Her sokak başında yeni bir macera, unutulmuş simalar, şöhretli binalar, eski tatlar, kokular ve yeni ritimde birleşen farklılar… Ahmet Ümit, Atlas okurları için Beyoğlu’nda, gizli kalmış hikâyelere açılan bir yolculuğa çıkıyor.
Yazı: Ahmet Ümit / Fotoğraf: Tijen Burultay
Eğer hayatınızın hep aynı çark üzerinde döndüğünü hissederseniz, yapılacak en iyi iş kendinize bir günlük izin vermek. Daha doğrusu kendinizden kaçmak. Bunun için de en iyi yöntem küçük bir yolculuk. Hayır, araçla değil yürüyerek, üstelik şehrin göbeğinde. Ve mümkünse bu yolculuk için pazar sabahını seçmekte yarar var. Çünkü önereceğim gezi için en ideal zaman pazar sabahları. Aksi takdirde içine düşeceğiniz kalabalıktan ne gezinin tadını çıkartabilirsiniz, ne de gördüğünüz binaların ayrımına varabilirsiniz. Evet, hep ismini duyduğunuz, kaldırımlarını arşınladığınız, sokaklarından geçtiğiniz fakat aslında hiç tanımadığınız İstiklal Caddesi’nden söz ediyorum; Grande Rue de Péra, Cadde-i Kebir, İstiklal Caddesi ya da Beyoğlu nasıl adlandırılırsa adlandırılsın yeryüzünün en benzersiz, en muhteşem semtinden…
Elbette Taksim’den caddeye açılan o geçitten gireceğiz içeri. Sağımızda I. Mahmut tarafından şehre su getirmek için yaptırılan Taksim Maksemi yer alacak. On beş yirmi adım sonra bugünkü adıyla Fransız Kültür Merkezi belirecek. Sabah saatlerinde kimse yoktur önünde, binaya bir göz atıp geçebilirsiniz ama geçmeyin. Sol yanınızda yan yana dizilmiş binalar, alt katlarında renk renk vitrinler. Binaların arkasında mutlaka görmeniz gereken bir ibadethane yer alıyor: Rum Ortadokslarının Aya Triyada Kilisesi. İçeri girin ve aynı toprakları paylaştığımız kadim bir kültürün, kadim dinine merhaba deyin. Aya Triyada’dan çıkınca da, hemen caddeye dönmeyin, yukarı yürüyün, İpek Sokak’tan geçin ve Afrika Han’a girin. Bu muhteşem han, II. Abdülhamit’in mabeyncilerinden Ragıp Paşa tarafından 19. yüzyılın sonlarında yaptırılan üç handan biridir. Ötekiler Rumeli Han ve Anadolu Han. Onları görmek için yeniden caddeye çıkmanız gerekecek. Hâlâ semtin klasik mimarisine sahip birkaç apartman görebileceğiniz Büyükparmakkapı Sokağı’nı geçerek yeniden caddeye çıkabilirsiniz. Sakin pazar gününde size doğru gelen tramvayı görünce şaşırmayın, evet insansız caddede çok daha görkemli görünür gözünüze. Biraz yürüyünce sağ tarafta Rumeli Han belirecek, Anadolu Han ise epeyce aşağıda… Ragıp Paşa tarafından yaptırılan bu üç han, imparatorluğun yerleştiği üç anakarayı simgeler: Asya, Afrika ve Avrupa… Çokuluslu, çokdinli bir cihan imparatorluğunun, çok renkli kültürünü…
Rumeli Han’ın bitişiğinde Ağa Camii yer alır. Galatasaray Ağası Şeyhülharem Hüseyin Ağa tarafından kesme taşlarla yaptırılmış 400 küsur yıllık tapınak; bu renkli, bu kirli, bu dünya güzeli caddede engin gönüllü bir derviş gibi köşeye çökmüş, gelip geçenler adeta yüzünü görmesin diye pencerelerini bir peçe gibi incecik tellerle örmüştür. Ne yazık ki karşı köşeye bir lenduha gibi çöken Demirören binasının yanında iyice görünmez hale gelmiştir. Caddedeki yürüyüşünüze devam etmeden önce hemen solunuzdaki Sadri Alışık Sokağı’na bir göz atın. İstiklal Caddesi’nin en lezzetli yemeklerini yapan Lades Lokantası’nı göreceksiniz, bugün ya da başa bir zaman mutlaka uğrayıp midenizi şenlendirin.
Yeniden caddeye döndüğünüzde müziği duyacaksınız, şaşırmayın. Gün ilerledikçe müzik artacak, çeşitlenecek, bir ses olarak gezi boyunca size eşlik edecek. Arabesk, protest, caz, pop, metal, klasik müzik, Türk müziği, klasik Türk müziği, türkü, sarhoş narası, genç kahkahası, travesti çığlığı, ezan sesi, çan sesi, polis sireni, ambulans sireni, arkadaşların güven dolu seslenişi. Hiç rahatsız etmesin sizi bu; çünkü burası çoğul kültürlerin semti. Burada yüksek kültür, aşağı kültür yok. Burada insanlar farklılıklarıyla yan yana. Burada yoksul, zengin farklı binalarda ama hepsi bir arada. Sadece insanlar mı? Kokular da öyle. Parfüm kokuları, ter kokuları, yemek kokuları, lavanta kokuları, lağım kokuları, alkol kokuları, kilise kokuları, cami kokuları, vitrin kokuları, aklınıza ne gelirse tekmili bir arada. Güzellik de zaten bu bir aradalıkta. O sebepten çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem cadde; papazı, fahişeyi, cami hocasını, pezevengi, hahamı, bankacıyı, işportacıyı, öğrenciyi, öğretmeni, tinerciyi, dönerciyi, dekoratörü, evsizi, midye satıcısını, esrar satıcısını, kanun kaçağını, Anadolu kaçağını, Avrupa kaçağını, Amerika kaçağını, Afrika kaçağını, yani her türden yaşam kaçağını beyaz, kara, sarı, kızıl kimseyi ayırt etmeden, yani insan görünümünde olan kim varsa hepsini, herkesi sorgusuz sualsiz kucaklar.
O sebepten kiliseleri, camileri, sinagogları, hanları, hamamları, bankaları, giyim mağazaları, kitabevleri, meyhaneleri, birahaneleri, şaraphaneleri, kafeleri, kültür evleri, randevuevleri, sinemaları, tiyatroları, galerileri, vakitleri çoktan dolduğu halde ömür sürmeye çalışan bilmem kaç yüzyıllık inatçı binaları, dar sokakları, kör çıkmazlarıyla İstiklal Caddesi her gün, her an değişen yeryüzünün en büyük tiyatro sahnesi gibidir. Caddeye girdiğiniz andan itibaren, insanların doğaçlama oynadıkları bu komik, bu trajik, bu gerçekçi, bu absürd, bu absürd ötesi oyunu izleyebilirsiniz. İzlemek ne kelime, bu oyunun bir parçası olursunuz. Evet, istemeseniz bile kendinizi o büyük sahnede bulursunuz. Burada öyle bir büyü vardır ki, olanları sadece izlemekle yetinmek isteseniz bile, oyunun bir parçası olmaktan kurtulamazsınız. Çünkü bu caddeye adım atmak, bu semtin bir parçası olmayı kabul etmek demektir. Belki de bu yüzden onca yaşına rağmen hep genç duygular taşır bu semt. Her gelen, her geçen kendinden bir parça keder, bir parça neşe, bir parça gençlik bıraktığı için…
Ancak ne yazık ki kocaman bir tiyatro, kocaman bir sinema sahnesi olan bu semtteki kadim sanat merkezleri kapanıyor. Son örnek Emek Sineması. Beyoğlu kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Emek Sineması’nın da yer aldığı Cercle d’Orient yıkıldı, sanki çok lazımmış gibi yerine bir iş merkezi daha yapılıyor. Ama hâlâ direniyor Beyoğlu, hâlâ kendi dokusunu bozdurmamaya çalışıyor. Yürüdükçe bu kavgaya daha yakından tanık olacağız.
Bir zamanların en lüks konaklama ve eğlence merkezlerinden biri olan, ama şimdi yaşlı ve yorgun bir iş hanına dönüşen Tokatlıyan Oteli’ne gelmeden önce Balo Sokak’la Solakzade Sokak arasında kalan, İtalyan bir mimarın yaptığı görkemli binaya bakın. Bu binanın benim için özel bir önemi var. Çünkü hem birinci kattaki Feraye Meyhanesi, hem de ikinci kattaki Baraka iki farklı romanımda mekân olarak yer almıştır. Kışları cumbasında rakı, yazları balkonunda bira içerek caddeden geçen insanları izlemek büyük zevktir.
Sanatçıların, diplomatların, işadamlarının kaldığı, görkemli balolar verildiği o eski günlerin Tokatlıyan Oteli’nin binasını geride bıraktıktan sonra Çiçek Pasajı merhaba diyecek size. Evet, Beyoğlu deyince elbette meyhaneler gelir akla. Meyhanelerin salkım salkım, küme küme toplandığı yer ise Çiçek Pasajı’dır. Namı diğer Hristaki Pasajı, Naum Tiyatrosu’nun yanmasından sonra onun yerine kurulmuş. Naum Tiyatrosu deyip geçmeyin, bir zamanlar Avrupa’nın en ünlü operacılarının, tiyatrocularının, şarkıcılarının sahne aldığı, dönemin padişahlarının temsilleri izlemeye geldiği bir tiyatroymuş burası. Padişah geleceği zaman, Beyoğlu’na, yani o zamanın Grande Rue de Pera’sına kırmızı halılar serilirmiş. 1870 yangınında pek çok binayla birlikte Naum Tiyatrosu da kül olunca, dönemin ünlü bankerlerinden Hristaki Zagrafos Efendi, boş arsayı satın almış, mimar Cleanthe Zanno’yu görevlendirerek 1876 yılında tamamlanan, orijinal adı Cite de Pera olan çarşıyı yaptırmış. 1930’larda çiçek mezatlarının burada yapılmasıyla Çiçek Pasajı adını alan bu bina, Beyoğlu henüz bu kadar kirlenmemişken, henüz bu kadar karışmamışken, henüz eski İstanbul’un aykırı bir parçası iken sanatçıların, şairlerin uğrak yeriymiş. Şimdi eski günlerden bir anıymış gibi duruyor Beyoğlu’nun orta yerinde. Ama cilveli bir dilber gibi yerli yabancı turistlerin ilgisini çekmeye devam ediyor hâlâ.
Geziniz sona erdikten sonra, mesela akşama doğru buraya gelin, Çiçek Pasajı’nın bahçesinde kendinize bir masa seçin. Gözlerinizi kapayın ve ruhunuzu arıtan bir senfoni gibi Beyoğlu’nun dinmek bilmeyen uğultusunu dinleyin. Hiç kuşkunuz olmasın Çiçek Pasajı’na gelmiş, burada bir iki kadeh parlatmış yazarların ruhları da size eşlik edecektir. Eğer yeterince dikkat kesilebilirseniz, Sait Faik’lerin, Orhan Kemal’lerin, Oktay Rifat’ların, Edip Cansever’lerin geçmiş günlerin içinden gelen, şimdi birer fısıltıya dönüşmüş tartışmalarını bile duyabilirsiniz.
Çiçek Pasajı’nın arka kapısından Sahne Sokak’a çıktığınızda, karşınızda şahane bir geçit belirecek. Avrupa Pasajı. Bu ışıltılı pasajdan mutlaka geçin. Yolun öteki yanına çıkınca yeniden sola dönün. İşte Galatasaray Lisesi. Sultan II. Bayezit tarafından “Acemi Oğlanlar Kışlası” olarak kurulan okul yüzyıllardır semtin simgelerinden biri haline gelmiştir. Hem okulun kendisi hem de öğrencileri, Beyoğlu’nun kültürünü zenginleştirmiş, renk katmıştır. Galatasaray’ı geçince sağ tarafta benim çok sevdiğim bir başka geçit var: Hacopulo Pasajı. Namık Kemal’in İbret gazetesinin binası buradaydı; Ahmet Mithat Efendi’nin matbaası da bu pasajda yer alıyordu. Pasajın avlusundaki kahvehanede bir Türk kahvesi içmek şahane olabilir.
Hacopulo Pasajı’ndan yeniden caddeye çıkınca Pera’nın başka bir yüzü başlayacak… Evet Pera dedim. Çünkü bu semtin ilk adı öyleydi. Pera Yunancada “karşı yer” anlamına gelir. Ta Roma devrinde Konstantinopolis’in sur içinde oturan halkı, Haliç’in karşı yakasına bu adı vermiş. Burası Konstantinopolis’in 13. mahallesiymiş. Kent bilinci yeterince gelişmediği için buradaki tarihi doku korunamamış. Her biri anıt niteliği taşıyan birbirinden güzel apartmanların yanında, ne yazık ki çoğu çirkin modern binalar da yer alır. Sabahları görece daha sakindir cadde ama öğle üzeri adım başı rastlayacağınız, her keseye uygun restoran, kafe, lokanta, kebapçı, büfe, börekçi gibi yerlerde karınlarını doyurduktan sonra bürolarına, işyerlerine dönen insanların geçici kalabalığı yaşanır.
Bu kalabalık ne ikindi döndükten sonra sökün eden insanlara, ne de akşam çöktükten sonra meyhaneleri, birahaneleri, şarap evlerini, ocakbaşlarını, içkili restoranları, caz barları, rock barları, türkü barları zapta gelen, eğlence düşkünü güruha benzer pek. Beyoğlu onlar için bir eğlence merkezi değil, ekmek teknesidir. Sanırım bu yüzden daha dikkatli, daha saygılı, daha kibardırlar. Ertesi gün buraya yine geleceklerini bildikleri için Beyoğlu’na karşı daha vefakâr, daha özenli davranırlar.
Neyse biz yürüyüşümüzü sürdürelim. İstiklal Caddesi’nin ilk apartmanlarından biri olan Mısır Apartmanı hemen solunuzda yer alacak. Mehmet Akif Ersoy’un bir dönem bu binada yaşadığını hemen belirtelim. Mısır Apartmanı’nın komşusu olan Sant Antonio (Saint Antoine) Kilisesi Latin Katoliklerin ibadethanesi olarak hizmet vermektedir. Ne yazık ki caddenin karşısında yer olan ünlü Rus Restoranı Rejans artık kapanmıştır ama her şeye rağmen doğu çizgilerini koruyan Elhamra Hanı hâlâ ayakta. Buranın mimarisine hiç uymayan iğrenç görüntüsüyle Odakule’yi geçtikten sonra, sol tarafta kapısında iki aslan kabartması bulunan Hollanda Konsolosluğu’nu göreceksiniz, bakın ama fazla durmayın, çünkü soğuk savaşın etkisiyle olacak kendini duvarların ardına saklayan Rus Konsolosluğu var sırada. Onun karşısında ise binalarının arasındaki balkon tarzı geçitleriyle muhteşem Suriye Pasajı. Onları da geçtikten sonra 19. yüzyılda yapılan maskeli balolarıyla ünlü İsveç Konsolosluğu solunuza, Narmanlı Han sağınıza düşecek. Narmanlı Han ilk Rus konsolosluğunun bulunduğu binadır. Zaten o dönemin kaba Rus mimarisi de hemen fark edilir. Narmanlı Han da semtteki birçok bina gibi sanatçılarımıza ev sahipliği yapmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar, Aliye Berger bir dönem Narmanlı Han’ı kendilerine mekân tutmuştur.
Tünel Meydanı’na gelince önce buraya ismini veren dünyanın en kısa metrosundan bahsetmemiz lazım. Eugene Henri Gavand tarafından 1871 yılında inşa edilmeye başlanan ve 1875 yılında açılışı yapılan tünel önce pek rağbet görmemiş; hayvan ve eşya taşımacılığında kullanılmış, sonra ahali de alışmış bu hayatı kolaylaştıran araca.
Tünel Meydanı’ndan Galipdede Caddesi’ne inerken hemen sağ tarafta açık kapısıyla sizi içeri davet eden Galata Mevlevihanesi çıkar karşınıza. II. Bayezit’in vezirlerinden İskender Paşa’nın av çiftliği olan bu mekân zamanla mevlevihaneye dönüşmüştür. Galata Mevlevihanesi, gürültülü patırtılı, rengârenk caddenin üstünde çöldeki bir vaha gibi huzurun simgesi olarak ziyaretçilerini beklemektedir. Gitmezseniz olmaz, mevlevihane üzüleceğinden değil, siz çok şey kaybedeceğinizden.
Gezimizin son durağı tünel olacak. O yüzden birkaç lakırdı daha etmekte yarar var. Tünel, Galata ile Pera’nın iç içe geçtiği yerdir. Zaten Galata ile Pera’yı birbirinden ayırmak artık olanaksız. Oysa önce Galata vardı. Galata kendini koruyan surlarıyla yüzyıllarca Cenevizlilerin önemli bir ticaret merkezi olmayı sürdürürken, Pera mezarlıkların ve bağların yer aldığı kırlık bir bölgeymiş. Bu bağlık bahçelik tepeliğe yerleşik yaşamın gelmesini sağlayan ilk adım Fransızlar tarafından atılmış. Fransız Sarayı olarak adlandırılacak olan elçilik binası 16. yüzyılın sonlarında bu bölgede inşa edilmiş. Fransızları Venedikliler, Hollandalılar, Ruslar ve İngilizler izlemiş. Elçiliklerin çevresine ticaret erbabı da konutlarını yaptırmaya başlayınca, bugünkü Pera’nın yani Beyoğlu’nun doğumu gerçekleşmiş.
Beyoğlu ismine gelince rivayet muhtelif. Kimileri der ki; Beyoğlu adı, Venedikli Andrea Gritti ve oğullarına kadar uzanır. Andrea Gritti oldukça varlıklı bir tüccarmış, aynı zamanda Venediklilerin elçisi ve de “doc”luk görevini sürdürmekteymiş, bu görevleri nedeniyle de Osmanlılar tarafından “bey” olarak adlandırılıyormuş. Andrea Gritti “Pera Bağları”nda bir konak yaptırmış. Üç oğluyla o konakta bir beyin şanına yaraşır şekilde yaşamış. Zamanla oğulları o konağı bir saraya çevirmişler. Gritti’nin çocukları da “bey oğlu” oldukları için, o konaktan yola çıkılarak, bu bölgeye Beyoğlu denmiş. Kimileri de der ki; eskiden yabancı elçilere “bey” denirmiş, Pera’da yabancı elçilikler açılınca buraya “bey yolu” denilmiş, zamanla da Beyoğlu adını almış.
Her iki rivayetin ortak yanı Beyoğlu’nda enternasyonal bir nitelik olması. Beyoğlu’nun tarihi de bunu gizlemiyor zaten. Var olduğu günden beri neredeyse dünyanın bütün dilleri konuşuluyor burada. Türkçe, Rumca, Ermenice, Flemenkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe, Rusça, Slovakça, İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Macarca…. Hani her katında farklı bir kavmin yaşadığı Babil Kulesi gibi. Ama Babil Kulesi’nde bir kattakiler, öteki kattakilerin dilini anlayamazmış, zaten o görkemli yapı da bu nedenle yıkılmış; anlaşamadıkları için. Pera’da diller farklı da olsa insanlar anlaşır, birbirlerinin kültürlerine saygı gösterirmiş. Pera ya da Beyoğlu’nun, Babil Kulesi gibi yıkılıp gitmemesi de bu yüzden. Öyle ya da böyle insanlar hâlâ birbirlerini anladıkları için. Ama ne yazık ki her zaman böyle olmadı, Varlık Vergisi gibi, 6-7 Eylül gibi yüz karası olaylar lekeledi Beyoğlu’nun çok yönlü, çokkültürlü, çokdilli görüntüsünü. Çok şey götürdü Beyoğlu’ndan. Çok acılar getirdi Beyoğlu’na. Yine de yaşamayı sürdürüyor Beyoğlu;
çünkü her şeye rağmen çokkültürlülüğünü, çoksesliliğini korumaya çalışıyor. Teksesliliğe, tekbiçimciliğe, tekkültürlülüğe inatla direniyor. Belki bir gün insanlar onlara söylemek isteğimi anlar, belki bir gün dinleri, dilleri, ırkları, kültürleri, cinsiyetleri farklı diye birbirlerini düşman saymak yerine, birbirlerini aynı bahçenin farklı kokulu, farklı renkli, farklı güzellikteki çiçekleri olarak görürler diye…
Atlas Ağustos 2014 / Sayı 257
Fotoğraf Galeri