ormanlık bir dağa çıktım… Dağın en yüksek yerinde saatlerce kalıp güzel işlenmiş bir bahçe gibi önümde uzanan ovaya; dağın eteğinde, siyah kiremitli damları, beyaz minareleri, kırmızı tuğladan uzun fabrika bacalarıyla kabartma gibi duran kasabaya; gümüş yapraklı kavak ağaçları arasında kaybolan köylere ve güneşin altında mor bir sise gömülen karşı dağlara baktım.”

Her yerinden denize girilebilen Akçay sahillerinde yapılaşma kumsalların iç kısımlarına kadar ilerlemiş. Böylesine bir yazlıkta oturmak, sunduğu eşsiz manzara ve kumsalı ile ilgi çekici olsa da kalabalık günlerdeki karmaşa ve gürültü bunu bozuyor.

İlk nesil imalathaneler buhar makinesiyle çalıştığından buhar kazanı ve baca inşaatı gerekiyormuş. Bayram Yeri’nde çocukken avlusunda zeytin çuvalları arasında oynadığı yağhanede üretim yapan Selin Ertür, “Bu bacayı Giritli bir usta yapmış. O zaman baca ustaları varmış. Bu baca 43 metreydi, Edremit’in en yüksek bacasıydı. Şimşek düşmesinin ardından paratoner takılıp kesildi” diyor. “Ben zeytinyağı işinde beşinci kuşağım. Artık kontinü sistemle üretiyoruz zeytinyağını.” Bayram Yeri Meydanı’na bakan bacanın üzerine işlenmiş 48 (1948) rakamı, inşaat tarihini gösteriyor. Selin Hanım 17 yıldır Edremit’te yaşıyor. Daha önce İtalya’da tarım fakültesinde okumuş, gıda laboratuvarlarında çalışmış. Ardından memleketine dönmüş. “Buranın zeytini sofralıktan ziyade yağlık. İyi çalışılırsa ödül alabilecek kadar iyi bir tür. Zeytin işi epey emek, bir çocuk gibi bakım istiyor. Devletin daha çok teşvik vermesi gerekiyor. İki yıldır yok yılıydı, ama bu yıl umutluyuz” diyor. “Önceleri köyler Altınoluk, Narlı örneğinde olduğu gibi tepelerdeydi, ova da tarım için ayrılmıştı. O tarım alanları hep yazlık sitelerle doldu sonradan.”

Edremit Ticaret Odası meclis başkanı Mehmet Semerci, “Edremit Körfezi zeytinlerinin oleuropein oranı yüksek olduğundan raf ömrü çok uzun” dedikten sonra başka bir boyuta dikkat çekiyor: “Zeytincilikte en büyük eksikliğimiz dış pazara açılmamak…” Bir süre geçmişe dalıyor gözleri: “Bizde maneviyatı büyüktür zeytinin. Ben hâlâ büyük dedem Semerci Hakkı’nın zeytin ağaçlarından zeytin topluyorum. Zeytin gibisi var mı? Yağından yemeği, sofrada zeytini, budayınca odunu çıkar. Yaprağını sıcak suya koydunuz mu olur size çay” diyor. “Bizde şöyle bir âdet vardır. Kayınpeder, geline, durumu iyiyse bir tarla, ya da beş-on zeytin ağacı hediye eder. Gelin o hediyeyi almadan atından inmez. O hediye edilen zeytin ağacına da “üzengilik” denir.”

Zeytinin bu coğrafyadaki manevi değerini hissedenlerden biri de çocukluğu ve gençliği Edremit’te geçen 87 yaşındaki minyatür sanatçısı Ülker Erke. “Anneannemle dedemin çarşıdaki evi bana ilham verdi, hayal gücümü besledi” diyor. Hocası Süheyl Ünver’in teşvikiyle Edremit yöresini, folklorunu anlatan minyatürlerle meslek hayatına başlıyor ve zeytinin meyve haline gelişini, toplanıp zeytinyağı haline getirilişini ve sofraya getiriliş aşamalarını minyatüre döküyor. “Hasadın son günü tarla sahibi, zeytin toplayanlar, yani tayfa, herkes “meci” denilen bir şenlikle bir araya gelir. Zeytin ağaçları altında yemekler yenir, sohbetler edilir.”

Edremit Körfezi’nin tam da ortasında bulunan Akçay’a girdiğinizde Cumhuriyet Meydanı karşılar sizi. Burası denize bakan nadir meydanlardan biridir.

Edremit evlerinin perçinli ferforjeleri, ahşap kapıları Ülker Erke’nin titizlikle çalışılmış resimlerinde bir belge niteliğini alıyor. Ülker Hanım bununla da yetinmeyip annesi anısına Sıdıka Erke Etnoğrafya Müzesi’ni açmış. Bir asır önceki tipik bir Edremit evini temsil eden bir yapı inşa edilip müzeye dönüştürülmüş.

“…Çıkıyorum bulutları aşan dağlara Tanrıların başı gibi başları diktir Bu dağları saran sonsuz bir genişliktir Ben de katıp bu vücudumu bu genişliğe Bakıyorum aşağıda kalan hiçliğe.”

Kuyucaklı Yusuf’ta kasaba hayatı, ne zaman eşraf zorbalığıyla ve türlü oyunlarıyla insanı boğmaya başlasa, Edremit’i bir çember gibi saran o eşsiz doğası imdada yetişir. Selahattin Bey, kasabanın dışına çıkıp yamaçlarında yürüyerek “bu kadar geniş ve güzel tabiatın ortasında kendini şaşırmış gibi” etrafı seyreder. Kuyucaklı Yusuf zeytinliklere, dere yataklarına atar kendini. Sabahattin Ali de sık sık Edremit’in tepelerinde yürüyüşler yapar. Eşi Aliye’ye Edremit’ten yazdığı bir mektupta “bugün yine tek başıma dağlara çıktım, fakat az kalsın başım derde giriyordu” diye yazar. Paşadağ’daki Yörük köylerinden geçerken korucular onu casus sanıp yakalamaya kalkarlar.

Akçay beldesinin sahil kesimi hem yoğun göç alarak kalabalıklaştı, hem de yaz aylarında tatilciler, nüfusun artmasına yol açıyor.

Ben de Güre’nin üst kısmındaki Kavurmacılar Köyü’nün tepesine çıkıyorum. Burası aynı zamanda buraların evliyası Sarıkız’ın yaşadığına inanılan yer. Edremit Körfezi önümde uzanıyor, uzaklarda bir sis içinde asılı kalan Midilli… Bir çoban koyunları otlatıyor. Kaz Dağları, mitolojinin bin pınarlı İda’sı, vahşi hayvanların anası, Körfez’in zeytinli ovasını sularıyla besleyip sert rüzgârlardan koruduğu gibi “bir yalnızlık ihtiyacı” duyanlara da kucak açıyor.

Truva Savaşı’na yol açan güzellik yarışması burada yapılıyor. Roma’nın kurucusu Aeneas, gemiler inşa ettirip yolculuğuna buradan, antik şehir Antandros’tan başlıyor. Fatih Sultan Mehmet buradaki Tahtacı Türkmenlerine gemiler inşa ettiriyor. Kutup Yıldızı’nın dünyaya en çok yaklaştığı ağustos ayında Sarıkız’a adaklar adanıyor. Ovalılar obalılarla aşklar yaşıyor, kavuşamayanlar büvetlerinin (gölet) sularına karışıyor. Her efsaneye biraz yaşanmışlık, her yaşanmışlığa biraz efsane karışıyor. Farklı kuşaklardan, farklı dinlerden olsalar da aynı zeytin ağacından besleniyorlar.

Mıhlı Çayı üzerinde yer alan Taş Köprü, Balıkesir ile Çanakkale arasındaki sınır. Amasyalı Özgür Dandan ve üç kuzeni çıktıkları yolculukta mola vermiş, bağlama eşliğinde türkü çağırıyorlar.

Gün geçtikçe betonlaşan coğrafyanın kültürüne, doğasına sahip çıkanların olması da bu yüzden belki. Tahta Kuşlar Etnoğrafya Galerisi’ni kuran Alibey Kudar, Sarıkız Kaz Dağları Etnoğrafya Galerisi’ni kuran Uğur ve Murat Bostancıoğlu kardeşler, Altınoluk Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve Yaşatma Derneği’nden Gülçin Cömert ve Erol Uzun bana kişisel çabaların efsaneleriyle, mitleriyle, masallarıyla, kendine has doğasıyla eşşiz bir değer taşıyan bu coğrafya için hayati değer taşıdığını yeniden, yeniden düşündürüyor.

Sabahattin Ali’nin “Arap Hayri” öyküsü şu satırlarla başlar: “Mektep kitaplarındaki haritalarda bir insan eli kadar küçük görünen Anadolu, çeşit çeşit birbirine benzemez insanlarla doludur. Öbek öbek kasabacıklar, kendi içlerine kapanmış birer küçük dünyadır.” Edremit’ten ayrılmadan önce karşıma çıkan insanları düşünüyorum. Muhtarlık yaptığı Hacı Aslanlar’dan Edremit merkeze, “işte benim katırım” dediği 80’li yılların gözde otomobiliyle inen ve her duruma uygun bir manisi olan Ali Tuzcu. Bayram Yeri’nde komşusu ve karısıyla enginar ayıklarken ayaküstü konuştuğum, birkaç kez “içeri” girip çıkmış, yedi çocuk sahibi 30 yaşındaki Mustafa. Köfteci Hilmi’de yemek yerken tanıştığım, Balıkesir Üniversitesi’nde zeytincilik okumaya niyetlenmiş, “peki asıl işin ne” soruma gülümseyerek “palyaçoyum” diyen Havranlı Halim, ya da Papi. Zeytinli’den Hasanboğuldu’ya giderken yolda “huuuu” diye bağırış çığırış içinde arabayı durduran, sonra geçirdiği hastalıklardan çocuklarının mesleğine kadar bütün hayat hikâyesini bir çırpıda anlatıp ağaçtan yeni toplanmış karadutları satan isimsiz teyze. Tahtakuşlar Köyü’nde kapı önünde dağlardan topladığı kekiği ayıklayan ve hepsini ısrarla bana veren Sabır Teyze. Mehmetalan’da yılda bir mahalleliyle birlikte yemek yedikleri geleneksel Derme’ye beni de davet eden gerdanları, kolları boncuklu takılarla bezeli Türkmen kadınları. Hepsi kendi köşelerinde yaşayıp gitmenin ötesine geçip bir Sabahattin Ali öyküsünde dünyaya sesini duyurabilecek gizli kahramanlar sanki. Yazarın “Galiba Anadolu insanı romantik yapıyor” demesi boşuna değil.

Edremit’i yalayıp geçen Büyükçay’ın yaz aylarında su seviyesi düşünce Cennet Ayağı ile Cumhuriyet Mahallesi arasında bir geçit oluşuyor.

Edremit’e, bütün bu hikâye kahramanlarına ve bu güzel coğrafyaya, yazarın Kuyucaklı Yusuf’taki deyişiyle “buruşuk yüzlü ve her sene budanmaktan şeklini kaybetmiş eğri büğrü ağaçlar”la dolu bir zeytinlikte veda ediyorum. Yusuf’un dilinden anladığı ağaçların o karanlık kovukları, yumrularla dolu gövdeleri bir hayatta kalma destanı aslında. Bir yazarın yazdıkları da zeytin ağacı gibi kökleniyor, yeni filizler veriyor. “Ölmez ağacı” sözü sanki her şeyi özetliyor.

YAZARIN OBJEKTİFİ

YAZI: TEVFİK TAŞ

Usta yazar Sabahattin Ali, bir gazeteci gibi gittiği her yere kaleminin yanı sıra fotoğraf makinesini de götürdü. Acar bir amatör olarak ardında binlerce fotoğraf bıraktı.

Tasvir, sözcüklerle resim yapmaktır. Onu yapan ister soyutun da soyutu resimler yaratır, isterse foto gerçekçiliği sözcüklerin evreninde yaratarak fotoğrafın ta kendisini koyar okuyucunun önüne. Roman ve öykü sayfalarında okuyucu art arda fotoğraflar görmeye başlar.

Sabahattin Ali gerçeği söyleyen bir edebiyatçı olmasının ilk adımını babasıyla pazarcılık yaptığı günlere dayandırıyor: “Babam pazarda gördüklerimi yazmamı isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlamıştım: “Sabahın erken saatinde pederimin latif sesiyle uyandım!” Babam öfkelenmiş, “Haydi ordan, yalancı kerata. Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babamın latif sesiymiş! Sesim sana latif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz!” demişti.”

Sabahattin Ali sadece hakikatin özünü soymak, çıplak, billur haliyle yazmak için ter dökmedi; gerçeği nasıl daha güzel söyleyebileceğine ilişkin de büyük çabalar harcayan bir yazar oldu. O yüzden de eserleri zamana dayanıyor, genç kuşaklara ulaşıyor, etkiliyor.

Tutkulu bir fotoğrafçı olan Sabahattin Ali’nin yüzlerce karelik arşivindeki çoğu fotoğrafın kesin bilgilerine bugün ulaşmak mümkün değil. Ali kentin tarihi merkezinde çektiği iki fotoğrafın arkasına sadece “Edremit” notu düşmüş.

O sadece yazmakla yetinmedi, aynı zamanda fotoğraflarla da seslendi etrafına. Eşi Aliye Ali’nin fotoğrafçı İsa Çelik’e söylediğince: “Nereye giderse gitsin, Kodak kutu makinesini ve üç ayağını hiç eksik etmezdi yanından. Yazı dışında en büyük merakı fotoğraftı.”

Kızı Filiz Ali: “O bir fotoğrafçıydı da” diyerek başlıyor söze ve ekliyor: “Binlerce fotoğraf var esasında. Açığa çıkabilenler, evdeki fotoğrafların yarısından azı. Çünkü gerçekten babam bütün hayatı boyunca bir gazeteci gibi, sürekli fotoğraf çekti.” İstanbul Moda sahili, yelkenliler, eşi Aliye Hanım’ın portreleri, plajda şapkalı Filiz, köye dönen sürü, kavaklı yol, Fırat kıyısında kelek çeken köylüler, elinde bakraç, düşünen kadın, eski köprü, hamur açan köylü kadın ve daha nicesi…

Çocukluğunun, ilk gençliğinin anılarıyla yüklü Edremit, Sabahattin Ali’nin hem dinlenme mekânlarından biridir, hem de oraya ilişkin pek çok fotoğrafı var. Sokaklar, zeytinlikler, camiler, kahveler, pazar yerleri, evler, çarşılar…

Aslında bir anlamda Honoré de Balzac’ın yazı geleneğini akla getiriyor bu fotoğraflar. Balzac romanlarına, öykülerine aldığı bütün tipleri, karakterleri önce her açıdan resmetmiştir. Onlarca resim defteri vardır ondan bize kalan. Sabahattin Ali de “Kuyucaklı Yusuf” gibi ilk önemli eserinin mekânlarını fotoğraflamış diyebiliriz.

Filiz Ali: “Gelecekte çok büyük yazar olacağını sezmişti babam” diyor hüzünlü bir gülümseyişle, “çünkü kendi kendisinin de çok fotoğrafını çekmiştir.”

Aliye Ali: “Fotoğraf makinesinin üç ayağını saklıyoruz” dedikten sonra, “Fakat ne oldu makinesi, kim aldı, polis mi, onu öldürenler mi bilmiyoruz. Bilmiyoruz” diyor.

Kaz Dağları’nda model olarak kendini kullandığı fotoğrafı da sıklıkla yanında taşıdığı tripod ile çekmiş.

İster bir aşk öyküsü olsun onun kaleminden çıkan, ister bürokratları, tefecileri, kabadayıları, bakkalları, atları, zeytinlikleri, efsaneleri ve yoksullarıyla Edremit gibi bir kasabayı anlatsın, onun sayfaları okuyucunun önünde bir film şeridi gibi akar.

Sabahattin Ali, 61 yıl önce öldürüldü. Bu modern zamanların fail-i meçhullerinden biriydi.

Biz, Kuyucaklı Yusuf’un ana mekânı olan Edremit’in bugününe bakarken  istedik ki, onun objektifinden, gözünden, parmağının arkasındaki birikimden süzülmüş şu kareler de eşlik etsin okurlarımıza.

ATLAS TEMMUZ 2019

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap