Anasayfa KeşfetGezi Türkiye’nin 15 Dünya Mirası

Türkiye’nin 15 Dünya Mirası

Ayşegül Parlayan Özalp

Geride bırakmaya yaklaştığımız 2015 yılında Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri ile Efes Antik Kenti’nin de kalıcı listeye dahil edilmesiyle Türkiye’nin Dünya Miras Listesi’ndeki doğal ve kültürel değerlerin sayısı 15’e çıktı. Birleşmiş Milletler’e bağlı özel bir kurum olarak faaliyet gösteren Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulmuş ve dünya çapında miras niteliği taşıyan varlıkların korunması için 1972 yılında bir sözleşme hazırlamıştı. Sözleşmeyi 1982 yılında imzalayan Türkiye’nin listeye giren ilk değerleri İstanbul’un Tarihi Alanları, Sivas Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası ile Göreme Milli Parkı ve Kapadokya’ydı. Sadece Türkiye sınırları içinde kalıcı listeye giren 15 mirasın yanı sıra adayları içeren geçici listede 60 doğal ve kültürel değer yer almakta.

 

İSTANBUL’UN TARİHİ ALANLARI

rm_at_13ISTYARIMADA03

Fotoğraf: Hakan Öge – Topkapı Sarayı

İstanbul’un Tarihi Alanları, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1985 yılında girdi. Avrupa ve Asya arasındaki stratejik konumu ve önemli suyolları üzerinde bulunması İstanbul’u tarih boyunca önemli bir yerleşim yapmıştı. Kültürel, sanatsal, ekonomik ve siyasi açıdan hep canlı bir merkez olan İstanbul çağlar boyunca çok sayıda anıtla donatıldı.

Kentin merkezini oluşturan Tarihi Yarımada, görkemli geçmişin izlerini özel bir coğrafyada bir araya getirmesiyle önem taşıyor. İstanbul, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dört ana bölüm olarak yer alıyor: Hipodrom, Ayasofya, Aya İrini, Küçük Ayasofya Camisi ve Topkapı Sarayı’nı içine alan “Arkeolojik Park”. Süleymaniye Camisi ve çevresini içine alan “Süleymaniye Koruma Alanı”. Zeyrek Camisi ve çevresini içine alan “Zeyrek Koruma Alanı” ve “Tarihi Surlar Koruma Alanı.” Adı önceleri “Byzantion” olan yerleşim 330 yılında dönemin Roma imparatorunun adını aldı ve Konstantinopolis oldu. Roma İmparatorluğu’nun 395’te ikiye bölünmesinin ardından Doğu Roma İmparatorluğu olarak da bilinen Bizans İmparatorluğu’nun başkenti haline geldi. Fatih Sultan Mehmet 1453’te kenti alınca yeni bir dönem başladı. İstanbul 16. ve 17. yüzyılda en parlak dönemlerini yaşadı; 17. yüzyıl sonunda 800 bini bulan nüfusuyla Londra, Paris gibi kentleri geride bıraktı. Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak geniş bir coğrafyaya hükmeden İstanbul, etnik ve dinsel açıdan da çeşitlilik gösteren bir nüfus dokusuna sahipti. Ankara 13 Ekim 1923’te başkent ilan edilince İstanbul siyasi merkez olma özelliğini kaybetti ama Türkiye’nin en kalabalık ve önemli kenti olmayı sürdürdü.

Tarihi Yarımada’yı çevreleyen surlar, günümüzde de İstanbul manzarasının ayrılmaz parçasını oluşturuyor. Dünya mimarlık tarihinin en ünlü yapıtlarından biri olan, adı “Tanrısal Bilgelik” anlamına gelen Ayasofya, özellikle benzersiz kubbesiyle öne çıkıyor. İstanbul’un UNESCO Dünya Mirası Listesi’ndeki tarihi varlıklarından Süleymaniye Camisi, 1551-1557 yılları arasında Kanuni Sultan Süleyman adına yapıldı; Tarihi Yarımada’nın siluetine damga vuran cami Mimar Sinan’ın imzasını taşıyor. Zeyrek Camisi ise İstanbul’un fethinden önce Pantokrator Manastır Kilisesi’ydi; II. Mehmet tarafından medreseye dönüştürülen yapı Fatih Külliyesi’nin tamamlanıp medreselerinin açılmasından sonra cami olarak kullanılmaya başladı.

 

DİVRİĞİ ULU CAMİ VE DARÜŞŞİFASI / SİVAS

DivrigiTTT_4203_TT

Fotoğraf: Turgut Tarhan

Divriği Kalesi’nin güneyindeki tepenin yamacında bulunan külliye yapısı, yörenin Mengücekoğullarının yönetimi altında olduğu dönemde inşa edildi. Mengücek hükümdarı Ahmet Şah ve eşi Turan Melek’in yaptırdığı cami ve darüşşifa, yazıtından anlaşıldığına göre 1228/29’da tamamlandı. İki kubbeli türbeye sahip cami ve ona bitişik hastane, mimarlık tarihinin başyapıtlarından sayılıyor. Yapı, mimari özelliklerinin yanı sıra Anadolu’nun geleneksel taş işçiliğinin seçkin bir örneği olması nedeniyle de 1985 yılından beri UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alıyor.

Mimarı Ahlatlı Hürremşah olan cami ve darüşşifa, tek bir yapı kütlesi oluşturacak şekilde bitişik olarak yapılmış. Ölçüleri 32×63 metre olan yapının taç kapıları zengin taş işçilikleriyle dikkat çekiyor, Anadolu’daki benzerleri arasında bu kadar öne çıkmasını da bu özelliği sağlıyor. Kuzey cephesinin ortasındaki ana giriş, taç kapıların en görkemlisi ve en ünlüsü. Bitkisel ve geometrik desenler kapıya benzersiz bir güzellik kazandırıyor.

Caminin iç mekânı, kıble ekseni yönünde beş sahına ayrılmış. Her sırada sekiz köşeli dört ayak bulunuyor, ayaklar kemerlerle birbirine bağlanıyor. Mihrap önü kubbesi, cami iç mekânındaki en görkemli taş işçiliğinin olduğu yer. Kubbenin üstü piramit biçiminde ve taş kaplı bir külahla örtülü. İç mekânın kuzeybatı köşesinde yükselen bir merdiven minare kapısına ulaşıyor. Darüşşifa bölümü ise cami eksenine dik bir şekilde düzenlenmiş. Planı, kapalı ve açık avlulu dört eyvanlı medrese şemalarının bir bileşimi şeklinde.

Divriği Ulu Cami ve Darüşşifası, bir bölümü kazılıp bir bölümü doldurularak düzeltilmiş arazide bulunuyor. Sağlam olmayan dolgu zemindeki batı duvarında zaman zaman eğilmeler yaşanıyor. Bu yüzden yapı çeşitli dönemlerde onarıldı, daha Selçuklular döneminde bazı değişiklikler yapıldı. Cami bölümünün batı duvarı, 16. yüzyılda taç kapıyla birlikte sökülerek yeniden örüldü ve sağlamlaştırıldı. Onarımlar sonraki yüzyıllarda da devam etti. Cami ve darüşşifa, günümüzde Divriği ilçesinin başlıca ziyaret noktası.

HİTİT BAŞKENTİ HATTUŞA (BOĞAZKÖY) / ÇORUM 

rm_at_74ATHT2

Fotoğraf: Hakan Öge

Hitit İmparatorluğu, İÖ 2. binyılda kuruldu ve yüzyıllar boyunca antik dünyanın süper güçleri arasında yer aldı. Hitit kültürünün merkezi başkent Hattuşa (Boğazköy), günümüzde Çorum’un Boğazkale ilçesi sınırlarında yer alıyor. Anadolu’nun en önemli arkeolojik varlıklarından Hattuşa, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1986 yılında girdi.

Bölgenin ilk sakinleri Hattiler tarafından “Hattuş” olarak adlandırılan yerleşim, Hitit egemenliğinde “Hattuşa” adını aldı. Kent, Budaközü Ovası’nın bir ucunda yükselen kayalık, engebeli bir arazide bulunuyor ve yaklaşık iki kilometrekarelik bir alan kaplıyor. Hattuşa’nın görülebilen kalıntılarının çoğu İÖ 13. yüzyıldaki büyük yeniden yapılanma dönemine ait. Söz konusu zaman diliminde kentin kapladığı alan yaklaşık iki kat büyüdü. Büyük bir imar hareketi başlatan ve birçok tapınak inşa ettiren Kral IV. Tudhaliya, Hattuşa’nın tarihinde önemli yer tutuyor.

Yukarı Şehir olarak adlandırılan güney bölümünde, surlarda yer alan Aslanlı Kapı, artık Hattuşa’nın simge olmuş köşelerinden biri. Yine Yukarı Şehir’deki Kral Kapısı, surların aslına uygun olarak yeniden yapılan bölümü, kale kalıntıları diğer önemli bölümler arasında.

Bir bölümü Tapınak Mahallesi adıyla bilinen Yukarı Şehir’deki 30 tapınak, Hattuşa’dan “bin tanrılı şehir” olarak bahseden kaynakları haklı çıkarıyor. Tapınaklarda genelde giriş kapısı, avlusu, avlunun gerisinde ve girişin ters yönünde yer alan kutsal mekânı ve yan odalarıyla aynı plan uygulandığı görülüyor. Hitit krallarının sarayı ise Büyükkale bölgesinde yer alıyor. Buradaki saray tek bir yapı değil, büyük avlularla birbirine bağlanan çeşitli boyda ve önemde çok sayıda yapıdan oluşuyor. Hattuşa’nın hemen dışındaki Yazılıkaya da Hititlerden kalan görkemli eserlerden. Bu açık hava tapınağı İÖ 13. yüzyıldan kalma. Kaya yüzeylerine oyulmuş kabartmalar Hitit tanrılarını ifade ediyor.

Yörede ilk kez 1834’te gezgin ve arkeolog Charles Texier araştırma yaptı; bazı kalıntıları ve kentin açık hava tapınağı olan Yazılıkaya’yı buldu. Arkeolojik çalışmalar günümüze kadar aralıklarla devam etti ve çok sayıda anıtsal yapı ortaya çıkarıldı.

NEMRUT DAĞI / ADIYAMAN

Fotoğraf: Şebnem Eraş

Fotoğraf: Şebnem Eraş

Adıyaman’ın Kâhta ilçesindeki Nemrut Dağı, “Zeus’un göklerdeki tahtına en yakın yer” olarak tanımlanıyordu tarihte. Yüksekliği 2 bin 206 metreyi bulan Nemrut Dağı görkemli tümülüsü, dev tanrı heykelleri ve kabartmalarıyla UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1987’de girdi.

Dağın zirvesinde İÖ 69-36 yılları arasında hükümdarlık yapan Kommagene Kralı I. Antiokhos’un adıyla anılan tümülüs ve tümülüsün iki yanındaki teraslarda tanrı heykelleri yer alıyor. Batı terasındaki heykeller küçük detaylar dışında doğu terasının simetrisini oluşturuyor. Teraslarda Apollon, Tyche, Zeus, I. Antiokhos, Herakles, kartal ve aslan heykelleri bulunuyor. İyi korunmuş durumdaki dev heykeller kireçtaşı bloklarından yapılma ve sekiz-on metre yüksekliğe sahip. Kommagene Krallığı, dönemin iki büyük gücü Roma ve Pers imparatorlukları arasında tampon bölge görevi görüyordu. Kral I. Antiokhos, Nemrut Dağı’nda bir kült merkezi oluşturdu ve üzerini 80 metre yüksekliğinde mıcırla kapladığı bir mezar odası yaptırdı. Tümülüsün altındaki mezara bugün de ulaşılabilmiş değil. Alandaki bir yazıt I. Antiokhos’u anne tarafından Büyük İskender’e, baba tarafından Pers Kralı Dareios’a bağlıyor. Krallığın, doğunun ve batının iki büyük kültürünü bir araya getirmek istediği açıkça görülüyor.

KSANTHOS – LETOON / MUĞLA-ANTALYA 

Fotoğraf: Erdem Yavaşça - Ksanthos

Fotoğraf: Erdem Yavaşça – Ksanthos

Ksanthos (Xanthos) ve Letoon antik kentleri, temsil ettikleri tarihsel değerler ve aralarındaki organik bağ nedeniyle UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 1988’de birlikte dahil edildi. Ksanthos, Muğla’nın Fethiye ilçesi sınırlarında kalıyor. Kent antik dönemde Lykia bölgesinin önemli din ve yönetim merkezlerinden biriydi.

Helen, Pers, Roma, Bizans gibi uygarlıkların izlerini taşıyan Ksanthos, 7. yüzyıldaki Arap akınlarından sonra önemini kaybetti ve küçük bir yerleşime dönüştü. Eşençay’ın kıyısındaki akropolis, sur kalıntıları, tiyatro, Harpyalar Anıtı, Nereidler Anıtı kentin önemli köşeleri arasında sayılabilir. İngiliz arkeolog Charles Fellows keşfettiği kentin kalıntılarının, aralarında Nereidler Anıtı’nın da bulunduğu önemli bir bölümünü İngiltere’ye kaçırdı. Bu eserler halen British Museum’da sergileniyor. Letoon ise Antalya’nın Kaş ilçesi sınırlarında yer alıyor. Letoon, dört kilometre uzaklıktaki Ksanthos’un kutsal alanıydı. Burada Lykia’nın tanrıçası Leto’ya ve Apollon ile Artemis’e Roma dönemine değin tapınıldı. Kentteki kazılarda açığa çıkarılan tapınakların doğusundaki yamaçta bir tiyatronun da kalıntıları yer alıyor. Letoon da 7. yüzyılda önemini giderek kaybetti ve terk edildi.

SAFRANBOLU ŞEHRİ / KARABÜK 

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Safranbolu ilçe merkezi, Batı Karadeniz’in geleneksel kent dokusunun bozulmamış bir örneği olmasıyla önem taşıyor. Ahşap evleri ve anıtsal yapılarıyla Safranbolu yerleşimi bir bütün olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor.

Karadeniz kıyılarını Batı, Kuzey ve Orta Anadolu’ya bağlayan yol üzerinde yer alan Safranbolu, tarih boyunca önem taşıyan, canlı bir kent oldu. Özellikle 18. yüzyılda Asya ve Avrupa arasındaki ticaretin önemli duraklarından biriydi. Osmanlı İmparatorluğu’ndan 1858’de İngiltere’ye ihraç edilen on tona yakın safranın önemli bir bölümü Safranbolu çevresinde yetiştiriliyordu. Ancak safran üretimi yıllar içinde giderek azaldı. Ormancılık ve tarımın geçmişten beri önemli ekonomik uğraşlar olduğu Safranbolu’da bağlar da eskiye göre daraldı. Çok sayıda ahşap konağın süslediği ilçedeki başlıca tarihi eserler arasında Gazi Süleyman Paşa Camisi, Taş Minare Camisi, İzzet Paşa Camisi, Köprülü Mehmet Paşa Camisi, Cinci ve Tuzcu hanları, Eski Hamam, Yeni Hamam, Gazi Süleyman Medresesi sayılabilir. İki yüzden fazla dükkânın bulunduğu çarşı, Safranbolu’nun önemli ziyaret noktalarından. İlçe akarsu vadileriyle parçalanmış dağlık bir alanda bulunuyor. Kent ve çevresinde Bartın Çayı’na katılan akarsuların kalkerli arazide oluşturduğu kanyonlar da yer alıyor.

Antik dönemde birçok uygarlık ağırlayan Safranbolu yöresi Roma ve Bizans egemenliklerinden sonra 1084’te Anadolu Selçuklularının eline geçti. Daha sonra Candaroğullarına bağlanan yöre 1392’de Yıldırım Bayezid tarafından alındı. Ankara Savaşı’nı 1402’de kazanan Timur’un yine Candaroğullarına verdiği bu topraklar 1460’ta yeniden Osmanlı Devleti’ne katıldı. Safranbolu 19. yüzyılda Kastamonu vilayetinin merkez sancağına bağlı bir kaza olarak yönetiliyordu. İlçede bugün görülen tarihi evlerin çoğu da 19. yüzyıldan kalma. Kaymakamlar Evi, Mümtazlar Konağı, Kavsalar Evi, Karaüzümler Evi, Kileciler Evi, Safranbolu mimarisinin önemli örnekleri arasında.

TROİA ANTİK KENTİ  / ÇANAKKALE 

Fotoğraf: Umut Kaçar

Fotoğraf: Umut Kaçar

Dünyadaki en ünlü arkeolojik alanlardan Troya Tarihi Milli Parkı, 1998 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyor. Çanakkale merkeze bağlı Teyfikiye köyü sınırları içindeki antik kent, il merkezine 30 kilometre mesafede bulunuyor. Asya ve Avrupa kıtaları ile Ege ve Akdeniz arasındaki stratejik konumu nedeniyle Troia birçok yıkım ve savaşa tanıklık etti. Kent dokuz kez yıkıldı ve yeniden kuruldu. Bunların en önemlisini konu edinen, İzmirli ozan Homeros’un İliada ve Odysseia destanlarının anayurdu da burasıydı.

Troia, bulunduğu coğrafi konum nedeniyle burada hüküm süren uygarlıkların diğer bölgelerle ticari ve kültürel bağlantıları açısından daima çok önemli bir rol üstlenmişti. Troia’da görülen dokuz katman, kesintisiz olarak 3 bin yıldan fazla bir zamanı gösteriyor ve geniş bölgede yerleşmiş uygarlıkları izlememizi sağlıyor. Troia katmanları İÖ 85-İS 8. yüzyıla tarihlenen Roma dönemi ile sona eriyor. Kentteki ilk kazıları 1871’de Alman Heinrich Schliemann yaptı ve yurtdışına kaçırdığı eserlerle arkeoloji tarihine hep konu oldu. Bu eserler “Kral Priamos’un Hazinesi” olarak biliniyor ve “Homeros’un Troia”sı olarak tanımlanan Troia VI dönemine tarihleniyordu. Ama araştırmalar eserlerin Troia II’ye, İÖ 2550-2250 yıllarına ait olduğunu gösterdi. Yaptığı kazılarla Troia kentini efsaneden gerçeğe dönüştüren isim ise Manfred Korfmann oldu.

EDİRNE SELİMİYE CAMİİ VE KÜLLİYESİ / EDİRNE

Fotoğraf: Gökhan Tan

Fotoğraf: Gökhan Tan

Edirne’yi taçlandıran Selimiye Camii ve Külliyesi, 16. yüzyılda Sultan II. Selim adına yaptırıldı. Mimar Sinan’ın ustalık dönemi eseri olan cami ve külliye, teknik mükemmelliği, boyutları ve estetik değerleriyle dünya mimarlık tarihinin en önemli yapıtlarından biri. İnsan dehasının şaheserlerinden biri olarak kabul edilen eser, UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 2011 yılında girdi.

Selimiye Camii doğudan batıya alçalan kente hâkim bir bayırda, 130×190 metre boyutlarında duvarlarla çevrili bir avlunun ortasında yer alıyor. İbadet mekânı 40×60 metrelik bir plana sahip, kuzey tarafında ise hemen hemen aynı boyutlarda bir şadırvan avlusu bulunuyor. Cami, 31,22 metre çapında görkemli bir kubbeye sahip. İnce ve zarif dört minaresi olan cami iç tasarımında kullanılan ve döneminin en iyi örnekleri olan taş, mermer, ahşap, sedef ve özellikle çini motifleri, ince işçiliği, kemerlerindeki kalem işleriyle de dikkat çekiyor. Külliyenin diğer yapılarının küçük boyutta olduğu dikkat çekiyor; bu durum Mimar Sinan’ın dikkati camiden başka yana çekmek istemediğinin bir işareti olarak kabul ediliyor. Döneminin önemli bir ibadet ve eğitim merkezi olan Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi, Osmanlı mimarlığının doruk noktası ve bir daha aşılamamış bir başyapıt.

ÇATALHÖYÜK NEOLİTİK KENTİ / KONYA

Fotoğraf: Hakan Öge

Fotoğraf: Hakan Öge

Konya’nın Çumra ilçesinde bulunan Çatalhöyük, neolitik döneme ait benzersiz bir yerleşim. Bundan 9 bin yıl önce 10 bin kişinin yaşadığı, insanoğlunun geçmişine ışık tutan çok değerli bir arkeolojik alan. Çatalhöyük, 2012’den beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde.

Çatalhöyük 9 bin yıl önce Çumra Ovası’nda, Çarşamba Çayı’nın kıyısına kuruldu. Ova seviyesinin altında da devam eden höyüğün kültür dolgusunun yüksekliği 20 metreyi aşıyor. İçinde yaşamın devam ettiği dönemde Çatalhöyük’ün etrafı bataklıklarla kaplıydı. Yerleşmeyi, birbirine bitişik kerpiç evlerin dış duvarları çevreliyordu. Neolitik dönemde yerleşmeler bitişik düzende inşa ediliyordu ve sokaklara yer verilmiyordu, evlere damdaki bir açıklıktan sarkıtılan merdivenle iniliyordu. Ocağın dumanı da buradan çıkıyor ve gün ışığı buradan giriyordu.

Kil heykelcikler, boğa başı kabartmaları ve duvar resimleri gibi buluntular Çatalhöyük’te derin bir sembolizmin varlığını kanıtlıyor. Çatalhöyük’teki arkeolojik veriler nüfusun fazlalığına rağmen topluluk içinde sosyal ya da ekonomik farklılaşmalar olmadığını gösteriyor. Çatalhöyük’te çoğu yapı tabanının altında gömülere rastlanıyor. Bulunan çocuk gömülerinden biri, ölülerin takılarıyla birlikte beze sarılarak özenle gömüldüğünü gösteriyor. Evler beyaz ve temiz manevi bölüm ile kara veya kırmızı kirli dünyevi bölümden oluşuyordu. Evin temiz bölümünde tabanın ve sekilerin altında ölüler gömülüyordu. Bu, atalara saygının ifadesiydi. Ev içinde insan davranışları sıkı kurallarla belirlenmişti. Bu kuralların uzantısı olarak nesneler, örneğin obsidyen, evler terk edilirken bile bulunmaları gereken yere bırakılırdı. Araştırmalar Çatalhöyük’te büyük bir hayvan çeşitlemesinin de varlığını ortaya koydu. Yerleşmede en çok koyun, keçi, sığır, geyik gibi hayvanların tüketildiği görüldü. Bataklık bir arazinin göbeğindeki Çatakhöyük’ün sakinleri yakıt ve ev yapımında kullandıkları ağaçlar için çok uzaklardaki dağ yamaçlarına, koyun, keçi sürüleri için kuru otlaklara, tarım için en az beş kilometre uzaktaki kuru tarlalara gitmek zorundaydı. Bu, Çatalhöyük’ün en büyük sırlarından biri. Çatalhöyük kalıntıların boyutu, nüfusun yoğunluğu, güçlü sanatsal ve kültürel geleneklerle evrensel bir değer taşıyor.

BERGAMA ÇOK KATMANLI KÜLTÜREL PEYZAJ ALANI / İZMİR

Fotoğraf: Tijen Burultay

Fotoğraf: Tijen Burultay

Helenistik, Roma, Doğu Roma ve Osmanlı dönemlerine ait katmanları barındıran Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı, 2014 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girdi. Alan Pergamon (çok katmanlı kent), Kibele Kutsal Alanı, İlyas Tepe, Yığma Tepe, İkili, Tavşan Tepe, X Tepe, A Tepe ve Maltepe tümülüsleri olmak üzere dokuz bileşenden oluşuyor. Yöre, kültürel peyzaj değerleri ile birlikte Helenistik ve Roma dönemlerine ait pek çok kalıntı barındırıyor. Özellikle Roma ve Doğu Roma dönemlerine ait katmanlar üzerinde yayılmış olan Osmanlı dönemine ait birçok cami, han, hamam ve ticari merkez de bölgenin önemini artırıyor.

Kalıntıları, İzmir’in Bergama ilçesinde bulunan antik Pergamon denizden yaklaşık 400 metre yüksekte bulunuyor. Buradaki en eski yerleşim İÖ 8. yüzyıla tarihleniyor. Pergamon, Helenistik dönemde Attalos Hanedanlığı’nın başkentiydi. Kent siyasi olduğu kadar kültürel bir merkezdi, kitaplığında 60 bin eser bulunuyordu. Mısır’ın kâğıt ambargosu üzerine kendi kâğıtlarını, parşömeni icat etmişlerdi; “parşömen” adı da Pergamon’dan geliyor. Dünyanın harikaları arasında gösterilen Zeus Sunağı da bu dönemde inşa edildi. Kent, Roma döneminde imparatorluğun Asya eyaletinin başkenti oldu ve giderek daha da görkemli bir hal aldı. Antikçağda olduğu gibi bugün de kente yaklaşan her ziyaretçinin gözüne ilk Traian Tapınağı çarpar. Tapınak, Roma döneminde kente kazandırılan etkileyici yapılardan yalnızca biri. Pergamon’un güneybatısındaki Asklepieion, Sağlık Tanrısı Asklepios’un kutsal alanıydı ve antikçağın önemli şifa merkezlerinden biriydi. Pergamon’un Büyük Altarı ise günümüzde Berlin’de bulunuyor. Berlin Pergamon Müzesi’ndeki sunağın kabartmalarında Gigantlar ve Olympos tanrıları arasındaki mücadele konu ediliyor. Bergama’daki Türk – İslam yapılarının bazıları ise şöyle; Ulucami, Selçuklu Minaresi, Kurşunlu Cami, Hacı Hekim Camii, Şadırvan Camii, Parmaklı Mescit, Taşhan, Tabaklar Hamamı, Küplü Hamam, Çarşı Hamamı ve Bedesten. Bergama, geniş bir zaman diliminden günümüze taşıdığı eserlerle İzmir’in önemli ziyaret noktalarından.

BURSA ve CUMALIKIZ: OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN DOĞUŞU

Fotoğraf: Yasin Akgül

Fotoğraf: Yasin Akgül

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 2014’te giren “Bursa ve Cumalıkızık: Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu” alanı şu bileşenlerden oluşuyor: Orhangazi Külliyesi ve çevresini içine alan Hanlar Bölgesi, Hüdavendigâr (I. Murat) Külliyesi, Yıldırım (I. Bayezid) Külliyesi, Yeşil (I. Mehmet) Külliye, Muradiye (II. Murat) Külliyesi ve Cumalıkızık köyü. Bursa’nın kentleşme modeli, daha sonra kurulan Osmanlı yerleşimlerine de örnek oldu. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti olan ve külliyelerle şekillenen Bursa’nın bir ticaret merkezi olarak önemini ise büyük hanlar, bedesten ve çarşılar ortaya koyuyor. Hanlar Bölgesi, 14. yüzyıldan bu yana kent ekonomisinin kalbi durumunda. Cumalıkızık ve çevresindeki diğer vakıf köylerinin Bursa’nın merkezindeki hanlar ve külliyelerle olan ekonomik ilişkileri, Osmanlı’nın beylikten imparatorluk haline dönüşmesine önemli katkı sağladı. Bursa ve Cumalıkızık’ın günümüze taşıdığı kültürel miras, Osmanlı yaşam şeklinin anlaşılmasında önemli bir yer tutuyor. Günümüzde Bursa, Türkiye’nin en büyük ve canlı kentleri arasında; sahip olduğu tarihi ve doğal değerler, kaplıcalar çok sayıda ziyaretçiyi buraya çekiyor. Yıldırım ilçesine bağlı olan Cumalıkızık, bir etnografya müzesine de sahip.

DİYARBAKIR KALESİ VE SURLARI

Fotoğraf: Kerem Yücel

Fotoğraf: Kerem Yücel

Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri Kültürel Peyzajı, 2015 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girdi. Bölgede hüküm süren medeniyetlerin ve kültürlerin izlerini taşıyan, özgünlüğünü ve binlerce yıllık tarihsel varlığını sürdüren Diyarbakır Kalesi, surlar ve burçlar hâlâ orijinal ve özgün kültür varlıkları olarak yaşıyor. Dünya tarihi için önemli bir evrensel miras olma özelliğini koruyor. Hevsel Bahçeleri de bahçe kültürünün büyük önem taşıdığı bir coğrafyada halkın kullanımına açık sivil, tarihi öneme sahip bir yeşil alan olarak özgün bir değer ortaya koyuyor. Dicle Nehri’nin bereket verdiği bu alanda tarımsal üretim devam ediyor. Diyarbakır surları Dicle Nehri’nin batı kıyısında, ondan 100 metre kadar yüksekte bulunuyor ve kentin tarihi çekirdeğini tamamen çevreliyor. Geçmişi çok eskilere giden ve birçok medeniyet tarafından kullanılıp değiştirilen kale asıl halini İS 367-375 yıllarında aldı ve sonraki dönemlerde de birçok kez onarıldı. Hevsel Bahçeleri de yüzyıllardır işlevini sürdürüyor; bahçe, tarımsal değerinin dışında kültürel ve tarihi olarak da özgün bir yere sahip. Diyarbakır Kalesi ve Hevsel Bahçeleri’nin yaşamsal işbirliği ve Hevsel Bahçeleri’nin oluşturduğu peyzaj, alanın bütün olarak UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmesinin de nedeni.

EPHESOS / İZMİR

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne 2015 yılında alınan Ephesos Dünya Mirası Alanı dört bileşenden oluşuyor: Çukuriçi Höyük, Ayasuluk Tepesi (Selçuk Kalesi, St. John Bazilikası, İsa Bey Hamamı, İsa Bey Camii, Artemision), Efes Antik Kenti ve Meryem Ana Evi. İzmir il sınırlarındaki Ephesos (Efes), antik dönemin en önemli merkezlerinden biri ve Küçük Menderes Nehri kenarında kurulmuş canlı bir limandı. Günümüzde nehrin taşıdığı alüvyonlar yüzünden kıyıdan birkaç kilometre içeride, Selçuk ilçe merkezinin yakınında bulunuyor. Alandaki başlıca kalıntılar Artemision (Artemis Tapınağı), Celcus Kitaplığı, Hadrianus Tapınağı, Arkadius Caddesi, tiyatro, yamaç evleri olarak sayılabilir. Ephesos’a dokuz kilometre uzaklıkta, Aladağ üzerinde yer alan evde Meryem Ana’nın bir süre yaşadığına inanılıyor ve burası Hıristiyanlar tarafından hac yeri olarak kabul ediliyor. Aydınoğullarından İsa Bey’in 1375’te yaptırdığı İsa Bey Camii de alanın önemli tarihi eserleri arasında. Efes Dünya Mirası Alanı tarih öncesi dönemden sonra Helenistik, Roma, Doğu Roma, Anadolu Beylikleri ve Osmanlı dönemleri boyunca yaklaşık 3 bin yıl kesintisiz yerleşim gördü. Kentleşme ve mimarlık tarihine, din tarihine ışık tutan yapılarıyla, farklı dönemlerin izlerini günümüze taşımasıyla Anadolu’nun önemli kültür varlıkları arasında.

GÖREME MİLLİ PARKI VE KAPADOKYA / NEVŞEHİR

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Kuzeyde Kızılırmak, doğuda Yeşilhisar, güneyde Hasan ve Melendiz dağları, batıda Aksaray ve kuzeybatıda Kırşehir ile sınırlanıyor Kapadokya. İnsan izlerinin kalkolitik döneme kadar uzandığı Kapadokya, Erciyes Dağı ve Hasandağ’ın püskürttüğü lavların binyıllar boyunca erozyona uğramasıyla eşsiz bir görünüm kazandı. Doğal potansiyelinin dışında yöre Hitit, Pers, Bizans, Selçuklu ve daha birçok uygarlıktan izler barındırıyor. Göreme Milli Parkı ve Kapadokya, doğal ve kültürel miras olarak 1985 yılından beri UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde bulunuyor. Listede yer alan alanlar içinde Göreme Milli Parkı, Derinkuyu ve Kaymaklı yeraltı şehirleri, Karain Güvercinlikleri, Karlık Kilisesi, Yeşilöz Theodoro Kilisesi ve Soğanlı Arkeolojik Alanı yer alıyor.

Nevşehir’e bağlı Göreme, özellikle 7.-13. yüzyıllar arasında baskılardan kaçan Hıristiyanların yerleşmesiyle önemli bir dini merkez haline geldi. Hıristiyanlar buradaki kayalıkları oyarak birçok mekân oluşturdu. Dışarıdan gelecek saldırılardan, özellikle Arap akınlarından korunmak isteyen halk da yeraltı şehirlerine sığınıyordu. Gerektiğinde kullanmak üzere tüflerin içine, gitgide büyüyerek şehre dönüşecek mekânlar oydular. Bu yerleşimlerde odalar, yemekhaneler, ahırlar, depolar, ibadet yerleri bulunuyordu. Peribacaları ise Kapadokya’ya dünya çapında ün kazandıran doğal oluşumlar. Özellikle Ürgüp ve Göreme çevresinde yoğunlaşan peribacaları dirençli kayaların, altlarındaki daha dayanıksız tabakayı suyun aşındırmasına karşı korumasıyla oluşuyor.

PAMUKKALE- HİERAPOLİS / DENİZLİ

Fotoğraf: Ufuk Sarışen

Fotoğraf: Ufuk Sarışen

Denizli il sınırlarında Çaldağı’ndan gelen ve kalsiyum oksit içeren suların oluşturduğu beyaz travertenler, Pamukkale’ye benzersiz görünümünü kazandırıyor. Bu beyaz coğrafyada inşa edilmiş Hierapolis kenti ise geç Helenistik ve erken Hıristiyanlık dönemlerinden kalıntılar içeren önemli bir arkeolojik miras. Pamukkale-Hierapolis, 1988 yılında kültürel ve doğal miras olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alındı.

Hierapolis “kutsal şehir” anlamına geliyor. Kente bu kutsallığı, binlerce yıldır insanlara şifa veren sıcak suları veriyordu. İÖ 190 yılında II. Eumenes tarafından kurulan Hierapolis, İÖ 188 yılında Apemeia Barış Antlaşması ile Pergamon Krallığı’na verildi. Kent, Roma egemenliğinde en parlak dönemini yaşadı. İS 17’deki büyük depremden sonra Roma İmparatoru Tiberius’un yardımıyla yeniden kuruldu. Sütunlu galerilerle çevrili caddesi, gladyatör dövüşlerinin de yapıldığı 9 bin 500 kişilik tiyatrosu, hamamları ve geniş nekropolü doğa harikası Pamukkale’nin antik dekorunu tamamlıyor. Hierapolis, Bizans döneminde piskoposluk merkezi olmasıyla da önem taşıyordu. Pamukkale-Hierapolis, doğal ve tarihi değerleriyle günümüzde Denizli ilinin en çok ziyaretçi çeken köşelerinden biri.

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap