Anasayfa KeşfetGezi Şelale Yolunda

Şelale Yolunda

Derme çatma evler, küçük bakkallar, yol kenarı satıcıları…

Genellikle kentler yoksul görüntülerle “hoş geldin” derler konuklarına. Livingstone’da da bu kuralın bozulmadığını gördüm. Yoksul görüntülerin, kentin içine girdikçe yerini zengin görüntülere bırakacağını düşündüm. Ülkenin en büyük, en eski, uzun yıllar başkent olmuş kentine, girişteki yoksulluğu yakıştıramamıştım nedense. Ama görüntü hiç değişmedi. Kentin içlerine girdikçe yoksulluk daha da koyulaştı. İşte o an gerçek Kara Afrika’da olduğumu kavradım.
Kentte bütün yaşam 4 kilometre uzunluğundaki ana caddenin iki kıyısında akıp gidiyordu. Kuruluş yıllarının kibar ve güzel Victoria stilini yansıtan binaları şimdi birer harabeye dönmüştü. Hiçbir makyaj, bu binaların yaşını gizleyemezdi.

Buraya adını veren İngiliz misyoner doktor David Livingstone, öylesine uzun ve heyecan verici bir öykünün kahramanı ki, hepsini bu sayfada anlatmak olanaksız. Kısaca anlatırsam; Livingstone, Orta Afrika’yı doğudan batıya geçen ilk beyaz adam. Amacı, bu kara kıtanın madenlerini bulmak, onları ülkesine taşımak ve tabii ki halkı Hıristiyanlaştırmaktı. Düşlerin hepsi gerçek oldu; bakır ve pırlanta madenleri son noktasına kadar sömürüldü, halk onların dinine inandırıldı. Geride yıkık dökük bir ülke, yarım yamalak bir lisan ve yoksul bir halk bırakıp Zambiya’yı terk ettiler.

Kentin tek meydanı Mosi-oa-Tunya’da, bir bankta oturup rehberimi beklemeye başladım. Şoförün söylediğine göre burası kentin kalbiydi. Meydanda, iki tane bakkaldan biraz büyükçe alışveriş merkezi, iki banka, bir para çekme makinesi, motosiklet ve bisiklet tamircisi, kuaför, birkaç tane turizm bürosu, görüntüleriyle iştah kaçıran birkaç lokanta, ne iş yaptıklarını çıkartamadığım birkaç da işyeri vardı.
Etrafta çok az “beyaz adam” görünüyordu. Bunlardan biri de bendim. Onun için rehberim beni bulmak da güçlük çekmedi. Birlikte kentten ayrılıp, kalacağım otele doğru hareket ettik, 10 dakika sonra görüntü birden değişti. Ormanın içinden giden yol, yemyeşil bir parka girdi. Saray kapısını andıran bir yerde durdu. Kapının üstündeki yazıyı okuyunca otelime geldiğimi anladım; “Livingstone Safari Lodge”. Biraz önceki yoksulluk yerini görkemli bir lükse bırakmıştı.

Odamın balkonu ormana bakıyordu. Masanın üstünde iki maymun oturuyordu. Kapıyı açınca kaçtılar. Biraz ileride bir zürafa, ağaçların tepesindeki yaprakları yemekle meşguldü.
İki futbol sahası büyüklüğündeki yemyeşil çimenlerle kaplı bahçede yürüdüm. Daldan dala atlayan maymunlar, sağa sola koşturan ceylanlara baka baka Zambezi Nehri’nin kıyısındaki bara geldim. Nehir gümbür gümbür akıyor, 200 metre aşağıdaki uçurumdan aşağıya düşerken, dünyanın en yüksek ve en geniş şelalesini oluşturuyordu. Bu şelaleyi bulan Livingstone, ona Kraliçesi Victoria’nın adını koymuştu.
Suların döküldüğü yerden gökyüzüne doğru bir duman yükseliyordu. Onun için yerliler bu şelaleye Mosi-oa-Tunya (Gümbürdeyen Duman) diyorlar. Muhteşem bir manzaranın karşısındaydım. Ertesi gün, şelalenin karşısında yer alan ormanda yürüdüm. Patikanın her dönemecinde şelalenin başka bir yüzünü gördüm.

Zambiya’yı Zimbabve’ye bağlayan “Victoria Şelalesi Köprüsü”ne geldim. Burası dünyanın en yüksek köprülerinden biri. Akşam yine Zambezi Nehri’nin kıyısındaki yerimi aldım. Karşıda Zimbabve’nin ışıkları görününceye kadar Victoria Şelalesi’nin gümbürdeyen dumanını seyrettim. Gece tüm karanlığı ile indiğinde karışık duygular içindeydim.

Haber: Mehmet Yaşin
ATLAS NİSAN 2013/SAYI:241

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap