Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Sihirli koylar: Bozburun Yarımadası / Muğla

Sihirli koylar: Bozburun Yarımadası / Muğla

Özge Çolak

Mavi, turkuaz, yeşim ve daha nice renk… Sihirli koyların koleksiyoncusudur o… Kimi Daraçya bildi adını, kimi Karya Kersonesos´u, Rodos Peraia´sı ya da Trakheia… Muğla Marmaris’e bağlı Bozburun Yarımadası yazları Mavi Yolculukların en seçkin duraklarıyla biliniyor. Kendi kendine kalıyor diğer zamanlarda yerel halk. Akdeniz’in en az bozulmuş doğasını, ormanlarını barındıran bu coğrafyanın baharında dolaştık.

YAZI: TEVFİK TAŞ / FOTOĞRAFLAR: TOLGA İLDUN

Gece. Denizin felekleri uğulduyor. Kaç kat, kaç katman bilmiyorum, ama tıpkı bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki yıldız küreleri, çarkları gibi, Ay’ın öteki yüzü gibi Daraçya Yarımadası’nda denizin derinlerinde felekler, evrenler var.

Daraçya adında bir yeri bilmeyenler hemen şarmaşaşkın olmasın, ah zira Bozburun Yarımadası’nın başka adları da var; Karya Kersonesos’u, Rodos Peraia’sı (Pera / Karşıyaka.) Atina’nın vergi mükellefleri arasındaki büyüklüğü polise/kente denk görüldüğü İÖ 5’inci yüzyılda kendi sikkesini XEP Ethnikonu olarak bastırmış.

Antikçağda Hydas, sonraları ise Losta ismini alan Selimiye, Hisarönü Körfezi’nin inci parlaklığındaki sahillerinden biri sayılıyor. (üstteki fotoğraf)

Marmaris’e bağlı, kayalık kıvrımlı tepelerin arasına sıkışmış Bozburun Mahallesi, yaz dönemlerinde hareketli ve kalabalık bir turizm yerleşimi, diğer zamanlarda ise alabildiğine sakin.

Yıllar önce buradaki süngercilerle konuşmaya gelen Yaşar Kemal, yarımadanın günümüzde yaygın bilinen adının nedenlerini daha yazının girişinde söylüyor:

Bozburun, Türkiye’de biricik süngerci köyüdür. Ege Denizi kıyılarının başka yerleri gibi verimli toprakları olan bir yer değildir. Kayalıktır. Bozburun diye iyi ad takmışlar. Yakışmış.”

Lakin Yaşar Kemal ustadan yüzyıllar önce buraya “Trakheia/taşlık-kayalık” denmiş. Şafağın gökte yer yer açtığı çimdik moruyla, yelin kelamıyla çıkıyoruz yola… Turunç sırtlarındaki ormanlar insanı “Boz”, ya da “Taşlık/Kayalık” gibi isimlere yaslanarak düşünmekten vazgeçirecek denli yeşil.

Çam kokusuyla tırmanıyoruz Amos antik kentini de kapsayan Hisarburnu’ndan Asarcık Tepe’ye. Aslında antik yerleşimin surlarını izliyoruz…

Bu kentin ne zaman kurulduğu kesinlik kazanmış değil. Kuzeydoğuda, tiyatro küçük fakat görkemli… Öyle ki caveasının (antik tiyatrolarda oturma yerleri) duvarlarının altı metreyi bulan kesimleri ayaktadır. Amos, bu hat üzerinde Sedir Adası ve Kastabos’la birlikte tiyatro yapısına sahip birkaç yerleşimden biridir. 1300 kişilik bu tiyatrodan şimdi denizin oyunlarını seyrediyorum. Yeşilin içinde bir turuncu hat oluşuyor, sonra apansız limon sarısı, geceyle şafağın eşiğindeki esmer mor dalgalanmalar karışıyor onlara ve mavi bir girdapta halkalanıyorlar…

Buranın, Dionysos’a adanmış bir tiyatro olduğunu G. E. Bean’ın 1948’de bulduğu altarındaki tasvirlerinden anlıyoruz. Tiyatro sağınızda kalacak şekilde ilerleyince Karia mezarları karşılıyor beni. Aşağıdaki “modern Turunç” olarak da adlandırılan yerleşim bir deniz kıyısının insan hücumuna uğramış halinin tipik örneklerinden birini sergiliyor.

Tiyatro alanından soldaki bayıra doğru bakıldığında, yerleşime yeni açılmış bir alan görülüyor. Art arda, üst üste villalar. Beton, kiremit beton. Hayır alelade bir bayıra bakmıyoruz biz. Bir orman, onu paramparça edecek hareketler silsilesinin ilk sillesini yemiş ve izin verildiğinde öteki olacakları anlatırcasına bakıyor bize.

Oysa, Datça ve Bozburun orman dokusu, 1999 yılında, Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) tarafından Avrupa’nın biyolojik çeşitlilik bakımından en değerli ve acil korunması gereken 100 ormanından biri olarak saptandı. Yani “Avrupa Ormanları’nın Sıcak Noktaları” arasında sayılıyor.

Daha ötelere, ağaçların derinlerine bakınca rahatlıyor insanın gözü, nefesi, deniz yıkayıp dinginleştiriyor.

Söze Amos’la başladım, çünkü bölgenin bilinebilen tarihsel merkezlerinden biri burası. Dahası, Rodos’un devletleşmesiyle birlikte bütün ilişkiler ağının odaklarının başında geliyor. Fakat modern yarımadayı coğrafi olarak tarif bakımından şu kadarını söyleyebilirim. Marmaris’ten kara yoluyla gelindiğinde, Hisarönü (Bybassos), yarımadanın girişi oluyor. Ben şimdi İçmeler, Turunç (Amos), Kumlubük, Çiftlik, Kilise Koyu, Bozburun (Tymnos), Arap Adası, Kızıl Ada, Serçe Limanı hattının başlarındayım. Anadolu’dan Akdeniz’e doğru sokulan üç yarımadadan birinin iki ana kıyı şeridinin doğu kesitidir bu hat. Bir nokta daha var söylenmese olmaz. Bütün bu yerleşimler arasında öyle düz bir yol yok. Koylarının giriş çıkışları, kavisleri, üçgenleri insanı nasıl şaşırtıyorsa, karadan da dağlar, vadiler aşılıyor; aklı fır dönüyor insanın ve öyle varıyor bir yerden ötekine.

Yarımada maki, garig, nemli kızılçam, servi, sığla gibi türlerden oluşan ve bozulmayı en az yaşayan Akdeniz bitki örtüsüne ev sahipliği yapıyor.

Bozburun ile Selimiye arasında bulunan Kameriye, veya diğer adıyla Kamelya Adası’nda “1800 yıllık” olduğu düşünülen manastır, siyah beyaz yuvarlak taşlarla çeşitli figürlerin işlendiği mozaik zemini, dilek çaputlarının bağlandığı asırlık zeytin ağacıyla da ilgi çekiyor.

Bozburun ile Selimiye arasında bulunan Kameriye, veya diğer adıyla Kamelya Adası’nda “1800 yıllık” olduğu düşünülen manastır, siyah beyaz yuvarlak taşlarla çeşitli figürlerin işlendiği mozaik zemini, dilek çaputlarının bağlandığı asırlık zeytin ağacıyla da ilgi çekiyor (solda.) Karya Yolu yürüyüşçüleri de dahil pek çok gezginin uğrak noktalarından biri, Turgutköy’deki piramit tipi mezar. Köylüler yakın zamana kadar “Çağ Baba Türbesi” olarak biliyordu bu yapıyı. Araştırmalar, mezarın yaklaşık 2 bin 300 yıl önce bir savaşta ölen Yunanlı boksör Diagoras ve eşine ait olduğunu gösterdi.

Yarımadanın bugünkü yönetsel merkezi de sayılan Bozburun’da (Tymnos), seher vaktinin ışığı daha da çoğaltıyor denizle kara arasındaki dolambaçları. Bodur ağaçlı tepecikler bazı bölgelerde birer vazo gibi, art arda yükselip ışıldıyor. Fakat öyle görünümlerde döneniyor ki insanın bakışı su, toprak ve gök sanki aynı buğulu turkuaz sonsuzluk içinde bir başka alaşıma dönüyor, ayrı bir maddenin şekilleri olarak inip çıkıyor.

Karya Yolu yürüyüşçüleri de dahil pek çok gezginin uğrak noktalarından biri, Turgutköy’deki piramit tipi mezar. Köylüler yakın zamana kadar “Çağ Baba Türbesi” olarak biliyordu bu yapıyı. Araştırmalar, mezarın yaklaşık 2 bin 300 yıl önce bir savaşta ölen Yunanlı boksör Diagoras ve eşine ait olduğunu gösterdi.

Yarımadayı coğrafi bakımdan bu hat üzerinde özetlemek gerekirse: Turgut (Hydas), Selimiye-Kızılköy (Losta Limanı), Bayır (Syrna), Söğüt (Thyssannos), Taşlıca (Phoenix), Bozuk Limanı (Kasarae.)

İki cadde üç sokak denecek denli küçük Bozburun Köyü, öteki bütün emsallerinden hem estetik ve hünerler silsilesi bakımından, hem de maddi değer bakımından ayıran çok önemli bir özelliği var; burada handiyse her evin bahçesi bir marangoz atölyesi. Fakat öyle “hobi” filan değil… Her bir bahçede bir tekne yapılıyor. Kimi 7-10 metre aralığında, kimi 20-30 metre… 10 tondan 100 tona kadar… Bahçelerde aslında yüzen bir apartman var…

Bozburun köyleri, zeytinyağı ve bal üretimiyle de ünlü… Nane, kekik, adaçayı hem bitki olarak toplanıyor, hem de yağları çıkarılarak kullanıma sunuluyor.

Bu teknelerle, bu sularda gezmenin ilk adımlarını Halikarnas Balıkçısı ve arkadaşları attı demek, abartı olmaz… Bir zamanlar bu sularda balık avlamak, sünger çıkarmak için dolaşan tekneler, şimdi turizmin bel kemiği oldu. Zaten burada üretilen tekneler yelkenli ve motoryattan hem isim, hem de işlev bakımlarından farklı.

Venedikli tüccarlardan gelen gołéta sözcüğü, Mavi Yolculuk’un erbablarınca “Gulet” olarak dillendirilince, bölgenin süngerci tekne sahipleri de sözcüğün hakkını vermiş. Geçmişin karpuz kıç guletlerine az oda sığdığı için şimdilerde ayna kıç guletler yapılıyor… Kullananlar kamara çokluğu ayrımından sonra şunu da ekliyor: Guletler yapı itibariyle direkli az salmalı olduğu için sığ koy ve adalara rahatlıkla yanaşabiliyor.

Arıcılığın önemli bir geçim kaynağı olduğu yarımadada Turgut Köyü sakinlerinden Selçuk Yılmaz, hemen hemen her gün kovanlarını kontrol ediyor. Yılmaz, arılardan koruyan özel kıyafet yerine, arıları sakinleştirmek için kullanılan körük dumanını tercih ediyor.

Bu bölgelerde yaşayanların çoğu Yörük göçerleridir. Örneğin Bozburun Yarımadası’na yerleşen Yörükler, yıllar yılı denizden rızık aramamış diyebiliriz. Sonra süngerden balığa, geziden kılavuzluğa kadar pek çok neden, özellikle erkek nüfusu denize çağırmış. Toprakla uğraşmak kadınlara kalmış. Fakat şimdi Adaboğazı’ndan Dirsek Bükü’ne, Ağıl Bükü’nden Kamerya Adası, Dişlice Ada, Selimiye, Orhaniye’ye… Emel Sayın Koyu’ndan Burmalı, Bencik ya da Oğlan Boğuldu koylarında guletler dolaşıyor…

Burada, her iki erkekten birinin adı Salih, dersem, inanmazlık etmeyin. Zira şimdi, arabasıyla bizi Tavşanbükü Koyu’na götüren Salih Yiğit Kaptan da aynı şeyi söylüyor. “Benim teyze oğlunun adı Salih, onun oğlu da Salih.” Neden? “Herhalde” diyor, “önce salı günü doğanlara Salih, demişler. Sonra moda olmuş, herkes birbirini izlemiş.” Biraz sonra burada insanları, sormanın, bulmanın sırrını veriyor: “Bozburun’da Salih diye birini sorduğunda, adam sana mel mel bakar; burada kimsenin soyadının da bir önemi yok, desem inan, herkesin bir lakabı var: Kimine ‘Arap’ deriz, kimine ‘Panter.’ Beni mesela istediğin kadar Salih Kaptan diye sor. Hiç kimse tınlamaz. Lakabımla ‘Kara Bomba Salih’ dedin mi seni bizim kapıya vardırırlar.”

Delikyol Koyu, Orhaniye ve Selimiye’yi sahilden birleştiren noktada. Kızılçam ve sığla, Bozburun ormanlarının hâkim ağaç türlerinden.

Tarih öncesi bir yolda otomobille hoplaya zıplaya gidiyoruz. Kara Bomba Kaptan “sizi bir ormana götürüyorum” diyor. Yol boyunca çocukluğunun geçtiği yerlerin adlarını sayıyor. Üç Eren… Orta Eren, Kireçlik Beleni (belen: sırt, yükselti)… Kisle Beleni (kisle: kilise)… Yassı Ballık… Taşlık, kayalık kıraçları gösteriyor. Buralarda tarla yapardık… O konuştukça anlıyorum ki Salih Kaptan’ın gençliği buranın belki Karia, belki daha öncesinden gelen tarihinin bir özeti gibi…

Hekatomnos’un kurduğu düşünülen Karya Devleti’nin buradaki kesitleri, Rodos Peraia’sına dönüşünce, kırsal ekonomiye dayalı yanları daha da yükselmiş. Amos civarında bulunan “arazi kiralanmasına” ilişkin antik yazıtlar gibi kimi veriler bu dönemi karakterize eden ilişkiler silsilesinde Rodoslu elitlerin köle nüfusunu bu topraklarda olanaksıza yakın bir tarımsal etkinlik içinde tuttuğunu düşündürüyor.

İrşat Alper, Bayır Köyü’nde dedesi Mehmet Alper’den kalma ve yörenin şifa kaynağı zeytin, defne, kekik yağlarının çıkartıldığı atölyeyi “Eski Yağhane” adıyla müzeye dönüştürmüş. Burada taş ve ahşaptan yapılmış tarihi araçlar, mektuplar, giysiler gibi pek çok malzeme sergileniyor.

Buraya âşık Bülent Ortaçgil söylemiş: “En küçük bir ses bile sanki gök gürültüsü / İçim kıpır kıpır deniz kıpırtısız…” Bozburun kimi zaman öyle sessiz…

Helenistik dönemle birlikte deniz taşımacılığının daha da yaygınlaşması ve Bozburun’un kimi bölgelerinin doğal liman olması nüfus hareketlerini de beraberinde getirmiş olmalı.

Bunlar aklıma geliyor, çünkü kaptanın gösterdiği yerler “olanaksız tarım” diye bir kavramı düşündürüyor.

Tavşanbükü Koyu’na inen yokuşun başına geldiğimizden Kara Bomba’nın “orman” derken kastettiğini de anlamış oluyorum. Burası bir gulet ormanı… Her boydan, soydan, ağırlıktan, renkten gulet. Matkap ve taşlama sesleri, vernik ve zımparalardan yükselen toz kokusu birbirine karışıyor. Burası, Marmaris Yatçılık Turizm Geliştirme Kooperatifi’nin teknelerin bakımını yapmak için kiraladığı bir alan.

İsmail Alper’in Bayır Köyü’ndeki bakkal dükkânı aynı zamanda köylülerin sohbet noktalarından biri.

İşte burada yaşıyor Hammoş ile Harika… Keçileri, horozları, kedileri ve köpekleriyle. Bu “organize gulet sanayi” denebilecek sahilde yeryüzünün en ilginç yaşamını kurmuşlar. Öyle yoksul, düşkün oldukları için değil; tam tersine bu yaşantıyı beğendikleri için. “Çünkü” diyor Hommoş Hanım “burada yılın belli zamanları çalışıyor ustalar, gemiciler. Sonra biz kalıyoruz, Köroğlu ile Ayvaz misali… Bu koca sahil, dağlar, cümle canlı…”

Bybassos Kralı’nın kızı güzel prenses ile bir balıkçı arasındaki aşk efsanesine sahne olsa da, jeologların binlerce yıllık jeolojik süreçle oluşan bir doğa olayı olarak tanımladıkları Orhaniye’deki meşhur Kızkumu’nda, bahar zamanı sadece denizin ve doğanın sesleri duyuluyor.

Bu kez bir başka Salih (Uslu) Kaptan çağırıyor, lakabı Caferoğlu, oğlunun adı da Salih… “Benim babam süngerciydi” diyor. “Yaşar Kemal’in “Bu Diyar Baştan Başa” röportajlarındaki Kara Memet’tir. Orada bir de Arap vardır. O da benim amcam.” Kahveler içiliyor, söz sözün içinden geçiyor. “Eskiden biz iki tür tekne bilirdik: Trandil (tirhandil) dediğimiz süngerci teknesi, bir de balıkçı tekneleri. Onlara da ‘piyade’ derdik.” Onunla konuşurken “Şerbetli” lakaplı Orhan dalgıcın söylediklerini düşünüyorum:

“Süngercilik buradaki erkek nüfusun çoğuna denizin üstünden çok dibini sevdirdi” diyordu. Sahiden de hangi dalgıçla konuşursan konuş sünger demez, “kara gül” der. Bu öyle salt romantik bir söz değil. Sünger kapkaradır dipteyken, yeryüzüne gelince, üzüm ezer gibi çiğner onu süngerciler, sütü boşalır, o sarhoş eden kokusu gider..

Yaz aylarında bir yatlar ormanıdır Akdeniz koyları. Bozburunlular, kendi yaptıkları guletlerle hizmet veriyor bu mavi turlarda.

“Bir sünger yoktur diplerde” diyor Şerbetli Orhan. “Fil kulağı, melat, kabadika, deli… En kıymetlisi fil kulağı ise, en az rağbet edileni delidir. Fakat süngerci rast geldiğinde ayırt etmeden tümünü doldurur ‘apoşi’ dedikleri çuvala.”

Karyalıların tirhandil teknelerinden evrilerek bugüne gelen, önceleri sünger ve balık avcılığında kullanılan guletler uzun zamandır turizme hizmet etmekte. Tavşanbükü Koyu ise bölgedeki guletlerin kış aylarında bakım için karaya çekildikleri toplanma noktası.

Biz böyle alıp verirken Caferoğlu Salih: “Süngercilik demek, vurgun demekti. Çok insan felçle yaşadı. Çoğu calabaydı. Yani kasların, sinirlerin basınçla hırpalanması sonucu ağzı eğri kalırdı insanların, konuşamaz, tükürüğünü tutamaz, amma gene de vazgeçmezdi denizden.” Sonra eliyle gulet ormanını gösterdi: “Şimdi bak şu alana, motor güçleri bilmem kaça çıkarılmış, her biri yüzbinlerce dolarla ölçülen guletler var. Dahası şimdi hemen herkes kendi teknesinin hem kaptanı, hem ustası.”

Turizmin neredeyse pek çok ülkenin, kentin ekonomisini tepeden tırnağa belirlediği, bu sektörün kimi yerde doğal yıkımlara yol açacak denli azgınlaştığı bir zamanda Bozburun “ilginç” denebilecek bir hat izliyor. Buradaki turizm biçimine yat turizmi demek daha doğru olur… Elbette burada da oteller, lokantalar kıyıları kaplayabildiği kadar kaplamış. Ancak burada, batıdan başlayarak Hisarönü’ndeki Keçibükü Ada karşısı, Turgutköy Çatalca, Kumbükü, İlyas Koyu, Mehe Bükü, Kargı Ada, Delikyol Limanı, Selimiye Koyu… Doğu kıyılarında Bozuk ve Seçe limanları, Arap Ada, Buruniçi, Armella; Bayırköy’deki Çiftlik Koy, İnce Dere (Gebekse); Osmaniye’de Kadırga (Çaycağız) Koyu, Kumlu, Tatla ve Turunç’ta Asarcık Koyu gibi belli başlı girintiler bütün yaz boyunca çoğu yataklı tur teknelerinin istilasına uğruyor. Onlarca, yüzlerce tekne dönenip duruyor buralarda. Fakat buna rağmen içerileri, köyleri beton istilasına uğratacak bir hareket olmamış, olmuyor.

Nisan başına kadar süren onarımlar süresince 130 civarında guleti ağırlayan koy, Yunanistan’ın Symi (Sömbeki) Adası’na komşu.

Kıyıya yürüyorum. Burada biraz daha ileri gitsem Dirsek Bükü, sonra Apostol Burnu. Karşımızda Yunanistan Symi (Sömbeki, Simi) Adası… Biz başka bir ışık demetinin içine dalıyoruz… Kurtuluş Demirel, İlker Teze, Niyazi Kızlan gulet tamirinden paydos edince bizi de aldılar Adaboğazı’na girdik. Öyle adlar vermişler ki yerleşimlere, coğrafya kesitlerine, insan bir kitabın “İçindekiler” sayfasını okur gibi dinliyor. Koy küçük mü “Mercimek” deyivermişler, toprak koyu sarı mı, olmuş sana “Kızıl Ada”, üzerinde tapınak mı var “Kisle (kilisenin buradaki söylenişi) Ada”…

Tavşanbükü’nden Bozburun yerleşimine kadar kiliseler, yel değirmenleri, minik adaları göre konuşa geçti. Denizin akşamı alacalanıyor, ışık tel tel, merhaleden merhaleye iniyor…

Karia kralının kızı Syrna, Asklepios’un oğlu, Troia’yı kuşatan Akalıların (Akhaioi) ordularının hekimi Podaleirios’yla evlenmiştir. Kral da onlara Bozburun Yarımadası’nı armağan etmiştir. Podaleirios da burada kurduğu kentlerden birine eşi Syrna’nın ismini vermiştir. Mitolojinin bu öyküsünde şaşırtıcı bir yan yok, fakat, Bayır Köyü’nün iki kilometre kuzeydoğusundaki Yoncaağız adlı tepenin üzerindeki kalıntılar, bize bu kenti ikna edici şekilde sunmuyor.

Helenistik çağda Asklepios Mabedi’yle ünlenmiş kent… Lakin burada da bilimsel araştırma yapılmadığından Syrna’daki Asklepios Mabedi’nin de yeri kesinlik kazanamamıştır.

Fakat yaşadığı sürece kesin olan bir şey var Necip Evcan’la karşılaşan herkes sadece Bayır Köyü’nün geçmişini değil, 86 yaşındaki bu adamda bir bakıma Muğla’nın yaklaşık bir asırlık serüvenlerini öğrenir… “Öyle araba, yol mol yok. Buradan hayvanın sırtına peyniri yükledin mi ver elini Muğla. Eşekle ikimiz yan yana gidemezdik… Marmaris’te Koca Mağara’nın yanında han vardı, kahveler vardı… Bir müddet orada hem eşek, at; hem de insan dinlenirdi.”

Bozburunlu futbolseverler, Bozburun Belediyespor ve Beldibispor arasında oynanan Muğla 2. Amatör B Grubu karşılaşmasında takımlarını desteklemek için stadın yolunu tutmuş.

Necip Evcan ve eşi Feriştah ile sohbet daldan dala gidiyor gibi, ama aslında bir eksende dönüyor, Necip Amca sözün künhüne vuruyor: “Tarım bizim buralarda zaten kıttı, şimdi türlü oyunla onu da bitirdiler. Peki ne yiyecek bu millet?” Kendi sorusunu kendisi yanıtlıyor: “Üretmeyen adam kendi kendini, birbirini yer.”

Bayır Köyü, yarımadanın bal başta olmak üzere (ki neredeyse Muğla merkezine kadar pek çok yere buradan gidiyor) kendine özgü üretimlerinin büyük kısmının bulunabileceği bir yer. Örneğin İsmail Alper, yağ elde ettikleri bitkileri şöyle sıralıyor: “Nane, adaçayı, narpuz (yabani nane/ yarpuz), kekik, okaliptüs, defne, karabaş otu ve elbette zeytin…”

Onlarca köy, antik kent, koy gibi doğa ve tarihi oluşumdan geçen Karya Yolu’nun yarımadadaki güzergâhı İçmeler, Bayır, Bozburun, Selimiye, Hisarönü üzerinden Eski Datça’ya bağlanır.

İrşat Alper, dededen kalma zeytinyağı fabrikasını müzeye dönüştürmüş. Neredeyse 1930’lardan çok yakın yıllara kadar bütün üretim araç gereçlerini gösteriyor. Örneğin burada 1942’de taş sistemden ahşap burgulu ezme sistemine geçilmiş… Bazı mektuplar bu köyden ABD’ye zeytinyağı gönderildiğini gösteriyor. O zaman, İzmir’de ihracat yapan Nevzat Selçuk’tan Mehmet Alper’e gelen, 25.12.1968 tarihli mektubun bir yerinde şöyle deniyor: “Amerika’da grevler olduğu için elimizdeki malı hâlâ gönderebilmiş değiliz.”

Bayır Köyü’nün neredeyse bir özelliği olmuş, pek çok adam “soyadım yok” diyor.

Karyalıların yapıp kullandığına inandığımız yolun başında bir sanduka mezarın yanında yeniden bakıyorum, küçük dağların devasa yarıklar arasında duran köylere, yollara, zeytinliklere… Karya Yolu, günümüz gezginleri için çok önemli yürüyüş rotaları arasında yer alıyor. Üç günde yürünen kesimleri de var, bir hafta çadır kura toplaya yürünen kesimleri de…

Bozburun düğünleri üç gün üç gece sürüyor.

Bozburun’un coğrafyasında insan gözünü afallatan yalnızca derin dağ yarılmaları değildir; yükseltiler hem iç içe, hem tuhaf merdivenlere dönüşmüş gibi: Kuzeyde 880 metreyle Palamut Dağı yarımadanın en yükseğidir; girinti ve çıkıntılarıyla 817 metreyle Eren Dağı var ve güneye doğru 746 metre Gever Dağı’yla başlayarak alçalıyor; Karapınar (635 metre), Gökdağ (594 metre), Karayüksek Tepe (536 metre.) Dahası bütün bu yükseltiler, kıyılara öylesine dik iniyor ki bazen aşılmaz dağların gölgesinde duyumsuyor insan kendini…

Kız tarafı (Mehmet Mercan ve ailesi), “Er’i gördük” olarak da bilinen düğün yemeği veriyor. Yörük gelenekleri kazanlarda pişirilen keşkek, et, kuru fasulye ve pilavın lezzetinin yanı sıra köy halkının imecesi olarak da yaşıyor ve yaşatılıyor.

“Mahbubuna (muhabbet ettiğine) âşık incnürmi/ farza nice bin cefa olsa” demiş ya Taşlıcalı Yahya… Gerçi onun doğduğu Taşlıca bu değil, ama bu yol benim muhabbetim, döne döne başım gidiyorum.

Taşlıca (Phoenix) aslında Bozburun’un pek çok halinin özü, özeti diyebiliriz. Bozburun neredeyse 1980’lerin sonuna kadar su sıkıntısı çekti. Taşlıca bunun ne demek olduğunu Roma devri, belki daha önceki dönemlerde başlamış su biriktirme kuyularıyla anlatır. Kırkkuyular denen mevkideki kuyular bugün tarihsel birer görsel yapı olsa bile çok, ama çok yakın zamana dek kullanıldı.

Bozburun’a araştırmacıları davet eden en önemli antik yapılar, tarım teraslarıdır. Taşlıca, bunu son derece çarpıcı biçimlerle yansıtıyor. Görende sanki toprak akıp gidecek de insanlar buna karşı önlem almış duygusu veriyor… Elbette bu taşlık arazide, bir kersek toprak bile önemli. Ancak bu teraslar aynı zamanda, burada insanları çalıştırma sisteminin geçmişini de söylüyor.

Bugüne kadar yürütülen yüzey araştırmaları (ki yarımadada daha fazlası şimdiye dek olmadı) ve özellikle jeoarkeoloji ve havadan yapılan saptamalar, yerleşkelerin olduğu kadar tarımsal alanların da deney birikimlerinin ürünü olduğunu gösteriyor. Doğanın buradaki koşulları, tarımsal faaliyetin karakterini de belirlemiş. Orman alanlarının verdikleri dışında başat üretim üzüm ve zeytin (Amos), Hisarönü (Bybassos), Turgut (Hydas), Selimiye-Kızılköy (Losta Limanı’yla tamamlanan hipotetik Hygassos), Bayır (Syrna), Bozburun (Tymnos), Söğüt (Thyssannos), Taşlıca (Phoenix) ve Bozuk (Kasarae) gibi alanlar aslında birer tarımsal çiftlik, tapınak olarak ve bir mesafe mantığıyla kurulmuş gibi.
Kırkkuyular’dan Serçe Limanı’na inerken bir Apollon Tapınağı var ama asıl kutsal alan, Serçe Limanı’ndan sonra, Loryma antik kentinin kuzeyindeki Kıran Gölü’dür. Buraya kara yoluyla ulaşım olmadığı için Bozuk Limanı’na kadar denizden gitmek gerekiyor.

Ah şu Serçe Limanı, limanları yarımadanın derinliklerinde kaybolmuş bilmem kaç gemi… Yani denizcilik tarihinin enkazı, fakat anlatan geçmiş yüzyılları bugüne, bize…

Bundan yıllarca önce, camın tarihini çalışırken Bodrum Müzesi’ne sualtı arkeolojisiyle gelen, camdan yapılmış bir dikiş iğnesi, bana geçmişin inceliklerini söylemişti. Bozburun açıklarında batmış bir gemiden gelmişti iğne; zaten içindeki yükten dolayı “Cam Batığı” dendi o gemiye..

Yüzyıllar sonra çıkan amforaların bir kısmında, yarımadanın zeytinyağı ve şarap gibi ürünlerinin taşındığı anlaşıldı. Bu amforaların kulplarındaki işaretler, burada farklı işlikleri, yani yerleşimleri gösteriyor. Araştırmacılar bu bulguları, yüzey araştırmalarında bulunan ezgi taşları ve atölyelerle birleştirip kıyaslayarak buradaki üretim yerlerini, kırsal (Khora) ilişkiler ağını çözmeye çalışıyor.

Yarımadanın sakin köylerinden Orhaniye’de güneşli bir kış gününde insanlar günlük işlerinden vakit buldukları zamanlarda sahildeki kafelerde vakit geçiriyor.

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Harun Öztaş ve Nilhan Kızıldağ’ın 2017 yılında Bozburun’da yaptıkları dalış, sadece, kireçtaşından yapılmış, harikulade sanat nesneleri bulunduğu için sevindirmedi bizi, aynı zamanda deniz araç gereçlerinin tarihi bakımından da önemli bulguları konuşmamıza olanak sağladı. Örneğin 7’nci yüzyıla tarihlenen Yassıada Batığı, 11’inci yüzyılın Serçe Limanı Batığı’ndaki gemilerle hangi bakımlardan aynı, ya da ayrıydı?

Cam gibi sessiz, kendi ışığıyla gece iniyor. Baharın başındayız. Medeniyetin ışıkları yok. Kimse yok. Suyun ve rüzgârın meleklerinden gayri kimse yok. Gece denizinin kendi ışığı var. Diyelim ki yer gök kütlesel karanlıkta, ama Daraçya Yarımadası’nda gece denizinin kendi ışığı var.

Kışları gulet koyuna dönüşen Tavşan Bükü’nün kadim sakinlerinden Fatma Teyze, nam-ı diğer Hammoş Abla, burada keçileriyle yaşıyor. Oğlaklar, aynı zamanda baharın habercisi sayılıyor.

Zamanın mimarideki etkisi yalnızca yağmurun, rüzgârın, sürtünmelerin yıpratıcılığıyla ölçülmüyor. İnsanın hoyratlığı, ya da ilgisizliğiyle de ölçmek kaçınılmaz oluyor. Kamelya Adası’ındaki manastır yapısının tarihine ilişkin berrak bir kaynak yok. Lakin bir süre sonra zaten şu küçücük kiliseden başka manastıra ilişkin bir şey de kalmayacak gibi… Buraya yeryüzünün her yerinden insan geliyor. Bilmem kaç asırlık bir zeytin ağacına dünyanın dilek çaputları bağlanmış. Ben sırtımı yasladım bunca dileğe, dağların denize girmiş duvarlarına bakıyorum. Aklıma zamanımızın ermişlerinden bir olan Eduardo Galeano’nun anlattığı o küçük dev öykü geliyor.

Bozburun’da karayoluyla ulaşılan en uzak köy Marmaris’e bağlı Taşlıca. Taşların üst üste dizilmesiyle yapılan teras sistemi, bilindiği kadarıyla Karyalılardan beri sürüyor. Antik tarım teraslarının kurulduğu bölgeler, aynı zamanda burada Karya, Helen, Roma, Selçuklu zamanlarında birer yerleşim olduğunun da göstergesi sayılıyor.

“Diego, denizi hiç görmemişti. Babası, Santiago Kovadloff, onu denize götürdü.

Güneye gittiler. Deniz, yüksek kum tepelerinin ardında uzanmış, beklemekteydi.

Taşlıca Köyü’nden Serçe Limanı’na giden yol üzerindeki Kırkkuyular, yüzyıllar boyunca kurak iklim şartlarında ve su kıtlığı içinde köyün su gereksinimini sağlamış.

Çocukla babası uzun bir yürüyüşten sonra kum tepelerine ulaştıklarında deniz, gözlerinin önünde patlayıverdi. Parıltısı öylesine uçsuz bucaksızdı ki, bu güzellik karşısında çocuğun dili tutuldu. En sonunda, titreyerek, kekeleyerek, konuşmayı başarabildiği zaman babasına yalvardı: Yardım et de göreyim.” Yardım et de göreyim.

ATLAS MAYIS 2019

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap