Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Vanilya Adası Reunion

Vanilya Adası Reunion

Ayşegül Parlayan Özalp

Madagaskar’ın doğusunda hiç yorulmadan püskürmeye devam eden Fransız adası vanilya, rom ve kül kokuyor.

Yazı: Özcan Yüksek / Fotoğraf: Selcen Küçüküstel

Meşhur Define Adası’nı yazmış Stevenson’un gezmekle ilgili o sözüne katılmamak mümkün mü? Şöyle demiş:
“Bir yere gitmek için değil, yalnızca gitmek için gittim. Gezmek uğruna gezdim. Büyük olay, hareket etmektir.”
Şimdi anlatacağım Reunion Adası’na da, diğer başka yerlere olduğu gibi aslında ben de yalnızca gitmek için gittim. Her yolculuk kendime bir yolculuk olduğu için. Reunion Adası, benim için hakiki bir Define Adası’dır da diyebilirim bu durumda. Ama içinde çipil çipil altınların, yakut, elmas gibi mücevherlerin gizli olduğu bir define adası asla değil. Define adası, coğrafyayı keşfederken kendini keşfetmek, içinde saklı o adayı, asıl defineyi arama duygusudur bana göre. Tıpkı, yabancı gezegenleri anlatan bilimkurgu romanlarının aslında bize yabancı olan kendi gezegenimizi ve kendi iç dünyamızı anlatması gibi.

Yeni döndüğüm Reunion Adası, bize yabancı, çok uzak, tuhaf bir gezegen gibiydi, bunda abartı payı pek yok. Hint Okyanusu’nun güneyindeki adayı dolaşırken, ismi başta olmak üzere, St.Denis, Hell-Bourg, Saint-Benoit, Saint-Andre, Saint-Paul, Sainte-Anne, Cirque de Mafatte, La Possession yer adları da büyük bir yabancılık duygusu yaratıyordu aslında. Her taraftaki Fransız isimli tabelalar kimseyi şaşırtmasın diye adanın etrafı gidişli gelişli altı şeritli, viyadüklerle çevrelenmişti. Kilometresi 1 milyar avroya mal olmuştu, sanırım 18 kilometre uzunluğundaydı. Vahşi bir adaya gelmiş gibiydin, ama bir anda asfalt uygarlığının kuşatmasına dahil oluyordun. Trafik sıkışıklığı yüzünden yapılmış olduğunu söylediler bu otoyolun. Nüfusu 800 bini geçen bir Fransız adası olduğu için böyle yapılıyor, para da Paris’ten geliyor. Şekerkamışı satarak ya da vanilya koklayarak ödenecek gibi durmuyor. Ama en azından Fransızların harcamaları homojen yaptığını kanıtlıyor.

Madagaskar’ın doğusunda yer alıyor Reunion, en yakın ada ise 200 kilometre doğusundaki Mauritus. İlk kez ünlü coğrafyacı İdrisi’nin 12. yüzyıl Dünya haritasında geçiyor ada, o zamanki adı, Arap tacirlerin söyleyişiyle Dina Mograbin. Avrupalılar gelene değin kimsenin yaşamadığı bir yer, tam anlamıyla yabancı bir gezegen aslında. İlk Avrupalı edebiyatçıların ve düşünürlerin ütopya adasına ilham verebilecek en güzel yerlerden biri. Tabii kısa sürede bir distopyaya dönüşmesi de kaçınılmaz olacak yerlerden biri aynı zamanda.

Şehrin birbirine koşut, eskilerin deyimiyle muvazi caddeleri, onları diklemesine kesen dar sokaklar, bu ızgara, Avrupalı elinin, mantığının hâkim olduğunu sana hemen hatırlatıyor. Bir süre o sokaklarda gezindikten, çarşı pazarında baharat kokladıktan, hasır örme sepetler ve oyuncaklarla oynadıktan, yetmedi belediyedeki bir düğüne tesadüfen konuk olduktan sonra kendimizi şehirden attık.

Reunion Adası kıyıları insanı okyanusa girmeye davet eden güzellikte. Yalnız, köpekbalıkları insanları ürkütüyor. St. Gilles, adanın en güzel sayfiyelerinden biri.

Reunion Adası kıyıları insanı okyanusa girmeye davet eden güzellikte. Yalnız, köpekbalıkları insanları ürkütüyor. St. Gilles, adanın en güzel sayfiyelerinden biri.

Okyanusa bakan yamaçlardan birindeki dev bir malikânenin vanilya bahçelerini geziyoruz. Gideceğimiz, göreceğimiz yerleri bize seyahat şirketimiz Koptur ayarlamış. Türkiye’den rehberimiz var; Ayşe Aktunalı, uğradığımız her yerde ayrı, yerel başka bir rehberimiz de oluyor. O ana değin kokusu dışından hakkında hiçbir şey bilmediğim vanilyayla ilgili anlatılanlar o kadar ilginç geliyor ki bana, sanki yılların gurmesi imişim gibi kulak kabartıyorum.
Planiforia denilen bir vanilya türü yetiştiriliyormuş adada, dışarıdan getirip ekilmiş, dünyada en fazla taneyi veren tür buymuş. Adanın iklimi nemli ve sıcak olduğu için bu tür tropik bitkiler için çok elverişli. Aslında vanilyayı bırakırsanız 30 metreye kadar uzarmış. Ama 30 metre yükseklikte toplamak kolay olmadığı için sarmaşıklara dolayarak kısaltılıyormuş, insan boyunu aşmıyorlarmış hiç. Çiçek oluşumu ekimde başlıyor, aralıkta bitiyormuş. Sonra temmuzda lavanta sarmaşıklarının hepsini aşağıya indirip dölleme yapıyorlarmış. “Yavaş yavaş çiçeğin düşüp baklanın çıkmasını bekliyoruz” diyor genç rehber kadın.

“Bütün çiçekleri tek tek döllüyor musunuz” diye soruyorum.

“Öyle yapıyoruz. Yoksa çiftleşme olmuyor” diye yanıtlıyor. Bu arada ince parmaklarıyla dişi ve erkeği birbirinden özenle ayırıyor, aralarına ince bir çıta koyuyor; ben de onu dikkatlice izliyorum. Daha ayrıntılı anlatayım. Baklaya benzeyen vanilyanın dilini kaldırıyor, ardından o çıtayla dişiyi ve erkeği ayırdıktan sonra dili tekrar kapatıyor, yani yapıştırıyor. Günde sadece 200 tanesini kapatabiliyor, yani döllemiş oluyor. Her çiçekten bir tane bakla çıkıyormuş. Aşağı yukarı altı, sekiz hafta beklemek lazımmış.

Eğer unutur ve toplamazlarsa, öylece bırakırlarsa, bakla kendiliğinden ikiye ayrılıyormuş, açılmış lavanta ağacının işi o zaman bitiyormuş, çiçeği kaybediyormuşsun. Tam zamanında kopartmak gerekiyormuş açılmadan. Adanın güney kıyılarında başka vanilya, kuzey kıyılarında başka kokulu vanilya varmış. Dolayısıyla renkleri de biraz farklıymış.

Aslında Reunion Adası’nın çok büyük bir gelir kaynağı değil ama en iyi nitelikte vanilya yine de buradan çıkıyor. Teker teker dölleme güç bir iş. Şakır şakır makinelerle şekerkamışı kesmek varken minik minik vanilyalarla pek uğraşmıyor herkes. Ama parfüm ve kalite olarak çok tutuluyor. Reunion vanilyası iki tür, bir tanesi Fransız Guyanası’ndan gelmiş, bir tanesi de Meksika’dan. Yeşilken vanilyanın kilosu 35 avro. Siyahlaşmış olanı ise adada bile 380 avroya satılıyor.

Vanilya yıkama bölümüne sokuyor bizi adalı rehberimiz. “Su 65 derece sıcaklıkta” diyor, devam ediyor: “Sadece üç dakika içine daldırıyorlar. Sonra çıkartıyorlar ki o kokular birbirine karışmasın. Amaç aromayı içine hapsetmek.” Bir adam 19. yüzyılda, denemeler sonucunda bu ideal ısı derecesini bulmuş. Bundan önce 100 derece sıcaklıkta dört beş dakika bekletiliyor, bu esnada tabii ki aromasının çoğunu kaybediyormuş. Yine koku kalıyormuş biraz ama, çok az kalıyormuş. Sıcak sudan çıkarılan vanilyalar, güzelce sarılıp 24 saat süreyle özel ahşap kutuların içinde bekletiliyormuş. Bu süre, vanilya baklalarının yeşilden çikolata rengine dönüşme ve esneklik kazanma süresiymiş. Sonra kurutma aşamasına geçiliyor, güneşin altında iki hafta kalıyormuş. Güneşin altında da altı saatten fazla bırakılmıyormuş.

İkinci kurutma aşaması odanın içinde gerçekleşiyormuş. Kurutma sırasında teker teker bütün vanilya tanelerine bakılıyor; hangisi kurutmaya değer, hangisi çöpe gidecek ortaya çıkıyormuş. Nihayet naylonların arasına konulduktan sonra kuruması için bir sene kapatıyorlarmış. Arada açıp çürüme var mı yok mu denetleme işi dışında, bir sene boyunca hiç dokunmuyorlarmış vanilyalara.
Vanilya bir sene dalında bekliyor, bir sene kutuda bekliyor, tabii kurumalar hariç. Ayrıca bunun bir işlemi daha olacak, o da altı ay sürüyor. Dolayısıyla gerçek vanilyanın neden bu kadar pahalı olduğu, kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde ortaya çıkıyor.

Kurutma işleminden sonra vanilyaları ellişer ellişer birbirlerine bağlıyorlar, sıkı sıkıya. Hepsi aynı boyda olduğu zaman iki taraftan bağladıklarında içindeki yağ vanilyayı koruyor. Çok esnek ve de pırıl pırıl yağlı olması lazım ki parfümünü daha fazla bıraksın. Bu yüzden küçük balyalar haline getiriyorlar. Aynı boyda olması da önemli. Aynı boyda olmazsa koku kaçıp gidiyor aralardan.

Vanilya bahçelerinden şekerpancarı tarlalarına geçiyoruz; rehberimiz anlatıyor:
“Arasından bir tane dal çıkıyor. Dalın üstünde çiçek açıyor. Çiçek açtıktan sonra kesime hazır oluyor. Böylece tarlaların hepsi aynı anda ekilmiyor. Birer hafta aralıkla ekiliyor ki toplama dönemi altı aya yayılabilsin. Böylece önce bir tarla çiçekleniyor, kesiliyor. Sonra yan tarafa geçiliyor ve de altı ay boyunca devamlı şekerkamışı toplanıyor.”

Reunion’da şu anda iki tane büyük şeker fabrikası var. Bir tanesini otobüsle geçerken görüyoruz; sol tarafımızdaki fabrika, Varuj. Kırmızı Orman demekmiş, en eski fabrikalardan biriymiş. Hâlâ aktif, hâlâ çalışan bir fabrikaymış. Artık sadece şeker üretiliyor, rom yapılmıyormuş. Diğer fabrika daha güneydeymiş. Bunlardan birini ziyaret etme bahtına sahip olacağımı burada belirteyim.

Şekerkamışı ya tohum olarak ekiliyormuş ya da çiçek veren uzun kamış kesiliyor, yatay olarak toprağın üstünde bırakılıyormuş. Bu yatay dalın kökleri toprağa geçiyor, oradan yeni kamışlar çıkıyormuş.

Uzunluğu 35 kilometreyi bulan, dağlar boyunca kıvranarak devam eden bir yola girdik. Bir define adası olarak Reunion’u keşfediyoruz.

Bazen sol, bazen sağ tarafımıza geçerek bizimle oyunlar oynayan su kurdelesi Mat Nehri. Onu takip ederek Salazie bölgesine doğru ilerliyoruz. Salazie, yeşil örtüyle kaplı yüksek dağların arasında bir bölge. Ve mecburen o bölgeye girmek için kullanılan tek yol St. Andre’den geçiyor. Bize eşlik eden nehrin başlangıç noktası Piton des Neiges, adadaki volkanlardan bir tanesi, ama en önemlilerinden bir tanesi. Volkanlardan söz açtığımızda, bu dağların okyanusun dibinden başladığını hissetmemiz gerekiyor. Piton des Neiges’in yüksekliği aslında, suyun altını da sayarsak 7 bin metre. Bunun sadece 3 bin küsur metresi adanın üzerinde. Metreleri böyle hesaplayınca insan biraz tuhaf oluyor. Nehrimiz 35 kilometre boyunca, okyanusa kadar devam ediyor.

Dağa çıkıyoruz, ama hiç kaya gözükmüyor. Çünkü etrafımızda gördüğümüz bütün tepeler, tepecikler yanardağların lavları. Oluşum 2,5 milyon yıl önce başlıyor; halen devam ettiğine göre, başlangıç aşaması da devam ediyor diyebiliriz. Yanardağların faaliyetleri bu kadar eskiye dayanıyor. Hâlâ faal olduğuna göre, halen başlangıçta olduğumuzu söylemek pek abartılı sayılmaz. Yeraltından, yani dünyanın merkezinden, magmadan, devamlı patlamalar meydana geliyor da değil; her dönem çıkan lavların içindeki mineraller de aynı değil. Yerin altı değişik tabakalardan, değişik sunumlar yapıyor bize. Dolayısıyla, patlamayla lavlar akıyor, sonra soğuma oluyor. Soğuma olduktan sonra çökmeler başlıyor. Çökmeler devam ederken, sonra tekrar bir patlama oluyor ve onun üstünü tekrar lav tabakası kaplıyor. Usta bir pastacının eseri gibi katman katman şekilleniyor Reunion Adası. Bazı lav tabakaları su geçirmiyor. Bazı tabakalar su geçiriyor. Böylece üst üste biriken bütün lavlar erozyonla beraber, yağmurlarla, rüzgârlarla beraber yeni çökmeler meydana getiriyor. Üç tane büyük çökelti var o küçük Reunion Adası’nda. Onlardan bir tanesi de işte Salazie. Bir taraftan yine rüzgâr ve polenlerle önce yosunlaşma başlıyor, yosunlaşmayla beraber sarmaşıklar oluşuyor, ondan sonra da tabiat yeniden yeşermeye koyuluyor. Bu arada yağmur bu çökeltilerin içinde küçük küçük kuyucuklar meydana getiriyor, yağmur suları bunların içine doluşuyor, herhangi bir yerden bir çatlak meydana geliyor, bu çatlaktan, özellikle yaz mevsiminde biriken sular dışarıya ve aşağıya doğru akmaya başlıyor. Yoğun yağışlı dönemlerde bütün adada, her yandan şelaleler boşalıyor.

Salazie bir çöküntü olarak küçük dağ tepeciklerinin tam ortasında kalıyor. Ama Salazie’nin yerbilimsel öyküsü kadar sarsıcı başka bir öyküsünü daha işittik. Reunion’un artık üstü kabuk bağlamış lav akıntılarını andıran ruh yarası aslında bu öykü.

Etrafımızdaki şekerkamışı tarlalarında yüzlerce, binlerce köle, ölümüne çalışıyormuş bir vakitler. Afrikalılar buraya gemilerle getiriliyor, adada büyük pazarları kuruluyor, köleler orada alınıp satılıyor, sonra bu kölelerin bazıları koşullara dayanamayıp çalıştıkları şekerkamışı tarlalarından kaçıyor. Öyküler ve efsaneler de bu kaçışlarla başlıyor aslında. Kaçak kölelere Maron adı veriliyor. Adaya ait nerdeyse bütün öykülerde geçiyor Maronlar. Önemli bir “meslek” türü de gelişiyor o dönemde; köle avcılığı. Başlarında bir reis var bu avcıların. Köle avcıları, reisin idaresinde yüksek dağlarda, ormanların derinliklerinde kaçak köleleri arıyor, yakalayabildiklerini yakalıyor, çalışmaktan bıktıkları tarlalara onları geri götürüyor. Tabii köleler direniyor, gitmek istemiyor.

Bu arada herhangi bir direniş sırasında avcılardan biri köleyi öldürürse eğer, aslında onu ele geçirdiğini göstermek için kölenin kulağını kesiyor ve doğruca sahibine götürüyor. Bu yalnızca kulağıyla temsil edilen seriye Orey (Oreille) deniyor. Fransızcada kulak demek zaten.

Her taraf, her yüksek tepe, şelale, dere, öykü anlatıyor adada. Başını ne tarafa çevirirsen oranın öyküsü başlıyor. Bulutların az önce tamamen örttüğü, şimdi yüzüne gösteren tepeciğin adı Anşen. İşte bu tepenin adı oraya saklanan kölenin adından geliyor. Anşen sahiplerinden kaçıyor, Salazie ve çevresindeki en yüksek nokta olan bu tepeye saklanıyor. Yanına gelmeye çalışan tüm kafatası avcılarını, Salazie’ye gireni çıkanı uzaktan görebildiği için bütün ailesiyle beraber oradan ayrılmıyor. Fakat kaçan ve saklanan kölelerin, yani Maronların ateş yakmaması gerekiyor, çünkü ateş yaktıklarında nerede oldukları belli oluyor. Buna rağmen biri, herhangi bir nedenle, belki bir şeyler pişirmek için ateş yakıyor ve yakar yakmaz da gözleri zaten hep yükseklerde gezinen insan avcıları dumanı görüyor ve vakit yitirmeden oraya doğru tırmanıyorlar. İnsan avcıları tepeye vardıklarında Anşen’in karısı Eva, onlara yakalanmak ve tekrar aşağılanmaktansa ölmeyi tercih ediyor, hiç tereddüt etmeden kendini uçurumdan aşağıya atıyor. Bana anlatılan öyküde zaman tam orada duruyor sanki, havada uçan bir kadın zihnimde kalıyor. Çünkü öykü devam ediyor, genç kadının arkasından, onu yakalamak için Anşen atlıyor. Havada Eva’yı yakalıyor ama ikisi birden aşağıya düşmeye devam ediyorlar. Efsaneler, öyküler bu noktada çeşitli, bunlardan birine göre, gökyüzünde beyaz, iri bir kuş dolanıyor. Yırtıcı kuşlardan bir kuş. Ne zaman o yırtıcı beyaz kuş, kanatlarını açıp etrafta dolansa, derler ki, Anşen, Eva’yı aramaya çıktı. Kölelerin en çok saklandığı bölgenin adı Gelin Duvağı, işte tam karşımızda. Şelale, tül tül, duvak duvak dökülüyor koyu taşların üzerinden. Onun da bir hikâyesi var tabii ki.

Büyük bir aşkla birbirini sevmiş, evlenmiş çok genç bir çift yaşıyormuş buralarda, bir bebek bekliyorlarmış umutla. Doğum esnasında, yazık ki anne ölmüş, ama kız bir bebek sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmiş. Tek başına kalan adam, kızına çok düşkün olmuş, onu her şeyden sakınıyormuş, öyle ki, evlilik çağına gelmiş kızını kimselere vermeyecek kadar ona çok düşkünmüş.
Fakat günün birinde civarı ziyarete gelen bir yakışıklıyla genç kız, birbirlerini görüyor ve görür görmez de âşık oluyor. Babanın itiraz edeceğini bildikleri için de ondan gizli evleniyorlar. Ama baba bu haberi öğrenince çok öfkeleniyor, eline tüfeğini alıp hem kızını, hem de yeni kocayı vuruyor. İkisinin de ruhları yukarıya çıkıyor. Öyküye göre, ruhlar yukarıya yükselirken kızın üstündeki gelinlik bu dağların yamaçlarına değiyor ve her değdiği yerden bir su aşağıya dökülmüş oluyor. Gelin Duvağı bu gördüğünüz akarsuların tamamını oluşturuyor.
Kölelik bittikten sonra bütün kölelere özgürlükleri veriliyor. Bu döneme kadar zaten beyazlar adanın üstündeki arazileri aldıkları için kölelere satın alabilecekleri toprak parçası kalmıyor. Dolayısıyla onlar hep el emeği işçisi olarak, toplumsal katmanlaşmada hep daha aşağı tabaka olarak kalıyorlar.

Reunion’da bir şekilde zengin olmuş siyahlara da beyaz deniyor. Yani siyah beyaz ayrımı zengin fakir ayrımı anlamına geliyor. Siyahlar da şöyle zengin oluyor aslında: Köle ticareti zamanında kaçak köleleri ihbar eden ya da köle alımsatımında alıcı rolünde olan, toptancı rolünde olan, onları mal gibi görüp beyazlara satan kimi siyahlar zaman içerisinde zenginleşiyor, toprak sahibi oluyorlar. Buradaki yoksul halk için özellikle eski zamanlarda onlar da beyaz.
Gelenekleri, bayramları, sünnetleri vesaire devam ediyor. Fakat Reunion Adası’ndaki köleler daha esaret bitmeden yani köleliğin kaldırılmasından önce Hıristiyan olmaya zorlanıyor. Dolayısıyla Hıristiyanlık çok önceden beri adada yüzde 80-85’leri buluyor. Diğer azınlıklar ise Çinliler, Hindular ve Müslümanlardan oluşuyor.

Ada ilk keşfedildiğinde ıssız, bomboş, yani kimse yaşamıyor. Dolayısıyla ada, beyazların ele geçirdiği sömürge geçmişe sahip değil. İnsanlar tamamen bunun farkında ve herkes halinden memnun gözüküyor, en azından rehberimiz bize öyle ifade ediyor. Bu adanın insanları diğer sömürge memleketleri gibi hiçbir zaman bu amaçla, bağımsızlık arzusuyla başkaldırmıyor. Siyahlar, beyazlar, karışımlar var. Kardeş kardeş Fransız olarak yaşıyorlar. Yüzde 40’a varan işsizlik olduğu halde fakirlik yok diyor yerli rehberimiz, ama geçen yıl Gezi benzeri bir çatışma yaşandı bu küçük adada, bu yüzden dünya basınının gündemine bile girdi, beyazıyla siyahıyla halk pahalılıktan yakınıyordu.

Ada, volkanın patladığı 2007’den sonra yenilenmiş. Yaklaşık 800 bin nüfusu var. Yüzölçümünü söylemek neye yarar bilmiyorum, çünkü faal volkanlar yüzünden giderek büyüyor. Son püskürmelerden bu yana 40 hektar büyümüş. Adanın uzunluğu 63 kilometre, genişliği de 45 kilometre.

Doğa koruma bilincinin güçlü olduğu, organik beslenme bilinciyle sıkı yasalarla korunan bir ada Reunion. Dünyanın güney ucunda bir cennet.

ATLAS ARALIK 20134/SAYI:249

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap