Atlas ekibi, derginin 20’nci yılı onuruna, Moğolistan’daydı. Sert kış koşullarında bir ay süren keşif yolculuğu macera doluydu.
Yazı ve Fotoğraf: Özcan Yüksek
Ateşin gözleri, havanın burun delikleri, suyun ağzı, toprağın sakalları vardır. Böyle aklımda kalmış William Blake’in sözleri. Moğolların sakalı yok sayılabilir, ama bizdeki sakal sözcüğü Moğolcada yine sakal demek; ortak sözcüğümüzü, Mörön’deki ahşap berberhanede, saçımı ve sakalımı bir keçiyi kırpar gibi hoyratça, oflayıp puflayarak tıraş eden kadından öğrendim.
Atlas’ın 20. yılı için kalabalık bir küme halinde, şubat ve mart aylarında Moğolistan içlerine THY’nin ulaşım, North Face’in de malzeme sponsorluğunda yola çıkmıştık. “Ekspedisyon Eksi 40” adıyla ilan ettiğimiz keşif yolculuğumuz zorlu geçiyordu. Yorgunluğumu Moğolistan’ın bir köyünde ya da kasabasındaki umumi hamamda kuyruğa girip yıkanarak atabiliyordum. Bir bozkır ülkesindeydim ve başkentte bile çok az evde su şebekesi olduğunu öğrenmiştim.
Yolculuk boyunca Atlas ekibi bazen kalabalıklaşıp bazen seyreliyor; bazen de dağılıyor, bir süreliğine ülkenin ayrı köşelerine ayrı ayrı gidiyor, sonra yine bazen kısmen, bazen eksiksiz, hep birlikte bir noktada buluşuyordu.
Bu yolculuk, Atlas’ın diğer yolculuklarından biraz farklı seyrediyordu. Bazı yerleri bilerek seçiyor, bilerek gidiyorduk; bazı yerlere ise bilmeyerek, merak ederek, ne var acaba, ne keşfedeceğiz duygularıyla taşarak yollanıyorduk. Yere basarken de çok dikkatli oluyorduk; çünkü gittiğimiz yer de ayağımızı bastığımız yer de çoğunluk kaskatı buz oluyordu. Soğuk, rüzgârı da hesaba kattığımızda, keşif yolculuğumuzun adındaki gibi, ortalama eksi 40’ı buluyordu.
Cesareti az olan şeytanlıkta ustadır derler, bizde ise fazla değilse bile yetesiye cesaret vardı, buna karşılık, şeytanlıkta çırak bile değildik. Buz tutmuş nehrin üstünde giden araçla yamaçlardan iniyor, ıssız, donmuş bozkırda yalnızlığın ülkesine yürüyor, kar fırtınalarında ormanın içlerinde kalıyor, buz gölünde kızaklı at arabasıyla kayıyorduk. Bazen at üstüne biniyor, bazen, boynuzları kış öncesi düşmüş erkek geyiklerin sırtında yol alıyorduk.
Ne olursa olsun, tatlı hazzın ruhu asla kirletilemez, bu yüzden, hiçbir şeye gocunmadık. Yalnızca etrafa meraklı gözlerle baktık, meraklı kulaklarla işittik.
İlk yolculuğumuz, başkent Ulan Bator’a bir, yolun durumuna göre iki saat mesafedeki Terelj Milli Parkı’naydı. Orada, av için besledikleri kartallarıyla birlikte yaşayan, hayvan besleyen orta yaşın üzerindeki Kazak karıkoca ile nerdeyse bir tam gün geçirdik. Hele ki, besledikleri kartalı kolumuza aldığımızda ben, ister istemez yine Blake’in o sözünü, kartalla ilgili o muazzam sözünü anımsadım.
Demişti ki:
Bir kartal gördüğünde, dehanın bir parçasını görürsün. Kaldır kafanı.
İlk kez bu kadar yakından bir kartal görüyordum ve işte şimdi, Blake’in, tuttuğum futbol takımı yüzünden zaten zaman zaman anımsadığım o sözü, dev kuşun yırtıcı pençeleri gibi zihnime tutunmuştu işte. O muhteşem gaga, o pençeler, göğü kucaklar gibi açılan dev, kara kanatlar, o dik bakışlı, sabit gözler, bunların her biri, evet bunların her biri çağlara mal olmuş bir yaratma eylemi olmalı Blake usta!
Gerçi o kadar yol gelip de, uzaktaki yalnız çadıra usul usul yanaştığımızda, öyle pek cana yakın karşılanmamıştık. Bir sürü işleri güçleri varken, şimdi turistlerle uğraşacak halleri yoktu tabii. Sorularımıza güçlükle yanıt veriyor, biz ise adeta onları kovalıyorduk. Sonra Selcen Küçüküstel sorularını Türkçe yöneltmeye başlayınca durum değişti. Kazak aile, akrabalarını görmüş gibi hepimizi birer birer kucakladı, çadırlarına davet etti. Sonra da oradan ayrılmamız güçleşti, fotoğraf albümlerindeki bütün resimleri tek tek gördük; çaylar, yemekler, peynirler, kurabiyeler, ardı arkası kesilmedi.
Öyle değil mi usta, kuş için gökyüzü, balık için deniz neyse, kâşif ruhlu bir gezgin için de, bilinmeyen topraklar öyle değil midir? Moğolistan, kâşif ruhlu gezgin için tükenmeyecek büyüklükte bir topraktır. Türkiye’nin iki katı büyüklüğünde bir yüzölçümü, üç milyonu bulmayan bir nüfus, bütün denizlerden uzakta, Sibirya’nın kuzeyinde ıpıssız bozkır, çöl, dağ yamaçları, donmuş göller ve buzdan nehirlerden bir ülke.
Uygarlığın gelişme dediği şey, buraya henüz pek uğramamış. İnşallah biraz daha gecikir. Doğrusunu isterseniz, kolay kolay da uğrayamaz; çünkü yol yok Moğolistan’da. Buralarda söylendiği gibi her Moğol’un ayrı bir yolu var, patikası, tekerlek izi var. Uygarlık düz yolları sever, öyle eğri büğrü, çukurlu tepeli, fazla dolambaçlı yollardan haz etmez. Öyle değil mi Blake usta, diye sorarsam eğer, ihtimal o da bana şu yanıtı verirdi:
“Gelişme düz yollar yaratır, oysa gelişmenin uğramadığı dolambaçlı yollar, dehanın yollarıdır.”
İlk uğrağımız Terelj yöresi, donmuş göller ve buz tutmuş yüksek yaylalar, kayalık, yalçın dağlara güvenle yaslanmış seyrek Kazak çadırları ve yine Kazak kartal avcılarıyla bizi kendine sarıp sarmalayan, bu soğuk, yabansı yurt, şaşkınlığımızın da ilk yurdu olmuştu.
Senenin 300 günü gökte yusyuvarlak beliren güneş yüzünden başkent Ulan Bator ve yakın çevresinde kar ince bir tabakayı bile güçlükle yapabiliyor, o tabaka da birkaç gün ya da birkaç saat ancak dayanabiliyordu. Güneş yalnızca toprağa ve donmuş nehirlere işleyemiyordu. Ama Terelj Göl ve aynı isimdeki nehir, bir ölçüde daha yüksek bir yöre olduğu için bembeyazdı. Rüzgâr dalların üzerindeki kar örtüsünü sıyırsa bile iğneyapraklı ağaçlar yine de süslü gelin gibi bembeyazdı ve birbirlerinin üzerine abanmışlardı. Bu yabanıl ve zaten ıssız olan ülke, uzun süren kış boyunca iyice ıssızlaşıyor, ağır bir sessizliğin yuttuğu cansız, kımıltısız, iniltisiz evrenin içinde her şeyi yutan ve kendi rengine dönüştüren sonsuz büyüklükte bir ak deliğe bürünüyordu.
İnsan, ne kadar kalabalık da olsa, kendini burada yapayalnız hissediyordu. Öyle ki, sanki bir çığlık atacak, güçlü bir deli kahkahası koparacak olsa dahi, soğuk ak deliğin bütün sesleri tümüyle yutacağından ürküyordu.
Bu acımasız, her şeyin donmuş olduğu, insana burada yaşama çabasının beyhude olduğunu düşündüren bu yeryüzü evreninde, bir Kazak çift her şeyi değiştiriyordu. Birbirine sokularak ısınmaya çalışan koyunları, yamalı, kalın örtülerle sarınmış dolanan ve buzdan fışkıran otları yemeye çalışan sığırları, uzun tüylü yaklarıyla bu ihtiyar karıkoca, mutluluğu arayanların tanıklarıydı. Sıcak çadırlarının içinde bizi saatlerce ağırladılar, tuzla tatlandırılmış sütlü çaylar içirdiler, ağızda erimeyen peynir kuruları tattırdılar, et haşladılar, et kızarttılar, Moğol arkadaşımızın çevirilerine boş verip bizimle Türkçe sohbetler ettiler, çocuklarının fotoğraf albümlerini gösterdiler, sonra da, sıcak çadırın içinde bir köşede kümes tavuğu gibi sakladıkları avcı kartallarıyla dışarda bize heyecanlı gösterilerini sundular. Coşkunluk güzelliktir derler, orada mutlu saatler geçirdik.
Keşif Eksi Kırk yolculuğumuzun sonraki birkaç günü, Ulan Bator’un uzağındaki bir mahallede veya bir dağın zirvesinde tanık olduğumuz Şaman ayinleriyle geçti. Öyle ki, bize tuhaf gelen giysileri içinde o Şamanlar, bu dünyayı kendi bilinmez varoluşları içinde biçimlendiren, buradaki dirimin de nedenleri olan ve bizden uzak dünyalarında özgürce yaşam süren doğa devlerinin temsilcileri gibiydiler. Varoluştan payını alan bizler için bir kısmı doğurgan, bir kısmı yok edici görünmez devlerin dostları. Ne tuhaf! Her şey, beyaz boşlukta dolanarak tanık olduğumuz unutulmayacak bir düş gibi. Her yer ve her şey, ak bir yeraltı göğü gibi uçsuz bucaksız bir boşluğun içinde beliriyordu. Burada kalacak ve bilinmeyen ve bir anda ortaya çıkacak doğa devinin ağzından yazgımızı öğrenecek gibi dolanıp duruyorduk adeta.
Sonraki bir gün, Cengiz Han, yazgının kudretli kılıcını kuşanmış bir dev gibi, buz tutmuş bozkırın ortasında, Tuul Nehri’nin kıyısında göğe yükseliyor, çelik gövdesi ışıldıyordu. Kırk metre yüksekliğindeki heykelin içindeki asansörle istersen atın göğsüne, istersen boynuna tırmanıyor, buradan uçsuz bucaksız, karla örtülmüş bozkıra bakabiliyordun. Değişen fazla bir şey yok bu topraklarda, övünülecek şeyler de aynı.
Sonrasında Tonyukuk, sonrasında, buz tutmuş Selenge ve Orhun nehirlerinin arasında sanki bin yıl öncesini yaşayan, çadırları, hayvan sürüleriyle Moğollar… Zaman mekâna dost davranmış buralarda. Çıplak gökte ateş gibi patlamış güneşin vurduğu Tonyukuk Anıtı’nda, unutulmuş alfabeyle yazılmış cümlelere bakıyorum. Toplumsal bellek, her şeyi karartarak gürültüyle derinlere yuvarlanmış bir ateş, sönmüş bir yağ lambası sanki. Güneş aydınlatıyor taşın üstünü ama harfler zihnimi aydınlatmıyor işte. “Bilge Tonyukuk”un yazdığını biliyorum. Bilge, ne güzel bir isim. Kökü de güzel! Bilgeliğin sarayı nerededir acaba? Belki de bu anıt gibi, bozkırın ortasında, rüzgârın okşadığı yerdedir, bilgeliğe burası yaraşır, şatafatsız, gösterişsiz, doğaya, rüzgâra, sonsuzca uzanan toprağa saygılı. Şöyle diyordu Bilge Tonyukuk:
“Kendi içi dıştan tutulmuş gibiyiz. Yufka olanın delinmesi kolay imiş, ince olanı kırmak kolay imiş. Yufka kalın olsa delinmesi zor imiş.”
Moğolistan, kuzeyde Rusya ile güney, doğu ve batıda ise Çin’le sınırdaş. Tonyukuk anıtında o zamanki Çin’e hâkim olan düşmanlardan söz edilmesini olağan karşılamalı. Artık bu sınırlarda savaş arabaları, atlar, sancaklar, tuğlar, ıslık çalan oklar, mancınıklar, ahşap ya da çamurdan kaleler, gümbürdeyen davullar, benzi atmış düşmanlar yok. Yalnızca sağırların işitebileceği ıssızlığın adımları ve gece göğünde sessizce koşan yıldız orduları kalmış. 41’inci ve 52’nci enlemler arasında uzanan, dünyanın 19’uncu büyük ülkesi Moğolistan; kendisinden önce İran, sonrasında Peru var, böyle tarif eder ansiklopediler.
Uzakta, çok uzakta, doğu bulutunun altında iki at karaltısı, sonsuz aklığın üzerinde oynak iki leke gibi bazen yakınlaşıyor, bazen uzaklaşıyordu. Bir süre sonra, bir insan karaltısı, tepelerin ardında belirip karlara bata çıka bize yaklaştı. Anıtların bekçisi olduğunu öğrendik. Anıtların bütün yüzlerini inceledik ve başkente geri döndük.
Ülkenin batısında Tuva ile sınır tutan yüksek dağlara gidemeyeceğiz. Başka bir sefere kalacak. Tavan Bogd Dağları’nda, Moğolistan’ın en yüksek tepesi Hüten, 4 bin 374 metrelik heybetiyle kim bilir ne görkemlidir! Ama özel bir keşif yolculuğu, belki de tırmanışı için, yalnızca oraya odaklanmak gerekiyor. Kazakların yaşadığı bir bölge ve ülkenin en çok merak edilen yerlerinden biri.
Sonrasında 30 kişilik uçaklarla kuzeydeki Mörön kentine gitmek için, hiçbir yere sığmayan yükümüzü, bagajın belki de çeyreğine sığdırarak yola çıktık. Daha öncesinde aynı yolu iki günde karadan almıştık, şimdi daha çok yere gitme tasarımımız vardı, çabuk ulaşımı tercih ettik. Üstelik ben geri gelip tekrar aynı yöreye, yani Mörön’ün kuzeydoğusundaki Huvsgöl’e gidecektim.
Keşif Eksi Kırk, adına yaraşır halini ancak Mörön’e ulaşınca aldı. Moğolistan, Sibirya karşıdöngüsü, yani uluslararası deyimiyle antisiklonunun etkisinde, yeryuvarlağının en soğuk ülkelerinden biridir. Sibirya karşıdöngüsü, özellikle Baykal Gölü etrafında yıl boyu soğuk havayı topluyor, biz de zaten, Baykal’a en fazla 100 kilometre bile uzak durmayan Huvsgöl’e gidiyorduk. Bu bölgede eksi 67 derece olarak ölçülen aşırı düşük ısı, Moğolistan, Gobi ve Çin’de buzulların olmayışı yüzünden, kar yağdırmayan aşırı kuru hava ve soğuk, ortalama eksi 40 ile geçen bir kış yaratıyordu. Aynı şekilde yaz aylarındaki alçak basınç sistemi de, bu yöreyi tüm Doğu Asya’nın en nemli bölgesi haline getiriyor. Sibirya’daki yerel hava hareketi, İtalya’da Po Vadisi’ne, güneyde Malezya’ya, bazen Sri Lanka’ya kadar, serin muson yağmurlarıyla uzanabiliyor ve o bölgelerdeki tarımı soğuklarla olumsuz etkileyebiliyor. Sibirya’daki iklimsel karşıdöngünün küresel ısınmayla kısmen de olsa azalmaya yüz tuttuğu iklimciler tarafından belirtiliyor. Bu durum tüm Doğu Avrupa’yı ve Güney Asya’yı da etkileyecek.
Sibirya karşıdöngüsü, ağustos sonunda bölgeyi etkisi altına almaya başlıyor, bu etki, nisan sonundan itibaren azalıyor. Mörön’de bir gece kalıp geldiğimiz Huvsgöl ise soğukların etkisiyle ekim sonundan itibaren donmaya başlıyor. Buzlar bir daha haziranda erimeye başlıyor ve bir ay sonrasında göl tamamen erimiş oluyor. Bu büyük göldeki gemiler için, en fazla dört aylık seyir zamanı kalıyor.
Huvsgöl ülkenin en ormanlık bölgesi, yaz aylarında yöre yabancı gezginlerin hücumuna uğruyor. Huvsgöl aymağının merkezi Hatgal’ın nüfusu kışın 3 bin civarında, yaz aylarında ise 12 bin oluyor. Öyle ki, Moğolistan’da çok az yerde asfalt bulunurken Mörön ile Hatgal arasındaki bir buçuk saatlik yol asfaltlanmış.
Hatgal’a, Yıldırım Güngör’ü Orhun Nehri’nin güneyinde bırakarak bir kişi eksik -ben, Selcen Küçüküstel ve bize Moğolistan’da katılan Onur Arslan ile birlikte bir kamu taşıtıyla- vardık; henüz rehberlerimiz de yok. Bütün bagaj, sürücünün ensesindeki bölme, ayaklarımızın önü, keşif çantalarımızla tıka basa doluydu, başımızı çevirecek yerimiz yoktu. Karlı bir zeminde, zaman zaman kayarak yol aldık ve akşam hava karardığında konaklayacağımız kampa ulaştık. İçinde odun yanan, sıcak bir Moğol çadırıydı (ger) kalacağımız yer. Uykuya dalana kadar ateşi odunla besleyebiliyor, uyuduktan sonra da, eksi 40’lık uyku tulumlarının içinde, başımızı da gömerek sabahı ediyorduk. Bazen erken uyanıp ateşi yeniden canlandırıyordum, eğer uyanmamışsam, kampın sahibinin karısı saat beş gibi gelip sac sobayı yeniden yakıyordu. Bu durum bizim için fazlasıyla konforluydu, eksi 40 civarındaki hava için hazırlıklı gelmiştik, fakat gerin içindeyken böyle bir rahatlık yaşayabileceğimizi hiç tahmin etmemiştik.
Dev bir gölün içinde buz üzerinde yürüyoruz, bizden başka kimse yok. Buz gölünün içindeki küçük adacıklar bir oyun bahçesine dönüşmüş, onun tepeciklerine tırmanıyor, bazen de kapısı kilitli ahşap kulübelerinin kapısını tıkırdatıyorduk.
Akşam koşa koşa geliyor, dışardan ne olduğu anlaşılmayan, ancak içine girdiğinde bakkal olduğunu anladığımız, zar zor derdimizi anlatıp satın alabildiğimiz malzemelerle çadıra koşuyor, sobanın üzerinde mis gibi yemeğimizi yapıyorduk. Ne pişiriyorduk? Patatesi havuca doğrayıp yağda kavuruyor, üzerine makarna ya da pilav katıyorduk.
Birkaç gün civarda gezindikten, büyüleyici buz festivalini yaşadıktan sonra ormanlık tepelerde, at sırtında yolculuğa çıktık. Hayvanların sık tüylü postları bile buz tutmuştu. Ağızlarından tüten sıcak buhar bulutçukları havaya karışır karışmaz ince buz taneciklerine dönüşüyor, o taneler dönüp yeniden gövdelerinin üstüne yağıyordu. Yanımızdan yöremizden uzun kayışlarla ahşap kızağa bağlanmış atlar geçiyordu. Üzerinde bazen iki, bazen üç kişi, keyifle buzun üzerinde dolanıyordu. Uçları havaya kalkık kızağın ucu bazen karlara gömülüyor, karları yarıyor, havaya savuruyor, ama çoğu zaman kar yerine buz üzerinde keyifle kayıyordu. Kızağın üzerindekiler, soğuğa karşı, kalın battaniyeler ya da hayvan postlarıyla iyice sarınmışlardı. Ayaklarında dize kadar gelen, bazıları ince, zarif işlemeli çizmeler vardı. Bütün bunlar, uzun süren kış boyunca soğuğa yenik düşmemek içindi. Hele ki insan hareketsiz, kımıltısız bir haldeyse soğuk hiç aman vermez. Yaşam duruyorsa eğer, ölüm harekete geçer. Soğuk, yılgınlığı da affetmez, bu yüzden Huvsgöl halkı, bıkmadan usanmadan çabalıyor; dahası, her yıl yaptığı buz festivaliyle buzda yaşamanın zevkini çıkarıyorlardı.
Kirpiklerimiz, yanaklarımız, dudaklarımız, uzamış sakallarımız, burun uçlarımız kısa sürede donmuştu. Eldivenler ellerimizi koruyordu, ama fotoğraf çekmek için tekini çıkardığımızda, onlar da hissizleşiyordu. Ellerimiz el olmaktan, dudaklarımız dudak olmaktan çıkıyordu. Büyük ve yenilmez doğa, baş edilmez soğuk, bu coğrafyada insan ruhunu kibrinden, uçarı heveslerinden arındırıyordu. Siyah ve beyaz renkleriyle kış coğrafyasına uyumlu saksağanlar da donmuş hayatın yurdunda kursaklarına atacak bir tohum, bir ekmek kırıntısı, kımıldayan bir böcek ya da kıvranan bir solucan aranıyordu.
Nüfusun büyük çoğunluğu Tibet Budacılığına inanan Moğolistan’da Huvsgöl yöresi, Şamanlığın en yoğun olduğu yer; Darhat ve Buryat kökenli halk, Şaman ayinlerini yaşamlarının bir parçası olarak hâlâ sürdürüyor. Ülke nüfusunun yarısının yaşadığı Ulan Bator’daki Şamanların çoğunluğu da yine Darhat ve Buryat kökenli insanlar. Buz festivalinin son günü, donmuş Huvsgöl’ün uzak kıyısındaki ormanlık yamaçta, güneş battıktan sonra binlerce insan toplanmış, yakılan dev ateşin etrafında ayini izlemişlerdi. Üstelik bizim gibi, belirlenen saatinde gidip orada iki buçuk saat dondurucu soğukta da beklememiş, hava iyice karardıktan sonra gelmeye başlamışlardı.
Ben atı değil de kızağı tercih etmiştim. Aslına bakarsanız, yörede, hangi ülkeden geldiklerini bilmediğim, muhtemelen karıkoca bir çift, köpeklerin çektiği kızaklarla donmuş gölün üzerinde, kısa yolculuklar yaptırıyordu. Ben bu tarz bir köpek yolculuğunu, nerdeyse 20 yıl önce bir kış mevsimi, Finlandiya’da, Kutup Hattı’nın iyice kuzeyinde, tamamen donmuş İnari Gölü’nün üzerinde haski köpekleriyle gerçekleştirmiştim; yorulmak bilmeyen bu hayvanların çektiği kızakla saatlerce yol almıştım.
Bu defa Huvsgöl’de at sırtında gezinirken, kaza geçirmiş, kızağı devrilmiş bir Moğol atlıya rastladım. Etrafına bir kalabalık toplanmıştı, ters dönmüş kızak ağaç gövdelerinden yapılma bir çitin altına sıkışmıştı. Kızağı kurtarmak için atın koşumlarını çıkartmaya çalışırlarken ben indim, onları izlemeye koyuldum. Benimle birlikte mihmandarım da durdu ve atından indi, hayvanı çitin odununa bağladı, ben de elimde tuttuğum atın yularını, onun yanına bağladım. O esnada, kızağı devrilen at, koşumlarını sahibinin elinden kurtararak şimşek hızıyla fırladı ve giderek süratlenerek kısa sürede gözden yitti. Birkaç kişi uğraşarak ağaç kızağı sıkıştığı yerden çıkardı, üzerine dört beş kişinin rahatlıkla oturabileceği büyüklükte, koca bir oyuncak gibiydi kızak; beti benzi atmış sahibi benim yol rehberime yaklaştı ve ondan atını istedi. Sonra, ödünç atını kendi kızağına bağlayarak buz gölünde kayıp gitti. Birazdan karanlık bastıracaktı, kızaklının dönmesi bir saati buldu.
O gece yatağımı iyice sobanın yanına çektim ve gözlerimi yummadan önce, kemiklerimi ve iliklerimi ısıttım.
Büyük buz gölünün üzerinde, dörtçeker aracımızla kuzeye doğru yol alırken, hava kararmadan ve yoğun kara yakalanmadan Akgöl’e ve oradan da Dukhaların kış obasına ulaşmayı amaçlıyorduk. Bu yüzden çok arzuladığımız halde buz üstünde sıkça durup oyalanamıyorduk. Yer yer birkaç metreyi bulduğunu öğrendiğim buz, ışığın yönüne göre, göle bazen mavi, bazen de yılan yeşili bir cam görünümü veriyordu. Daha fazla oyalanmak istiyorduk tabii ki, buralardan gittiğimizde, aradan uzun zamanlar geçtiğinde dahi, anılası bir düş haline gelsin istiyorduk bu yolculuğumuz. Hiç olmazsa, gölün boydan boya dev bir testereyle yarılmış gibi duran büyük çatlaklarında aracımızdan çıkıp büyük yarığı inceliyorduk. Buz yarıkları, kenarları kırılmış pencere camları gibi birbirinin üzerine yığılarak sonsuz boşlukta göz alabildiğine uzayıp gidiyor, göğün zaten parlak yüzeyinde, göksel, devasa çelik bir kılıç gibi parıldıyordu. Bazen bu kılıçlar önümüzü tehditkâr biçimde kesiyor, kilometrelerce yana gittiğimiz halde aracımıza geçit vermiyordu.
Bu kılıçsı buz çatlağı, bana, yıllar önce Atlas için yaptığımız Kuzey Kutbu yürüyüşünü anımsatmış ve araçtakilere, yaşadığım tecrübeyi aktarmıştım. Orada da, buz tutmuş deniz pek çok yerde, önümüzde yatay bir kesik ya da buz kırıklarından oluşan duvar halinde duruyor, bu koşuldayken kuzeye yürüyemiyor, uygun bir yol bulmak için bazen saatlerce batıya, kimi gün de doğuya doğru, boş yere yürüyüp duruyorduk.
Gölün bitiminde dağlara aracımızı vurduk, suları akarken donmuş nehirlerden, bayırlardan yukarı doğru aracımızı tırmandırdık. Buralarda kar derinliği bizi zorluyordu, zaman zaman tekerleğin altını dallarla, odunlarla besliyorduk. Zaman zaman, ağaçların arasından merakla bakan at sürüleri, havlayan köpeklerin koruduğu tek başına Moğol çadırları, kar küreyen, soğuğa direnerek araçlarını iten, yolda kalmış yolcularla karşılaşıyorduk… Aynı yolun bir de dönüşü olacak, bu defa iniş halindeyken buz nehrinde kayan askeri kamyonları, onları kurtarmaya çalışırken ayakta zor duran insanları görecektik.
Sarp bir uçurumun var olan dünyaya şaşkınlıkla, anlamsızca, ama tamamen öfkeden uzak baktığı o yere vardığımızda, yolculuğumuzun ilk etabı tamamlanmış oldu. Dukhaları uygarlığımızdan ayıran o uçurumun adı Yangız Dağ’dı. Yangız Dağ ve Yalnız Türklerin kış obası, ayrıca anlatılacak zamanı bekliyordu.
ATLAS MAYIS 2013/SAYI:242
Foto Galeri