Anasayfa KeşfetKültür Andamanlar Güneş Adası

Andamanlar Güneş Adası

Ayşegül Parlayan Özalp

Bengal Körfezi’nin açıklarında insanın hayallerini yerleştirdiği özlem ve ilham kaynağı adalar Andamanlar…

Yazı: Özcan Yüksek / Fotoğraf: Selcen Küçüküstel

İnsanlar günde dört saatten fazla çalışmıyor, kalan zamanlarını güle oynaya öğrenmek, okumak, tartışmak, yürümek, bedenlerini çalıştırmak için değerlendiriyorlar. Oturarak oyun oynamak da yasak, örneğin satranç, zar, aşık kemiği… Onun yerine top oynuyor, çember çeviriyor, güreş tutuyor, ok atıyorlar. Civitas Solis yani Güneş Ülkesi böyle bir yer. Uğurlu yıldızların bir araya gelmesini bekleyerek kurmuşlar orayı. Her şeyleri ortak, bir arada yiyip içiyorlar, bir arada çalışıyorlar, eğleniyor, uyuyorlar.

Bir ütopyayı aramak için yola çıkmak. Bazen yolculuğun amacı benim için yalnızca bu olur. Belki her yolculukta ayaklarım beni içimdeki o belirsiz arzunun çektiği yöne sürüklüyor. Andamanlar’a da bu yüzden geldim belki de.
Ütopya, olmayan yer anlamına gelir; bunun yanı sıra, iyi yer anlamına da gelir. Ama biz hep varmış gibi ararız orayı, o olmayan yeri. Eski tarifleri ve rivayetleri çözmeye çalışırız. Ütopya bir ada ya da adalar topluluğu olmalıdır. Belki de Andaman Adaları, eskiden beri tarif edilen o ütopyadır.
Thomas More, Yunancadaki hecelerle oynayarak bulmuş ve yazdığı romana ütopya adını vermiş. Dört asır önce. Onun sayesinde, hayalimizdeki dünyanın, en güzel dünyanın, en güzel yerin bir adı var artık… Ütopya, olmayan yer.

Andaman Adaları’na Çennay’dan kalkan uçakla gittik. Adalar, Hindistan’a bağlı ama harita üzerinde bakıldığında Myanmar’a çok daha yakın duruyor. Hepsini sayarsan toplam 325 ada var; biz kaçına gidebileceğiz hiç bilmiyorum. Zaten bu adalara gitmek için havaalanında ayrı ayrı özel izinler almak da gerekiyor: 30 gün. Sonra, biraz uğraşarak 15 gün daha uzatabiliyorsun bu izni. Daha fazlası yok. Gerçi ben, altı aydır oralarda gezinen Almanlara, İngilizlere rastladım, ayrıntısını da sormadım.

Jolly Adası yabancı turistlerden daha çok Hintlilerin ziyaret ettiği bir yer. Giysili olsalar dahi insanlar kendilerini adanın ışıltılı sularına atmaktan alamıyor.

Jolly Adası yabancı turistlerden daha çok Hintlilerin ziyaret ettiği bir yer. Giysili olsalar dahi insanlar kendilerini adanın ışıltılı sularına atmaktan alamıyor.

Öte yandan bu izinle sadece bazı adalara gitmek mümkün. Andaman Adaları’nın hepsi yabancılara açık değil. Şu yeryuvarlağında insanoğlunun ütopya umuduyla onca yol aşıp ayak bastığı adalarda karşılaştığı duruma bakın, yasaklar, izinler, damgalar, onaylar, engeller, sınırlar, sınırlar. Belki de ütopya adalarını korumak için özgürlükler kısıtlanıyordur. Zaten kim ki özgürlükleri kısıtlıyor, kutsal kabul ettiği bir koruma nedeni mutlaka vardır. Bazen bu kısıtlamalar dehşete dönüşse bile böyledir, zaten en çok da bu çeşit ütopya uygulamalarında yaşanmadı mı dehşet? Her neyse. Bu takımadaların en ucundaki Nikobar Adaları’na ise zaten hiç ayak basılamıyor, ne bir Hint yurttaşı ne bir dünya yurttaşı. Sadece adada eskiden beri, sürekli yaşayanlar kalabiliyor, dışarıdan kimse giremiyor. Ne ürkütücü! Dur giremezsin! Ama çok merak ediyorum. Beni ilgilendirmez! Ama! Giremezsin! Peki…

Belki de asıl ütopya adası orasıdır. Girip de kimse bozmasın diye. Dışarıya yasak, içeriye sonsuz özgürlük. Yine de tuhaf bir duygu içimi bir yaprak kurdu gibi kemiriyor, isyan ettiriyor, nasıl olur da şu yeryuvarlağında insanoğluna bir yeri, geçici bile olsa görme izni verilmez? Buna kimsenin hakkı olabilir mi? Bırakın şu yeryüzünü, ilerisi için söylüyorum, evrenin herhangi bir yeri için böyle bir yasak konulabilir mi? Bu soruların yanıtlarını ararken, özgürlüğün ne menem bir şey olduğunu, özgürlüğünün sınırını kimin çizip kimin çizemediğini de düşünüyor insan.

Andaman Adaları’nın çok eski bir yerleşim yeri olduğu biliniyor, daha doğrusu tahmin ediliyor. On binlerce yıl öncesinde nasıl geldilerse Afrika’dan buraya bir göç olduğu düşünülüyor. Yani adaların yerel halkı çok eskilerden beri burada yaşıyor. O zaman henüz insanlar kendi aralarında, yasak koyucular ve yasağa boyun eğenler veya eğmeyenler diye ayrılmamış.

Bu düşünceler arasında uçaktan Port Blair’e inerken sanki bir yağmur ormanının ortasına girer gibiydik. Havaalanına ayak basana değin görünürde hiçbir yerleşim yoktu, sadece göz alabildiğine yoğun bir orman.

Port Blair, adaların başkenti, deniz kenarında küçük bir kasaba gibiydi. Kalabalık merkezine karşın, uçsuz bucaksız ve ıssız sahillerinde yürüyüşlere çıkıyorduk. Guava ve mango satan manavları sık sık ziyaret ediyor, tropik meyvelere doymaya çalışıyorduk, ama bu olacak gibi değildi. Belki de bizim gibi ılıman iklim insanı için en büyük ütopya, tropik meyvelerle dolu bir adada yaşamak. Her ne kadar dalından koparamıyor olsak da, çok ucuza, kilolarca alabiliyorduk. Zaten paranın olmadığı bir ütopya adası bulmak için dünya üzerinde daha çok dolaşmamız gerekiyor. Aslında, dalından koparılacak meyveler de yok değildi, bunun için hindistancevizi ağaçlarına çıkabilmeniz gerekiyordu.

Deniz ürünleri de çok ucuzdu adalarda; her tarafta, kadınların, yuvarlak, ahşap tezgâhlarında iri iri, çeşitli renklerde balıklar satılıyordu. Fiyatını burada söyleyip söylememekte tereddüt ediyorum. Çünkü ütopya demek balık demek gibi yanlış bir fikir uyandırmış olabilirim. Ama kaldığımız Küçük Andaman Adası’nda, kamptaki 15 kişiye birer tane ısmarlayabilecek kadar ucuzdu balık. Biraz daha ayrıntı vereyim. İstanbul Boğazı’nda bir restoranda yediğiniz balık fiyatına burada 100 kişiye balık ısmarlayabilirsiniz. Hadi söyleyeyim, bir tanesi, tezgahta 1 lira. Büyük şehirde yaşayan insanlar, bugün artık ütopyalarına, tropik meyve, özgürlük, eşitlik kadar, ucuz balığı da koymalıdır.

İngiliz yurttaşı Robinson’un adasını anımsıyordum kimi zaman. Henüz çok küçük yaşta, okul kitaplarından çıkıp herkesin düşlerindeki okyanusun ortasına oturan o ıssız yeri. Okul kitaplarına kadar girebildiğine göre, uygar ülkelerin eğitimcileri pek sakınca görmemiş olmalı Robinson’un adasında.
Mister Robinson, hiç vakit geçirmeden ülkesindeki yaşam biçimine benzetmeye çalıştığı ıssız adasında, sözde vahşilerin saldırısına uğrar, uygar adam olarak vahşilerden birini kurtarır, onu kendine dost kılar, hatta kendi bebeği imiş gibi isim bile verir, o ismi de zamandan esinlenerek seçer -o günün adı cumadır.

Esasında Andaman Adası’nın güneyindeki Port Blair şehrini bir ütopya ve distopya, yani kötü ütopya karşıtlığı gezisi haline de getirmek mümkün, özellikle oradaki İngiliz izlerini ararken ve onlardan devraldıkları adalarda Hint yönetiminin yaptıklarına bakarak. Sömürge döneminde İngilizler, isyancıları Port Blair’de kurdukları “Cellular Jail” hapishanesinde tutmuşlar. O görkemli hapishane, bugün adanın turistik bir parçası. Ama cezaevlerinden çıkan pek çok Hintli ve Müslüman Hintli, bu uzak coğrafyadan geri dönmeyi başaramayıp buralarda kalmış, adalara dağılmışlar. Port Blair’de bir kısmının ataları eski mahkûm ya da özgürlük savaşçısı, oldukça kalabalık bir Müslüman nüfus da var. İngiliz ruhu, bu vahşi, bakir adayı, kimilerine göre dünyanın en eski insanları sayılan Andaman yerlilerinin eşitlikçi ve özgür yaşadığı bu yere, uygarlığın gücünün koruyucusu cezaevini yaparak, Thomas More’un Ütopya’sına gerçek dünyada renk katmış oldular. Zaten More da beş asır önce ülkesinde düşüncelerini kellesiyle ödemişti.

Ne tuhaf, More’dan bir asır sonra İtalyan Campenalla da uygarlığın cezaevinde çile doldurmuştu, sırf Hint Okyanusu’nda bir adada (kim bilir belki bu ada Andamanlar’dan biriydi, belki de Sri Lanka idi) Güneş Ülkesi adlı bir başka ütopya toplumu hayal ettiği için. Her şeye rağmen, ilksel Sentinel halkı, bu adalardan birinde hâlâ uygarlıkla temas kurmaya direniyor, yaklaşanlara öfkeli mızraklarını fırlatıyor. Buna karşılık Büyük Andaman Adası cangılında yaşayan yerlilerle, davetsiz misafir Hintliler ve turistler arasında dramatik bir kovalamaca yaşanıyor. Çünkü uygarlık, yaban halkın yaşam alanı ormanın tam ortasından bir yol geçirmiş.

Buna karşılık Havelock Adası 2000’li yıllara değin göreli sakin bir yermiş. Sonrasında önce arayış içindeki Avrupa gençliğinin ütopya adası olarak, işitenin geldiği bir deniz kıyısı haline gelmiş. Şimdilerde ise, içinde tarla farelerinin, kertenkelelerin dolandığı, serinletici pervanelerin gürültüyle döndüğü küçük bambu kulübelerin yanına, klimalı bungolovlar, ayuredik masaj odalı tatil siteleri, Hint ve Avrupa mutfağı sunan restoranlar yanaşmış. Tüm bu kötümser gelişmelere, bir de dünya okyanuslarındaki mercan kayalıklarının yüzde 70-80’e yakının öldüğünü, Andamanlar’ın da bundan payını aldığını eklemek gerekiyor. Distopyanın son aşaması olarak doğanın ölümü. Yine de oraya gitmeyi arzulayanlar olabilir, çünkü her şeyin bozulduğu yeryüzünde Andamanlar için bir cennet demek abartılı sayılmaz. Cehennem ve cennet arasındaki farkı ve varsa eğer benzerliği Andamanlar’da görebiliyor insan. Buna rağmen gitmek isteyenler için haziran ile ağustos arasının muson zamanı olduğunu belirtmek gerekir. Kendi adıma muson mevsimini severim, sıcak yağmurlarda ıslanmayı da. Onun dışındaki zamanlar herkes için daha uygun.

Hindistan’ın doğu kıyısından yaklaşık 960 kilometre kadar uzakta Andaman ve Nikobar Adaları. En kuzeyinde Andaman, en güneyinde Nikobar olmak üzere boylu boyunca 500 kilometre uzunluğunda.

Kimisinde uzun kimisinde kısa kaldığımız adaların sahillerinde, insanlar, şiddetli fırtınada gemisi batmış, yüzerek kurtulmayı başarmış ve o bilinmeyen Lilliput ülkesinde sağ salim karaya çıkmış Gulliver gibiydiler. Öyle ki, beyaz tenli insanlar, kumsalın hemen kıyısındaki çıplak kayalığın üzerinden uzaklara bakıyor, boş ufuklardan gözlerini ayırmıyordu. Bazen, o sisli, türkuvaz suyun üstünde, bir düş sahnesi gibi nereden çıktığı bilinmeyen, sapsarı bir kayık beliriyor, bu kayığın içi, boyunlarında can yelekleriyle yine beyaz tenli insanlarla dolu oluyordu. Öyle ki bu kayık benim gözümde, gemiden kurtulanların içine tıkıştığı bir filikayı andırıyordu. Geride kalanlar, aslında geride kalamayanlardı, batan gemiyle birlikte boğulmuşlardı. Bu konuklar, arkada bıraktıkları yaşamı bir an önce unutup ruhlarını kurtarmaya çalışan bir insanın yüz ifadesiyle kayıktan sıcak kuma ayak basıyorlardı.

Denizin dibindeki eğim o kadar azdı ki, filikadan inenler ancak birkaç yüz metre yürüdükten sonra kıyıya ayak basabiliyor, geniş yapraklı palmiye ağaçlarının gölgesine yorgun bedenlerini atıyorlardı. İncecik kumların üzerinde kimileri de ya havanın sıcaklığı ya da kendilerini yatıştırmak veya keyiflenmek için filikadan ayrılmadan önce içtikleri bir bardak romun etkisiyle sırtüstü sızıp uyuyorlardı. Öyle ki, kızgın güneşinin altında, adeta, kolları ve bacakları her iki yandan sıkıca yere bağlanmış gibi kıpırtısızdılar; sanki birazdan kımıldamak isteyecekler, yan dönmeye, bacaklarını çekmeye çalışacaklar, ama görünmez incecik ipliciklerle Gulliver gibi yere bağlandıklarını fark edeceklerdi. Ama öyle olmuyor, bu beyaz gezginler, düşlerinde gördükleri sahnelerin tersine, bir daha ancak, gelgitin geldiği saatte, deniz ıslak bir battaniye gibi üzerlerini örttüğünde uyanıyorlardı.

Bu adalar içinde en çok rağbet edilen yer Havelock’tu, beyaz adamın tatil ütopyası. Gelmek için bayağı sıkıntı yaşamıştık ama değdi doğrusu. Geliş macerasını da anlatmam gerek size.

Küçük Andaman’da iki hafta kadar kaldıktan sonra Port Blair’e geri dönmüş, ertesi sabah erkenden kalkıp limana gitmiştik. Bilet almak isteyenlerden uzun kuyruklar oluşmuştu, adalara giden teknelerde yer bulmak oldukça zordu. Havelock için yer bulamadık ve seferin başlayacağı gün tekrar erkenden limana gidip kaptandan bizi de gemisine almasını rica etmeye karar verdik. Bunun bazen mümkün olabildiğini de diğer yabancılardan işitmiştik. Nitekim dediğimiz gibi oldu ve sabah son anda bile olsa kendimize yer bulduk. Yolculuk yaklaşık dört-beş saat sürecekti. Geminin önünde kaptanın izniyle yere oturduk ve cennet gibi adaların, yemyeşil ormanlarla kaplı sahillerin kenarından geçerek Havelock’a doğru yola çıktık. Geminin önünde keyfimiz yerindeydi. Birsen Tezer dinliyorduk hatta.

Neil Adası Havelock’tan önceydi, burada hayatımda gördüğüm en mavi suyu gördüm sanırım. Havelock’a vardığımızda limandan bir “rikşa”ya bindik ve henüz yoldayken yedi numaralı sahile gitmeye karar verdik. Adada sahiller numaralandırılmıştı, yedi numaralı sahil ise en uzak koylardan biriydi. Rikşa ile kıvrımlı yemyeşil bir yolda köylerin arasından geçerek oraya vardık. İner inmez hindistancevizi suyu içtik ve vakit yitirmeden sahile koştuk. Sahil göz alabildiğine uzundu, ancak çeşitli yerlerde tabelalara yazılı “Tuzlu su timsahına dikkat” uyarısı insanı masmavi olan o denize girmekten alıkoyuyordu.

Sahilde oturduk, akşam her yer çarçabuk ıssızlaşıyordu. İki gece burada kaldıktan sonra daha merkezi bir yere geçtik. Burada küçük motosiklet kiralayıp onunla gezdik; köylerin içinden geçerken ailelerle konuşmak oldukça eğlenceliydi. Daha sonra yakın bir yerde ahşap kulübelerden oluşan yeni otele yerleştik. Burası tam bir cennetti. Hemen sahilde kaldığımız yerin önünde ağaçlarda hamaklar asılıydı. Kitap okuyup, güneşin ve kuş seslerinin tadına vardık.

Anlatmam gereken adalardan biri de ismi nereden geliyorsa, Jolly Boy Adası idi. Adanın doğası, çevresindeki deniz o denli önemli olmalıydı ki, yöreye Mahatma Gandhi Deniz Milli Parkı ismi verilmiş. Aslında 15 küçük adayı kapsayan bir deniz parkıydı. Adalar özel koruma bölgesi olduğu için tekneye binerken turistlerin yanında plastik getirmesi yasaktı. Eğer illa su şişesi benzeri bir şey getirilecekse, onun için de bir depozito ödemek gerekiyordu, dönüşte şişeyi tekrar gösterip parayı geri alıyordunuz.

Gittiğimiz yer çok küçük, üzerinde yerleşim olmayan, bembeyaz kumu ve mavi denizi olan bir adaydı. Bizden başka yabancı yoktu, insanlar bizimle hatıra fotoğrafı çektirmek istiyordu. Suyunun üstüyle, dibiyle, küçük de olsa gerçekten cennet gibiydi burası.

Ziyaret ettiğimiz son yer Jolly Adası oldu. Ama Port Blair’in hemen karşısındaki ince, ağaçlıklı Uzun Ada’ya gitme çabamız hiç sonuç vermedi. Zaten vaktimiz de doldu; düş uykusu sona erdi.

ATLAS HAZİRAN 2013/SAYI:243

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap