İtalya’ya bağlı Sardinya, Akdeniz’in ikinci en büyük adası. Sahillerin bakir bırakıldığı, tarihi kalıntıların ve sosyal dokunun inatla modern zamanlara direndiği, “her yere uzak, hiçbir yere ait olmayan” bir kara parçası. Adada çobanların izlediği güzergâhlarda yürümek yolcuları devasa deniz mağaralarına, arkeolojik sürprizlere, sayısız doğa ve tarih hazinesine götürecektir.
YAZI: OKAN OKUMUŞ
Üstteki fotoğraf: Özerk bölge statüsündeki Sardinya Adası’nın başkenti Cagliari, yaklaşık 150 bin kişilik nüfusa sahip. Antik dönemden beri önemli bir yerleşim merkezi olan Cagliari, mimarisiyle de gösterişli bir kıyı kenti. SEAN PAVONE / ENIT
Ingiliz yazar D. H. Lawrence, Sardinya için,“Avrupa ve Afrika arasında kaybolmuş, hiçbir yere ait değil” der. Adanın İtalya ile Tunus’a uzaklığı neredeyse aynıdır: 200 kilometre. Akdeniz’le sarılı ada, görece izole konumu ve tarih boyu maruz kaldığı dış saldırılar nedeniyle Sicilya kadar gelişmez. Oysa bu koca denizin Sicilya’dan sonraki ikinci büyük adasıdır Sardinya; 24 bin kilometrekarelik alana yayılır. Sardinya’nın, 12 kilometre kadar güneyinde yer aldığı Fransa’nın Korsika Adası ile ise çok daha derin bir bağı var. Her iki ada da jeolojik olarak deniz tabanından bağlı ve sualtında 3 bin 950 metreye kadar yükselen bir dağ kuşağının parçası. Bugün de granit ve şist kayaçlarından dağlar, Sardinya coğrafyasının baskın karakterini oluşturuyor.
İnsan buraya gelmeden önce tipik bir Akdeniz adasından beklediklerini unutmalı. Çünkü ada halkı ne kıyılarda yoğunlaşmış, ne de balıkçılığa fazla meyletmiştir. Bunun da iki temel nedeni var. Birincisi, asırlar süren savunma hali. Adaya saldırılar doğal olarak sürekli denizden gelmiş, halk da güvenli bulduğu, kendini daha rahat savunabileceği iç kesimlerdeki dağlara yerleşerek hayvancılık ve tarımla geçinmiş. İkinci nedense yakın zamana kadar kıyıların bir kısmının bataklık olması. Sıtmanın önüne 1950’lerde yoğun ilaçlamayla geçilebilmiş ve kimi kıyı yerleşimleri bu yıllardan sonra kurulabilmiş.
Bugünlerde dünyanın her yanından onbinlerce turisti ağırladığı halde bakir kalabilmiş adayı şöhret haline getiren de işte bu sahiller… İşletmelerin sahilleri kapatmasına izin verilmemiş ve bizdekinin aksine tesisler kumsallara fazlaca yaklaştırılmamış. Tabii bu göz kamaştıran güzelliğin körleştirici bir etkisi de var. Deniz-kum-güneş ziyaretçileri, ki buna büyük oranda İtalyanlar da dahil, Sardinya’yı herhangi bir Akdeniz tatil beldesi gibi görerek evlerine adanın müthiş doğası ve zengin kültüründen bihaber dönüyor. Kimi adalılar, burada tatil yapan İtalyanların Sardinya’yı “geri kalmış bir sömürge adası” gibi gördüğünü de söylüyor. Buna daha sonra geleceğiz…
Bizim de Mayıs ayı sonunda Sardinya’da olmamız aslında bu yüzden. Temmuz ve ağustos aylarında sahil kalabalıkları adayı istila etmeden önce başkent Cagliari’den yola çıkacak ve 10 gün içinde sahiller ve dağlık iç kesimlerde büyük bir tur atıp başladığımız yere döneceğiz. Yer yer tarlalar ve meyve bahçeleri arasından geçecek yolumuz, yer yer sakız ve mersin ağaçları, cüce meşeler ve yaz sıcağını bekleyen kaynanadili kaktüsleri arasında kıvrıla kıvrıla ilerleyecek. Adaya özgü Sardinya gelinciğini, Sardinya vaşağını veya yaban koyunu muflonları görür müyüz bilinmez…
Adanın En Yaşlıları
Kimlerin yolu geçmemiş ki Sardinya’dan? Fenikeliler, Kartacalılar, Romalılar, Cenevizliler, Bizanslılar, Arap ve Berberi (Avrupalıların verdiği isimle Sarazen) korsanlar, Pisalılar, Katalan Aragon Krallığı, İspanyollar ve İtalyan Savoy Hanedanı… Adanın kültürel mirası bu kültürlerle şekillenmiş ve ortaya müthiş bir arkeolojik ve tarihi zenginlik çıkmış. Düşünün, yaklaşık Makedonya büyüklüğündeki bu adada MÖ 1500-400 yıllarına tarihlenen 7 bin civarında kule benzeri “nuraghi” ve “devlerin mezarı” denilen yüzlerce anıtsal mezar var. Biz de adaya ayak basar basmaz, kökleri muhtemelen adanın tarihöncesi toplumlarına kadar uzanan Nurajik kültürünün inşa ettiği bu megalitik yapıların en görkemlilerinden birine; Su Nuraxi’yi görmeye koşuyoruz.
Başkent Cagliari’nin bir saat kuzeyindeki Barumini kasabasında yer alan arkeolojik alan ancak bir rehber eşliğinde gezilebiliyor. Sıramızı bekliyor ve 20 dakika sonra Sardinya’nın UNESCO Dünya Miras Listesi’ne giren ilk yeri olan Su Nuraxi’yi gezmeye başlıyoruz. Nurajik yerleşimlerin bugüne kadar en güzel korunmuş örneği karşımızda. Rehber şaşkınlığımızı gülerek karşılıyor. Binlerce yıl önce iki tonluk o koca taşları taşımayı nasıl başarmışlardı, nasıl oymuşlar, harç kullanmadan üst üste dizebilmişlerdi? Rehberimiz yanıtlamaya başlıyor. Sönmüş volkanlardan alınan dev bazalt blokları taşıyabilmek için Giza Piramitleri’ndekine benzer şekilde rampalar kullanılmış olmalıydı. Orijinali 21 metreye varan devasa merkezî kulenin etrafına birkaç asır sonra dairesel olarak savunma amaçlı dört küçük kule daha inşa edilmiş, dış duvarlar MÖ 9’uncu yüzyılda güçlendirilmişti.
Dar geçitlerden, taş merdivenlerden inerek odalara girdiğimizde tüylerimiz ürperiyor. Konsollu tonoz formundaki odaların kubbesinden sızan ışık içeriyi belli belirsiz aydınlatıyor. Kuleye çıktığımızdaysa yemyeşil, harika bir manzarayla karşılaşıyoruz, belli ki olası tehlikeler buradan rahatlıkla görülebiliyordu. Adına pineda (pinnettu) denen, adanın iç kesimlerinde göreceğimiz taş ve ardıç dallarından yapılan çoban kulübelerinin bu nurajik yapılardan esinlendiğini anlatıyor rehberimiz. Nuraghi denilen bu konik yapıların kullanılış amacı hâlâ kesin olarak bilinemiyor. Su Nuraxi muhtemelen varlıklı bir aile için yapılmış ve sonradan genişletilmiş bir saray kompleksiydi. Kuleler göz korkutma amaçlı inşa edilmiş olmalıydı. Bir görüşe göre aynı zamanda astronomi gözlem kulesiydiler. Odalar yaşam alanı, mutfak vb. olarak kullanılıyor, bazen de bir mabede ya da meclise dönüşüyordu.
Ah Bosa!
Adanın doğal peyzajı içinde kuzeybatısına doğru iki saatlik yolculuktan sonra Temo Nehri’ne yaklaşırken, Sardinya’nın batı kıyısının tartışmasız en fiyakalı kasabasının bir yağlıboya tabloyu andıran manzarası görünüyor. Pastel renkli evler, Serravalle Tepesi’ndeki Malaspina Kalesi’nin altına dizilmiş. Renkleriyle evlerle yarışan balıkçı tekneleri, Savoyların kurduğu eski tabakhanelerin gölgesinde işe koyulmak için sıcaklığın düşmesini bekliyor.
Palmiye ağaçları ve evlerin nehirdeki nefis yansımalarını seyrederken kasabanın magmatik trakit taşından yapılmış eski dar köprüsü Ponte Vecchio’ya, oradan da kısa bir yürüyüşle anacaddeye ulaşıyoruz. İki küçük meydanı birleştiren kafe, restoran, mercan ağırlıklı takılar satan bijuteriler ve telkari benzeri gümüş ustalarının dükkânlarıyla süslü arnavutkaldırımı daracık Vittorio Emanuele’de saatler geçirebiliriz sanki. Bosa, görülecek yerlerinden ziyade, bütünüyle bir hoşluk abidesi olduğun için katedral ve küçük kiliselerini burada anmayacağım.
Ancak bir zamanlar aristokrasinin nasıl yaşadığını görmek için eski fotoğraflar ve art nouveau tablolarıyla Casa Deriu Müzesi’ne uğranabileceğini not edeyim. Fenikelilerin kurduğu, Romalıların geliştirdiği Bosa, ortaçağda defalarca Arap korsanların saldırılarına uğramış. 12’nci yüzyılda ise Toskanalı Malaspina Ailesi’nin bir kolu buraya yerleşerek dev bir kale inşa etmiş. Sıcağı dinlemeyip ara sokaklardan Malaspina Kalesi’ne tırmanmaya başlıyoruz. Evlerin duvarlarından eflatun begonviller, balkonlardaki elle işlenip boyanmış saksılardan çeşit çeşit çiçek fışkırıyor. Kadınlar kapılarının önüne çıkmış, çiçek ve asma desenlerini ünü adayı aşmış dantellere nakşediyor. Kaleden kırmızı çatıları ve meyve bahçelerini seyrediyoruz bir süre… Sırada, Sardinya’nın en güzel ortaçağ şehirlerinden Alghero var.
Ancak Alghero’ya uzanan ve çoğunlukla kıyı şeridini takip eden 45 kilometrelik yolu kat etmek beklediğimizden uzun sürüyor. Çünkü Akdeniz baharının görüp görebileceğimiz tüm güzelliği önümüzde… Solumuzda, üzerinde kızıl akbabaların salındığı pembeye çalan göz kamaştırıcı trakit kayalarının fonunda masmavi deniz, sağımızda sakız, mersin, zeytin ağaçları ve yol boyunca hiç eksilmeyen nefis kır çiçekleri…
İtalya İle Soguk Bağ
Etrafı kilometrelerce zeytinlik ve şarap bağlarıyla çevrili Alghero’nun ismi körfezden şehre vuran, “Neptün otu” diye de bilinen deniz eriştelerinden (Posidonia oceanica) geliyor. (Roma mitolojisindeki su ve deniz tanrısı Neptün, Yunan mitolojisindeki karşılığı Poseidon’un karşılığı). Şehir, çalkantılı tarihindeki Katalan hâkimiyetine ithafen bugün “Barcelonata”, yani “Küçük Barselona” diye de anılıyor. Aragon Krallığı, 12’nci yüzyılda kurulan şehri 1353’te Cenevizlilerden alınca, Katalanlar adalıları dağ köyü Villanova’ya kovalayıp kendileri bu güzel küçük balıkçı köyüne yerleşmişler. Bugün halen ihtiyarlar Katalan lehçesi konuşmaya devam ediyor ve şehrin tabelaları her iki dilde yazılıyor.
Burada geniş bir parantez açıp belirtelim, adada halen Sarduca da konuşuluyor. Adalıların yüzyıllarca yasaklanan anadilleri en sonunda resmi azınlık dili olarak tanınmış. Ancak Sardinyalılar ve İtalyanlar arasında içten bir yakınlıktan söz etmek pek mümkün görünmüyor. Eski Castelsardo şehrinde konakladığımız pansiyonun sahibi, 45 yaşındaki eski mimar Manuele’e, Alghero’daki politik graffitileri soruyorum. Birinde şöyle yazıyor: “Italians go home” (İtalyanlar evinize dönün). Sardinyalılar kendilerini İtalyan gibi hissetmiyor mu? “Bana ‘nerelisin?’ diye soranlara ‘Sardinyalıyım’ derim” diye yanıtlıyor Manuele. Anlattığına göre, adanın iç bölümlerinde yaşayan çoğu kişi İtalya anakarasına bir kez bile ayak basmamış durumda. Hatta İtalya’nın zengin ve kibirli kuzey bölgesinden gelenlerin, ada köylerinde elektriğin olmasını şaşkınlıkla karşıladığını anlatıyor.
“Sardinyalılar asırlardır kendilerini ihmal edilmiş hissediyor” diyor Manuele. Tarihi boyunca irili ufaklı sayısız akına ve işgale uğrayan adanın doğal kaynakları, ormanları, madenleri yağmalanmış, toprakları askeri silah denemeleri için bile kullanılmış. Manuele doğru düzgün demiryolu ağı bile bulunmadığını, okullarının yetersiz kaldığını ve bütün bu ilgisizliğin yol açtığı işsizlik nedeniyle genç nüfusu kaybettiklerini anlatıyor. “Biz İtalya’nın hiç görünmeyen yedek lastiğiyiz” diyor.
Parantezi burada kapatıyor ve Alghera’nın eski yerleşimini güneybatıdan başlayıp rıhtımı takip ederek geziyoruz. Manzarasına doyum olmayan yedi kulesi, Aragon sarayları, San Francesco gibi mimari harikası Katalan gotik kiliseleri, 1510’dan kalma katedrali ve göz alıcı sokaklarıyla Alghero büyüleyici bir yer. O gösterişli kule kapılarından cıvıl cıvıl Civica Meydanı’na çıkarken insan adeta birkaç asır geri gidiveriyor.
Ertesi sabah İtalya’nın en büyük deniz mağaralarından olan, iki milyon yaşında olduğu düşünülen ünlü Neptün Mağarası’nı görmek için yola çıkıyoruz. Şehrin 25 kilometre ötesindeki mağara, deniz koruma alanı Caccia Burnu-Piana Adası sınırları içinde yer alıyor ve girişine Porto Conte Parkı’nın içinden, sarı katırçiçekleri ve kocaman çilek ağaçlarının manzarası eşliğinde ulaşılıyor. 18’inci yüzyılda bir balıkçı tarafından keşfedilen mağaraya bir rehberle, sarkıt ve dikitlerin sıralandığı dar bir koridordan giriyoruz. İçeride muhteşem karstik oluşumların izlenebileceği galeriler, beyaz kumsallı bir sahil ve büyük bir yeraltı gölü bulunuyor. Mağara, deniz seviyesini takip ederek 4 kilometre boyunca uzuyor ama sadece 1 kilometrelik bölümü ziyarete açık. Antik Roma’yı andıran göz kamaştırıcı galerilerden ve metrelerce yükseklikteki sütunlardan geçiyoruz. Saray galerisi 18 metre yüksekliğindeki kolonuyla gerçekten de şaşaalı. Müzik Platformu galerisiyle doğanın bu sanat harikasına veda edip çıkış için 654 merdiveni tırmanmaya başlıyoruz.
KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN AĞUSTOS SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!