Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Urla Yarımadası, Mavi Sığınak

Urla Yarımadası, Mavi Sığınak

Mavi sularla oynayarak, dalgalarla düşe kalka mucizevi koylar, plajlar, burunlar yapar; dağlar, tepeler aşar ve Ege’nin ortasına doğru 86 kilometre boyunca uzanır Urla Yarımadası. İzmir il sınırları içinde kalan bu eşsiz yarımadanın insanları biraz sanatçı, biraz balıkçı, biraz çiftçi, biraz başına buyruktur ama bilgece yaşarlar. Kendisi de bir Urlalı olan Çağnur Şarman, Girit mübadili ailesinden aldığı mirası yazısına yansıtıyor; yarımadayı betimlerken onda yaşanmışlığın duygu katmanlarını da aralıyor.

Yeni bir hayata başlamak için ahşap bir tekneyle, ne sığarsa içine koyup ailesiyle birlikte Girit’ten Ege’ye doğru uzun bir yolcuğa çıktı Ahmet Kaptan. Mübadele yıllarıydı. İskenderiyeli eşi ve dört çocuğunun yanı sıra komşusu Mustafa Kaptan ve ailesi de yanındaydı. Mübadillerin önemli bir bölümü büyük vapurlarla göç ederken onlar küçük tekneleriyle yelken açmışlardı. “Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,” der Nietzsche. Bin bir güçlükle onca yolu aldıktan sonra Sakız Boğazı’ndan geçtiler, sayısız koy ve burunla bezeli Urla Yarımadası’nın kuzeyine dolanıp İzmir Körfezi’ne girdiler ve nihayet Urla İskele’ye vardılar.

Özbekistan’ın Buhara şehrinden Müderris Hacı Muhiddin Efendi de biraz daha önceki bir tarihte, 93 Harbi henüz patlak vermemişken ailesi ile birlikte uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Mekke’ye uğramıştı ilkin ve sonra Şam üzerinden İstanbul’a gelmişti. Ama nedense kervanı burada çözmeyip İzmir’e geçecekti. Orada doğacak kızı Fahire, Ege köylüsü Urgancı Halil’in oğlu Sabri ile evlenecekti. Böylelikle Giritli anneannem ve Buharalı babaannem, denizle içli dışlı bu ilginç kara parçasında, Urla Yarımadası’nda aynı çardağın altında buluşacaktı. Tıpkı, Osmanlı İmparatorluğu’nun sarmaladığı Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar çeşitli yerlerden değişik zamanlarda bu yarımadaya göç etmiş pek çok insan gibi.

Ege Denizi’ne, kabaca bir ayağı andırır şekilde uzanan Urla Yarımadası aslında İzmir il sınırları içinde kalıyor. Ama burada yaşayanlar kendilerini, adını kullanmaksızın “yarımadalı” olarak da nitelendirilir. Efsanelerle örülü bu kara parçasında Urla, Çeşme, Karaburun, Seferihisar, Balçova, Menderes, Güzelbahçe, Karabağlar, Narlıdere gibi oldukça fazla ilçe bulunmasına karşın, onların sınırları ve aralarındaki farklılıklar pek dikkate alınmaz.

Antropologlar kültürü, “insanın doğa denilen sahne üzerinde yaptıkları” ya da “üzerinde yaşadıkları coğrafya ile kurdukları ilişki” şeklinde tarif ederler. Öyle ki dağını, taşını, denizini, rüzgârını, toprağını bilmek, o coğrafya üzerinde yaşayan insanları anlamak için şarttır. Urla Yarımadası’nda da yıllık ortalama rüzgârın hızı 3,9 mil/saniyedir. Derler ki dalganın büyüklüğü rüzgârın hızına, esme süresi ve denizin enginliğine bağlıdır. Ama yarımadadaki balıkçılar için dalgaların büyüklüğünün bir önemi yoktur, derler ki: “Dalga varsa var, sen işini yapacaksın!” Bu kadarla da kalmaz devam ederler: “Olur, her şey olur, yeter ki ışığı kaybetme!”
Sadece denizlerle değil adalarla da çevrilidir Urla Yarımadası. Küçük bir balıkçı teknesine doluşup bu eşsiz kara parçasına adını veren ilçenin limanından, Urla İskele’den ayrılıyoruz. Dalgalarla boğuşarak, denizle iç içe, ıslanarak, onun kıyıları boyunca İzmir Körfezi’ne yayılmış adalardan birine gidiyoruz. Bir aşağı, bir yukarı… Dev dalgalar peş peşe geliyor, dümeni ayarlamak lazım… Durmak yok, köpüklü, çılgın sularla boğuşmaya devam… Biliyoruz ki, bu mücadelenin sonunda, her tür koşulda bizi misafir edecek, ıssız ama hoş bir adaya ulaşacağız.

Yarımadaya adını veren Urla ilçesinin İzmir Körfezi’ne bakan kıyılarının açıklarında irili ufaklı 12 ada var. Bunları en güzel, bir dağ köyü sayılan Güvendik’ten izleyebilirsiniz; mavinin üzerine serpilmiş yeşil lekeleri andırırlar. Ya da bir balıkçı teknesiyle balıkçıların eşliğinde onları tek tek gezebilirsiniz. Hatta merak edenler için adlarını da sayabilirim: Hastane Adası (Karantina Adası), Taş Ada, Pınarlı, Yassıada, Pita, Eşek, Adacık, Güvercin, Hekim, Uzun (Kösten) Ada, Menteş ve Yılanlı Ada.
Biz Pınarlı’ya gidiyoruz; makilerle kaplı bir adaya. Yanımıza hiçbir şey almamış olsak ve de diyelim ki orada konaklamak zorunda kalsak da, endişelenmiyoruz, çünkü her koşulda ateş yakabilmekten, denizden mükellef bir mönü çıkarabilip en şahane sofrayı kurabilmekten keyifle söz eden balıkçılarlayız. Hepsi de çocukluğumdan dostlar onlar. Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz adlı kitabında ana karakter, ihtiyar Santiago’dur. Bütün insanlar gibi kaderiyle mücadele halindedir ve onun hikâyesinde kaderini büyük bir balık temsil eder. Yaşlı adam hayattan hem nefret eder, hem de çok sever. Hayat da denizdir. Hemingway’in o yaşlı adamına benzetirim Urla İskele’den Tafa, Erdoğan ve Hüseyin Cereyan’ı. Eskiden çocukların sabahçı ya da öğlenci, adamların hepsinin akşamcı olduğu zamanlardan; denizin, fırtınaların, adaların ve dalgaların rahle-i tedrisinden geçmiş olan çocukluğumdan tanıdığım bu halkı ve iskelesindeki bu yaşlı adamları hep sevmişimdir; onların var olması hoşuma gidiyor.

Yüksekten bakınca Urla Yarımada­sı’nın kıyılarının aşırı derecede girintili çıkıntılı olduğu, sayısız burun ve koydan oluştuğu görülür. Bilim insanları bunun nedenini son jeolojik dönemde deniz seviyesinin yükselerek bölgeyi sualtında bırakmasına bağlar. Yarımada İzmir Körfezi’nin bitiminden başlar ve batıdaki en uç noktası, Çeşme ilçesi sınırları içindeki Tekne Burnu’na doğru 86 kilometre boyunca uzanır. Yarımadaya adı Ankara’da 1941’de toplanan Birinci Türk Coğrafya Kongresi’nde verilmiştir. Yine aynı kongrede yarımadanın kuzeye uzanan bölümüne Karaburun Yarımadası, batıya uzanan bölümüne de Çeşme Yarımadası denilmiştir.

Orta bölümü yani Urla ilçesi çevresi yarımadanın alçak alanlarını oluşturur. Doğuya ve batıya doğru gidildikçe yükselti artar. En yüksek noktası Karaburun Yarımadası’nda 1200 metreyi aşan Akdağ’dır. Doğuya doğru da yükselti 800-1000 metreye ulaşır. Hatta körfezin bitiminde, İzmir kentinin siluetine karakteristik bir görünüm veren Çatalkaya’da yükseklik 1000 metreyi biraz da olsa geçer.

Mitolojiye göre nergis çiçeğinin adı Narkisos’tan gelir; o, Irmak Tanrısı Cephissus ile peri Liriope’nin oğludur. Narkisos doğduğunda kâhin bir kehanette bulunmuştur: “Kendini hiçbir zaman görmemesi koşulu ile çok uzun bir hayat yaşayacak” demiştir. Bir gün Narkisos avlanırken su içtiği pınarda daha önce hiç görmediği kendi yansımasını görür ve ona âşık olur. Ama bir türlü erişemez kendine, sonunda yemeden içmeden kesilip ölür. Güzel bir çiçek biter öldüğü yerde; efsaneye göre o çiçek nergistir ve de Karaburun Yarımadası’nda yetişir.

Bu efsane kafamda dönerken Akdağ’a çıkıyorduk. Yükseldikçe bitki örtüsü değişiyor doğal olarak. Aşağıda pembe zakkumların, sarı çiçeklerin ağır bastığı dekor yerini önce bozkıra sonra da kayalıklara bırakıyor ve bir yılan kartalı geçiyor. Tabii müthiş bir manzara da bize eşlik ediyor; koylar, burunlar, ufka yatan güneş, kızıla boyanmış gök…

Karaburun Yarımadası’nın çiftçileri haziran ayında bir araya geliyor, sürülerini önceden belirledikleri alanlarda toplayıp koyun ve keçilerin kıllarını kırpıyorlar. Bu kıllar Yörük çadırı ve buna benzer ürünler üreten firmalara satılıyor. Kırkımda keçiler kesilip pilavlar da pişiriliyor, sündürmeler hazırlanıyor.

Kırkım yapılan tepede, 800-1000 yıllık bir çınar ağacının gölgesinde zaman zaman kocasıyla birlikte çobanlık yapan Sevinç Acar ile bu konuları konuşuyoruz. Geçen yıl ağabeyinin 700 keçisinin kırkıldığını anlatıyor. Kendilerinin de sürüsü var. “Her yıl birilerinin keçileri kırkılır” diyerek imece geleneğinden bahsediyor. “Kırkım işi makasa bağlıdır, üç-dört saat de sürebilir daha fazla da. Her çobanın kırkımına diğer çobanlar yardıma gelir, sevenine bağlı.”

Bir soluk alıyor ve devam ediyor: “Sevenin çoksa yardıma gelenin çok olur. Davul, zurna da olur ama en güzeli kırkımdan sonra güzel bir sofra kurulur, haşlama, nohut, kavurma, pilav, sündürme (peynir tatlısı) ne istersen vardır.” Ve Sevinç Acar sorumuz üzerine sözünü, “Kırklanmaz ise keçiler bitlenir, kenelenir. Kıl keçisinin sütü daha azdır, Zanen kırmasının göğsü büyüktür ve süt verimi daha fazla olur” diye bitiriyor.

Güzellik yarışması da yapılıyor erkek keçiler arasında. Nihayet tekelerin en güzeli seçiliyor. Sahibinin adı Ali Rıza, soruyoruz ne hissettiğini: “Mutluyum, sevinçliyim, Allah bereket versin!” diyor.

Karaburun ilçe merkezindeyiz. Börklüce Mustafa’nın anıldığı ve üç gün süren Börklüce Şiir Günleri etkinliğine katılıyoruz. Burada Zuhal Okuyan ile çobanlık yapan Hüsnü Tokaç’tan “kopanesti” denilen bir peynir çeşiti duyuyoruz. Rumca “ezme” anlamına gelen kopanestinin bir önemi var: İtalya’da “Slow Food” yarışmasında bu yöreyi temsil etmiş.

Burada her yerde ciddi bir “Slow Food” rüzgârı esiyor. Urla’daki aylık bir toplantıya katılıyorum. Kendilerine Türkçe bir isim de bulmuşlar: “Doğal Sofra- Urla Slow Food”. Yarımadada tohumuna, yemeğine, geleneksel yöntemlerle pişirme tekniklerine sahip çıkma bilinci ve hassasiyeti bu hareketle oldukça artmış ve destek bulmuş. Artık pek çok kişi ata tohumlarına, eski usul yöntemlerle yapılan geleneksel yemeklere ve tatlara sahip çıkmanın öneminin farkında. Yüzyıllık sandıklarda saklanan tohumlar şimdi çeyiz kadar değerli.

Yarımadaya adını veren ve İzmir kentine 35 kilometre uzaklıkta bulunan Urla kasabası ise kara parçasının ortalarına denk geliyor. Tarihi çok eskilere, İÖ 4000’li yıllara kadar gidiyor. Buradaki antik Klazomenai kenti dünyanın en eski limanlarından. Kazıların sonucunda burada bir de Anadolu’nun en eski zeytinyağı işliği açığa çıkarıldı. Piri Reis de 1521 tarihini taşıyan Kitab-ı Bahriye adlı eserinde Urla Limanı’ndan bahseder. Onun girintili çıkıntılı koylarını, rüzgârın hangi yönden estiğini ve kıyının hemen açığındaki adaların durumunu anlatır. Uzun Ada’nın sarp kayalık olması nedeniyle karaca geyiklerin yaşadığını, mermer direkli sarnıçlardan gemicilerin su aldığını söyler.

Kasaba, birbirinden güzel 16 köyle birlikte Urla ilçesini oluşturur. O köylerden biridir Bademli. Sakinleri, özellikle kadınlar üç kuşaktır gündüz tarlada çalışıp, imece usulü tarhana hazırlayıp sonra tiyatro provası yapar, gece de sahneye çıkarlar. Bir ücret almadan oyunlarda rol alan bu sanatçı köylüler sayesinde biletlerin fiyatları oldukça düşüktür. Fırsat bulursanız mutlaka izleyin. Dekor ve kostüm için de İzmir Devlet Tiyatrosu onlara yardımcı olur.

Tabii bu bir rastlantı mıdır bilemiyorum. Dünyadaki ilk sanatçılar birliği de burada, yarımadanın güneyinde, Seferihisar’ın Sığacık Körfezi’ne bakan kıyısında, antik Teos kentinde kurulmuş. Kentte antik dünyanın en büyük Dionysos tapınaklarından biri bulunuyor. Dionysos, bağbozumu Tanrısıdır ve yeniden doğumu; akılcılık karşısında ise neşeyi, coşkuları, duyguları temsil eder. Belki de bu yüzden, dönemin tüm sanatçılarına kucak açmıştır.

Urla ilçesindeki ilginçlikler keşfetmekle bitmeyecek türden olabilir. Bir efsane gibi anlatılan Kokar Koyu’na giderken yine onun köylerinden birinden, Ovacık’tan geçiyorduk. Burada bizi zınk diye durduran şey neydi biliyor musunuz? Umut Psikodrama Enstitüsü tabelası. Tepelerin arasında, ıssızlığın göbeğinde böyle bir tabelayı görür de kim şaşırmaz ki? Kurucuları Elif Ziegler ve Günter Ziegler ile enstitünün bahçesinde, zeytin ağaçlarının gölgesinde bir kahve molası vermeden bilgi almamız mümkün değildir. Anlatırlar, psikodramanın yaratıcısı Moreno’yu, “sosyal atom” kuramını ve oyunun iyileştirici etkilerini ve buraya gelenlerin sorunları nasıl çözdüklerini; biz de merakla dinleriz onları. Gerçekten de böylesine ummadığınız köşelerde, ummadığınız faaliyetlere başka nerede rastlayabilirsiniz ki? Budur işte Urla Yarımadası’nın güzelliği.
Enstitüden ayrıldıktan sonra, Kokar’a doğru kaldığımız yerden devam ediyoruz. Urla Yarımadası’nın güneyinde, Sığacık Körfezi’nin batı ucundaki bu koyun yolu son derece zor, engebeli ve ıssız. Ama onu aşabilirseniz, ulaşımını denizyoluyla sağlayan bir iki balıkçı barınağı dışında, bakir ve muhteşem bir coğrafyaya varıyorsunuz. Koraka adıyla da bilinen koy ıssızlığı, türkuvaz rengi ve berraklığıyla tariflere sığmayacak güzellikteydi. Karanın yüzlerce metre içine çatal şeklinde giren iki parçadan oluşuyor.

Bir de Urla Yarımadası’nın batı ucuna, rüzgârı ve yel değirmenlerinden dolayı pekiyi tanınan, Çeşme Yarımadası denilen bölümüne bir göz atalım isterseniz. Çok ilginçtir ki, burada bazı şeyler tersine dönmüştür: Yarımadanın güney kıyılarındaki deniz suyunun sıcaklığı kuzeyindekilere göre daha soğuktur. Demircili, Yağcılar kıyıları, Altınköy kıyıları sularının soğukluğu ile bilinir. Hatta aynı kıyının devamı olan Seferihisar Ekmeksiz Plajı da oldukça soğuk bir suya sahiptir.

“Yarımadanın güneyinde deniz ‘Bölmeler’den ikiye ayrılır” diye anlatıyor Seferihisar- Sığacık’tan kaptan Tolga Tufan. Teknenin dümeni onda, biz de yanında, gölgeliğin altındayız. “Bölmeler dediğiniz yer neresi” diye soruyoruz. “Doğanbey’den (Seferihisar’a bağlıdır) batıya doğru bir çizgi çekin. İşte biz ona ‘Bölmeler’ deriz. Bu çizginin kuzeyi ile güneyinde gerek iklim, gerek bitki örtüsü açısından gözle görülür fark vardır. Bölmeler’in kuzeyinde kalan tarafta sert poyraz eser, donarsınız; suları buz gibidir. Mandalinalar bile 15-20 gün geç çiçek açar, geç olgunlaşır.”

Tufan Kaptan’ın da dedeleri Giritli, eşininkiler ise Moralıymış. Ama şimdi hepsi Sığacıklı olmuşlar. Laf lafı açınca kaptan barbun balığının bolluğundan, beş yıl öncesine kadar bu denizlerde görülmeyen, Kızıldeniz kökenli antenli kırmızı mercan balığından söz ediyor. “Zamanla her şey olumsuz anlamda değişiyor” diyor, “git gide balık nesli yok alacak, bir gün gelecek denizlerde hiç balık göremeyeceğiz!” Mağaralar bölgesi, Harabeler Koyu, Taş Ada ve Akvaryum Koyu’na uğruyoruz; pırıl pırıl, berrak mı berrak sular ama öyle soğuk ki! Çeşme Yarımadası’nın güneye bakan koylarının “buz kestiğine”, haziran sonu olmasına karşın yüzerken bizzat tanık oluyoruz.
Alaçatı kıyılarında da su soğuk olmakla beraber rüzgârı, onu dünya çapında bir sörf merkezi haline getirdi. Yerleşim yeri ise sokaklarının tipik, özgün dekorlu köy evleri olması ve şık restoranlarıyla geceleri oldukça hareketli ve kalabalık. Bu yıl hayata geçirilen Aşk Yolu da Alaçatı’nın ruhuna ve karakteristik özelliklerine oldukça yakışmış. Ilıca Plajı ise Türkiye’nin en uzun ve en güzel kum plajı olarak bilinir. Su denizden çıkan ılıcalardan dolayı oldukça sıcaktır.

Urla İskele çevresi yani Klazomenai antik dünyanın canlı bir liman kentiydi. İlk filozoflardan Anaksagoras İÖ 500’lerde burada doğmuştu. Sokrates’e hocalık yapmıştı. Ona göre başlangıçta her şey birdi. Her şey her şeydedir, her şeyde bir miktar her şey vardır demiştir. Daha pek çok ilginç şey söylemiştir. Fakat o dönemin mitolojik inançlarına karşı çıktığı için Atinalılar tarafından dinsizlikle suçlanmış ve Atina’yı terk etmek zorunda kalmıştı.

Anaksagoras’ın doğup büyüdüğü topraklarda ondan 2 bin 500 yıl sonra yaşayan, onunla aynı manzaralara bakan, aynı denizi, aynı adaları, aynı gökyüzünü gören bizler nasıl düşünüyoruz diye merak ediyorum? Kafamda bu sorularla yürürken artık toprakla uğraşan eski bir denizciye rastlıyorum, selamlaşıyoruz. Bana denizkestanelerinden söz ediyor.

Denizkestanelerinin birbirlerinin aynısı gibi duran dişisiyle erkeği arasındaki farkı anlatıyor. Erkek denizkestanesi yapısı itibarıyla kayalara, taşlara tutunabiliyor ve dalga geldiğinde savrulmadan durabiliyormuş. Ama dişi kestane öyle değilmiş, tutunamıyormuş, fakat onun da sezgileri çok kuvvetliymiş. Dalgaların geleceğini sezip dikenleriyle taşları üstüne çeker, ağırlık yaratıp o şekilde savrulmaktan kurtulurmuş.

Bu denizkestanesi meselesini başkalarına da anlatıyorum. Yarımadalılar denizkestanesini çok severler, tadına doyum olmaz. Herkes artık eskisi kadar denizkestanesi kalmadığı konusunda hemfikir. Bulabilmek için çok daha uzaklara gitmek zorunda kaldıklarını anlatıyorlar. Tüm bunları düşünüyorum: Anaksagoras’ın dediği gibi eğer her şey her şeyde varsa biraz, bizde de bir miktar denizkestanesi olma hali bulunmalı diyorum. Yani hepimiz bir parça denizkestanesi olabiliriz ve eğer ki, denizkestaneleri artık azalıyorsa, bu sadece Urla Yarımadası için değil, tüm dünya için, insan olma hali için ciddi bir tehdit olabilir belki de.

Yazı: Çağnur Şarman / Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün

Fotoğraf: Urla Yarımadası, İzmir Körfezi’nin bitiminden Çeşme’deki Tekne Burnu’na doğru Ege Denizi içinde 86 kilometre uzanan zarif bir kara parçası. Birçok yarımada, burun ve koyu içeriyor. Karaburun Yarımadası da onun bir bölümü. Karaburun yöresinde sadece oraya özgü geleneksel bir balık tutma yöntemi var; “çökertme dalyan”. Bu yöntemde genellikle tahtadan yapılan yüksek kuleler kullanılıyor. Badem Bükü’ndeki dalyanda ise deniz içindeki yüksek kaya tahta kule gibi kullanılıyor.

Atlas Eylül 2012 / Sayı 234

Foto Galeri

[Not a valid template]

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap