Kumul tepelerinden obruklara, volkanlardan krater göllerine, silah denemeleriyle gümbürdeyen uçsuz bucaksız düzlüklerden güneş enerjisi santralına Konya’nın Karapınar ilçesi eşine az rastlanır bir coğrafya. 1960’larda mütevazı yöntemlerle rüzgâr erozyonuyla mücadele etmeyi başaran ilçe, bugün ise yeraltı sularının sınırsızca kullanımıyla yeni ekolojik felaketlere savruluyor.
Üstteki fotoğraf: Karapınar ilçe merkezinin doğusundaki Kesmez köyü yakınında, volkanik Karacadağ eteklerinde bulunan kumul doğubatı yönünde metrelerce uzanıyor. Yüzey grafiği rüzgârla birlikte değişiyor.
YAZI: ÖZLEM NUMANOĞLU
Fotoğraflar: TURGUT TARHAN
1950’ler… Karapınar’ın ağaçsız, kuru, uçsuz bucaksız arazilerinde kumul tepelerinin peydah olduğu yıllar. Rüzgâr dostça esmiyor o günlerde; kumulları önüne katıyor, sürüklüyor, her gün bir başka evin, bir başka tarlanın üzerine yığıyor. Gökyüzünde toz bulutları kaynaşıyor. Kum fırtınalarının hiddetinden yollar kapanıyor. Toz soluyor ahali. Makineler çalışamaz, köylü toprağını süremez, çocuklar okula gidemez oluyor. Bazı araziyi boğuyor kum; üzerinde yaprak dahi bırakmıyor. Üstelik giderek büyüyor, büyüdükçe de hilal şeklini alıyor kumullar. Bazılarının yüksekliği 40 metreyi aşıyor. Şiddetli bir rüzgârda, mesela Ketir Tepesi’nin bazalt kayalarını aşıyor, Karapınar ilçe merkezine doğru yürüyorlar. Bölge yer yer çölleşirken, şehrin ileri gelenleri koca ilçeyi başka bir yere taşımanın mümkün olup olmadığını tartışmaya başlıyor. Peki, nasıl oluyor da Karapınar bu felaketin merkez üssü oluyor?
“Karapınar eski bir iç göldür” diye açıklamaya başlıyor Konya Toprak Su ve Çölleşme ile Mücadele Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr. Cihan Uzun, “Göl tabanı da kireçtaşı ve kumdan oluşur. Eğer toprak yüzeyinde ot yoksa, bu kum en ufak rüzgârda uçar.” 1950’lerde Karapınar’da yaşanan da tam olarak buydu. Rüzgâr erozyonuna yatkın coğrafyada, bölge insanı hayvanlarını aşırı otlatmış, çalıları söküp yakacak yapmış, meraları tarlaya çevirmiş, yanlış toprak işleme aletlerini kullanmış, sonuçta bitki örtüsü giderek cılızlaşmış ve günün birinde kumu tutmaya mecali kalmamıştı. Bundan sonrası rüzgârın işiydi. Kum rüzgârla yerinden kalkacak, havaya karışacak ve ilçeyi nefessiz bırakıp göçe zorlayacaktı. “Çocukken, kum fırtınalarından önümüzü göremediğimizi bilirim” diye hatırlıyor o eski günleri Sandıklı köyünden 57 yaşındaki Lokman Keskin. “Rüzgârın esiş şekli bir değildir; bir damar, bir koridor vardır, oraya geldiğinde gözün hiçbir şeyi görmez…”
O günleri unutturmaması için bugünlere özellikle bırakılmış bir örnek; dev bir kumul tepesi tam karşımızda onlarca metre yükseliyor. Konya Toprak Su ve Çölleşme ile Mücadele Araştırma Enstitüsü’nün koruma sahasındaki Örnektepe’de, kuma bata çıka yürüyoruz. Rüzgâr hafifçe eserken dahi kum zerrecikleri minik hareketlerle yerlerinde kıpırdanıyor; dalga dalga desenler çiziyor tepeye. Bir tavşan hafif ve çevik adımlarıyla zıplayıp geçmiş, izini bırakmış yerde. İnsan, küçük ve çaresiz görünüyor bu kum deryasında. Ancak 1950’lerin sonunda bu tehditkâr tepelere bakan mühendisler, bir çıkış yolu gördü: Kuma değil, öncelikle rüzgâra dizgin vuracaklardı…
1960 yılında Mülga Toprak Su Genel Müdürlüğü’nce kurulan Rüzgâr Erozyonu Plan ve Tatbikat Grubu Başmühendisliği’nin planı basit ama etkiliydi: Kumul tepelerine rüzgârın hızını kıracak cansız perdeler gereceklerdi. Kollar sıvandı ve bölge halkının da yardımıyla ilk etapta 160 bin dekarlık alan tel çitle çevrildi (bu alanın 30 bin dekarlık bölümü daha sonra askeri faaliyetler için Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verildi). Akgöl (Ereğli Sazlığı) ve Hotamış Gölü’nden kamışlar kesildi ve telle örülerek perdeler yapıldı. Cansız perdeler hâkim rüzgâra dik yönde yerleştirildi ve tahta kazıklarla yerlerine sabitlendi.
İşe yaramıştı! Perdeler rüzgârın hızını kısmen kesmiş ve kum hareketini durdurmuştu. Ardından, meralardan ot tohumları toplandı ve kuraklığa dayanıklı kültür bitkileriyle perdelerin araları otlandırıldı. “Kesin çözüm için de ağaçlandırma yaptılar” diyor Dr. Uzun. “Kuraklığa dayanıklı iğde, akasya, dişbudak, karaağaç ve akçaağaç tercih ettiler. Bozulan ekolojik dengeyi onarmak, çölleşen topraklarımızı geri kazanmak için binbir zorlukla mücadele ettiler. Dünyada rüzgâr erozyonuyla tabii yöntemler kullanılarak başarılı olunmuş ilk projedir Karapınar…”
O sırada dürbünle uzakları gözleyen, enstitünün Karapınar işletme sorumlusu, ziraat yüksek mühendisi Necati Şimşekli, 200-300 koyunuyla koruma sahasına girmiş bir çoban tespit ediyor. “Baskın yapmamız lazım!” diyor. Toprak yolda hızla sürerken, bir yandan da kızgınlıkla söyleniyor: “Sadece kendisinin değil, Karapınar’ın da hayatıyla oynuyor…” Bu geniş koruma sahasında otlatma kesin surette yasak. Yanına vardığımızda binbir özür diliyor çoban: “Durduramadım abi, çitten geçtiler…”
OTSUZ MERALAR
Fotoğrafçı arkadaşım Turgut Tarhan, Karapınar yollarında ilerlerken, “ütopya mı, distopya mı?” diye soruyor. Günler günleri kovalarken, bu sorunun cevabı da adım başı değişiyor. Vaktiyle “dünyanın nazar boncuğu” denilen Meke Gölü’nden geriye kalanlara bakarken, insanın adeta kalbi kırılıyor. Koruma sahasında tanık olduğumuz “ütopya”, yerini “distopya”ya bırakıyor. Milyonlarca yıl önce volkanik patlamalarla oluşan Meke Gölü artık susuz, kupkuru bir yer. O olağanüstü konisinin yükseldiği göl tabanına artık off-road araçları iniyor. Etraftaki kara volkanik toprak, ziyaretçilerin çöplüğü olmuş. Kuşlar bile uğrayıp hatrını sormuyor Meke’nin. Yine de sisler altında öylesine güzel ve gerçeküstü ki…
Devam ediyoruz yola. Ağaçların uğramadığı boz düzlükler kilometreler boyunca uzuyor. Sonra birden yemyeşil tarlalar, sonra yine ıssız meralar, boynunu bükmüş mısırlar, askeriyenin tel örgüleri, derken cılız koyunlar, başlarında bir de çoban… Uzaktan selamlaşıp yanına seğirtiyoruz. Muammer Kolay, 44 yaşında bir Akkaş köylüsü. Genç yaşında diş kalmamış ağzında. “Yorgunluktan oldu” diyor.
Koyunlar taş kesilip biz yabancılara dikiyorlar gözlerini. “Koyuna aptal derler. Akıllıdır koyun. Ona bir şey vermezsen, arkandan gelmez” diyor çoban. Toprakta ot yok denecek kadar az, çoğu da diken. Ne yiyor bu hayvanlar? “Üç çeşit otu var buranın: Tapur, ölemez, kuşkonmaz. Ama koyun sürekli bunları yerse bağırsağı bozulur, dikenden ağzı yara olur.” Samanın, yemin pahalılığından dem vuruyor. “Normalde bu malların 70 kilo olması lazım, ama bunlar 40 kilo. Bu hayvanın sütü olmaz. Yünüyle yıllık masrafımız çıkardı, artık o da para etmiyor.”
O sırada uzaklarda bir gümbürtü kopuyor. Derin ve korkunç bir ses karşıki dağa çarpıyor sanki. Karapınar’ın girişe kapalı, gözden ırak düzlüklerinde silah sistemleri ile mühimmat, roket ve füzelerin testleri yapılıyor. Çoban oralı olmuyor. Alışkın bu sese.
Her köyde farklı yankılanıyor ses. Sandıklı köyünün son birkaç sakininden Muhammed Keskin (27) ile konuşurken bir patlama daha… Ama artık çok daha yakın ses. “Bu yine hafif sayılır” diyor Keskin. “Sabahtan akşama kadar mühimmat denerler burada. Bazen öyle atış yaparlar ki, evlerimiz sallanır.”
Gelgelelim, Sandıklı ahalisi yaklaşık 10 yıl önce başka türlü bir sesle; ayaklarının altındaki toprağın korkunç homurtusuyla tanışmış. Samanları traktörden indirirken, bir yandan anlatıyor Keskin. “Mermi patlar gibi bir sesti. Korktuk. Ne olduğunu ertesi gün anladık. Obruk açılmıştı. 10-15 gün daha içinden sesler gelmeye devam etti. Belediye gelip etrafını telle çevirdi. İlk zamanlar su vardı dibinde, artık o da kalmadı. Şimdi güvercinler yaşıyor içinde…”
KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN OCAK 2023 SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN.