Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya İstanbul’un Kuzey Kıyıları Kara Sevda Deniz

İstanbul’un Kuzey Kıyıları Kara Sevda Deniz

Ayşegül Parlayan Özalp

Avrupa yakasında İstanbul’a bağlı son köy olan Yalıköy’den Anadolu yakasındaki Ağva’ya dek uzun bir kıyı şeridi. Kimi sayfiye yeri, kimi tatil merkezi, kimi lüks sitelerle dolan yeni yerleşimleriyle; sessizliğini ve yalnızlığını koruyan balıkçı köyleriyle; hırçın denizi ve kumsallarıyla çarpıcı bir güzergâh. Atlas, İstanbul’un Karadeniz kıyılarının ve bu denizi tutkuyla seven insanların hikâyelerine tanık oldu.

Yazı: Mehmet Yaşin / Fotoğraf: Sinan Çakmak

Daha birkaç gün önce çarşaf gibi derler ya öyleydi Karadeniz. Şaşırmıştım önce. İstanbul’un Karadeniz kıyılarındaki en batı ucundan boğaza doğru çıktığım yolculukta denizin sakinliği karşılamıştı beni. Sırtımı Karaburun Feneri’ne vermiş, dingin denizi dinlemiştim. Karşımda ufuk çizgisini örten puslu havanın hemen altında Karadeniz’in gümüş telleri, yabancı kıyılardan kalkıp yol alan gemilerin dalgalarıyla titremişti.

Fenerci Ümit’le Tahlisiye İstasyonu’nun bahçesinde oyalanırken rüzgârsız ve pürüzsüz denizi izleyerek sohbete dalmıştık. O da şaşırmıştı denizin bu kadar sakin oluşuna. Tahlisiye görevlisi olarak denizin güvenliğinden sorumlu olması biraz da sevindirmişti onu. Doğru ya Karadeniz, bu kıyısı İstanbul’a bitişik olsa da çıldırmayagörsün her yerde aynıdır kudreti. Hele büyük gemiler yol alırken kaptanları daha dikkatlidir dümen başlarında.

Karaburun köyünde yaşam da fenerin yapımından sonra şekillenmişti. İstanbul’a bağlı en son köy olan Yalıköy’ün güneyinden İstanbul’a doğru yayılan Yıldız Dağları mavi kıyılara yeşili de getirmişti. Terkos Gölü’yle birlikte dağların yeşili gölün sarı sazlıklarına az ötede de Karadeniz’in sularına ulaşmıştı. İstanbul Boğazı’na doğru ise 20-25 kilometre boyunca durum farklıydı. Karaburun köyünün başladığı yerde kıyı boyunca uzayıp giden taşocakları ve kömür madenleri doğanın rengini örtmüş, Karadeniz kıyıları kire pasa bulanmıştı.

Fenerci Ümit anlatmıştı Karaburun’un geçmişini.
“Köyde hayat fener kurulduktan sonra şekillenmeye başlamış. Fener yapımından sonra öncelikle istasyon memurlarının ikametiyle oluşan köyün nüfusu daha sonra Karadeniz’den gelen ormancı ve balıkçıların yerleşmesiyle artmış. Şimdi ise daha çok emeklilerin, yazlıkçıların yaşamak için tercih ettiği bir köy haline geldi Karaburun.”

Karadeniz’in en tehlikeli yerlerinden birinin Karaburun olduğunu öğrenmiştim ondan. Aydınlatma gücü sıralamasında en büyük fenerler arasında sayılan Karaburun Feneri’nden ve kıyı emniyeti için yapılan Tahlisiye İstasyonu’nun varlığından bunu anlamıştım. Genellikle İstanbul’un bu uzak Karadeniz kıyısında Ukrayna’dan, Bulgaristan’dan, özellikle de Varna’dan ve Romanya’dan kalkan gemiler İstanbul Boğazı’nın yolunu tutarlarmış. Buradaki kıyı emniyetinin görevi de onların güvenli geçişini sağlamak. Fenerin hemen önünde bitmiş çalılıkların arasından sivrilen mezar taşları dikkatimi çekmişti. Kimsesizler mezarlığı diye adlandırılan mezarlıkta yatanların tamamı deniz kazalarında can veren gemi mürettebatı ve yolculardan oluşmuştu. Işığı açık havada 30 mile kadar uzayan ve beş saniyede bir çakan fenerin önünde canlarını alan denize karşı sonsuz bir uykuya dalan denizcilerin fısıltılarını işitmiştim. Gecenin karanlığında denizle birlikte beş saniyede bir aydınlanan mezarlığın sakinleri geçen gemilere selam veriyorlardı. Hırçın ve soğuk denizin ortası bir zamanlar onlar için yangın yerine dönmüştü. Aklıma Nâzım Hikmet’in “Vapur” şiirindeki mısraları gelmişti:

Manzaralı Cami Anadolufeneri köyü, İstanbul Boğazı’nın girişine hâkim bir konumda yükseliyor.  İstanbulluların mutlaka ziyaret ettikleri bir yer; tam bir sayfiye köyü özelliklerine sahip. Işığın, mavi deniz ve yeşil tepelerle buluşup türlü oyunlar sergilediği eşsiz bir doğa parçası. Köy de, İstanbul’un diğer köylerine göre daha iyi korunmuş durumda. Anadolufeneri Camii’nin avlusu aynı zamanda muhteşem bir manzara terası. Ancak ziyaretçilerden pek azı avlunun bu özelliğini biliyor.

Manzaralı Cami
Anadolufeneri köyü, İstanbul Boğazı’nın girişine hâkim bir konumda yükseliyor. İstanbulluların mutlaka ziyaret ettikleri bir yer; tam bir sayfiye köyü özelliklerine sahip. Işığın, mavi deniz ve yeşil tepelerle buluşup türlü oyunlar sergilediği eşsiz bir doğa parçası. Köy de, İstanbul’un diğer köylerine göre daha iyi korunmuş durumda. Anadolufeneri Camii’nin avlusu aynı zamanda muhteşem bir manzara terası. Ancak ziyaretçilerden pek azı avlunun bu özelliğini biliyor.

“Bir vapur geçer Varna önünden
Uyy Karadeniz’in gümüş telleri
Bir vapur geçer Bogaz’a doğru
Nâzım usulcacık okşar vapuru
Yanar elleri, yanar elleri”

Göç hikâyeleri, mübadele günleri, hasretlik denince akla Akdeniz ve Ege kıyıları gelir. Karadeniz’in İstanbul tarafı pek bilinmez. Oysa dönüşü olmayan yolculuklar burada da yaşanmıştı. Trakya’nın Karadeniz kıyılarını son birkaç yüz yılda sosyal açıdan şekillendiren de 93 Harbi, Balkan Savaşları ve Cumhuriyet sonrası mübadele günleriydi. Geçmişte nüfusunun büyük çoğunluğunu Rumların oluşturduğu kıyılar sonraları Karadeniz’de yaşanan savaşlardan yurduna dönemeyip buradaki köylere yerleşenlerden, Balkanlar’dan anayurda dönen muhacirlerden ve Doğu Karadenizlilerden oluşmuştu. Rumlardan geriye bazı köylerin isimlerinden, eski yarı harabe evlerden ve kilise kalıntılarından başka bir şey kalmamıştı.

Karaburun’dan doğuya, İstanbul Boğazı’nın girişine doğru yol alırken içinden geçtiğim köylerde geçmişin izlerine rastlamıştım. Arnavutköy ilçe sınırlarından çıkar çıkmaz Kemerbugaz’da sukemerleri, ağaçların birlik olup Belgrad Ormanı’na dönüşmeye başladığı yerlerde olduğu gibi duruyorlardı. Ardından kayınların, meşelerin, kadim çınarların arasından kıvrılan yol Kilyos’a uzuyordu. Yolüstünde bu kez yeşilin renksiz betona dönüştüğü yüksek duvarlı süslü siteler belirmişti. Demirciköy, köy olmaktan çıkmış, denize doğru uzayan orman yakın dönem yapılarıyla dolmuştu. Köyün ortasındaki yol kavşağında bir kahve bulup soluklanmıştım. Demirciöy, Kilyos’a 2 kilometre mesafedeydi. Yakın dönem yapılaşmalarla bu iki köy neredeyse birleşmişti. Kahvede denk geldiğim köyün muhtarı Ali Kaptan ile Kilyos ve Demirciköy üzerine konuşmuştuk. Osmanlı döneminde köy paşaların yazlık yerleri olarak kullandığı konaklarıyla doluymuş. Köyün eski sakinleri de yine Rumlarmış. Aile büyüklerinin 1956 senesinde Rize’den geldiklerini söyleyen Kaptan, köyün o zamanlar ormancılıkla, tarımla uğraştığını ve 8-10 haneden oluştuğunu anlatmıştı. Son yirmi otuz sene içinde imara açılan arazilerle birlikte köyün neredeyse tamamında ve çevresinde siteler yapılmıştı. Bir zamanlar yolu bile olmayan bağlı oldukları Sarıyer ilçesine yürüyerek ya da atlarla giden köy halkı da tarımı, ormancılığı bırakıp inşaat işleriyle meşgul olmaya başlamış. İstanbul’un hazin kaderi olan inşaat, merkezdeki semtlerden sonra kıyılara kadar ulaşmıştı.

Kilyos’a vardığımda geçen gün uysal bir gölü andıran Karadeniz gerçek karakterine dönmüş, gökyüzünü saran kara bulutlar denizle birleşmişti. Kilyos’u üne kavuşturan kumsalı hırçın dalgaların köpüğüne boyanmıştı. Kilyos isminin Rumcada “kum” anlamına gelen “kilya” sözcüğünden türediği söylenir. Başka kaynaklarda ise “Kuwaila”, “güzel geçit-boğaz” anlamında “killa” sözcüğünün dönüşümüne bağlanır. Aslında resmi ismi Kumköy olan Kilyos bu yeni ismini Cumhuriyet döneminde almış. Fakat halk arasında eski ismi kullanılagelmiş. Diğer kıyı köyleri gibi Kilyos da esasen balıkçı köyü. Sarıyer’e bağlı Kilyos’un kaderi 1960’lı yıllarda dönemin İstanbul sosyetesinin gözde yeri olmasıyla değişmiş.

Yaz günleri dolup taşan sokaklarda kimseler yoktu bu sefer. İnsan kalabalığından arınmış sokaklarda gezinirken denizi gören aralıklardan iskeleler, kıyıyı kesen tepeciklerde eski su terazileri görünüyordu. Tarihi Doğu Roma dönemine kadar giden Kilyos Kalesi ise doğuda askeri bölgenin sınırları içinde kalmıştı. Kalenin bulunduğu tepeden denize doğru inen patikayı takip ettiğimde sarp kayalıklar çıkmıştı karşıma. Salaş balıkçı barınakları çıldırıp duran dalgalardan yükseğe yapılmıştı. Deniz adamı balıkçılar bile ürkmüştü denizden. Ürkülmeyecek gibi değildi. Karadeniz, Boğaz yakınlarında kendisine yol arayan bir nehir gibi coşuyordu. Bütün rüzgârlar birlik içinde dört bir yandan boğaza götürüyordu dalgaları. Denizin sularını takip edip Rumelifeneri’ne gitmeliydim. Fakat yol burada bitmişti. Geri dönüp Sarıyer yoluna sapacak, oradan önce Garipçe’ye, ardından Rumelifeneri köyüne gidecektim.

Belgrad Ormanı’ndan kıvrılarak ilerleyen yola sis çökmüştü. Yolun kenarlarından uzayan, yüksekte bir yerde birleşen ağaçları bile zor seçiyordum. Geride bıraktığım dalgalı denizle karşımda duran bu eşsiz manzara İstanbul’da olduğumu bile unutturmuştu bana. Bir süre sonra Garipçe köyüne varmıştım. İstanbul Boğazı kıyısında yer alan Garipçe, küçük bir koyun kıyısına kurulmuştu. Diğer kıyı köylerine göre daha küçük bir yerleşim yeri olan Garipçe’nin kuzeyinde yer alan eski kale kalıntısını seçebiliyordum. Kalenin hemen altındaki varoş evler dikkatimi çekince kaleye çıkıp köyü tepeden görmek istemiştim. Yağmurlu ve rüzgârlı havadan olsa gerek sokaklarda kimseler görünmüyordu. Evler ise yine diğer kıyı köylerine göre varoş haldeydi. Garipçe eski hikâyelerde anlatılan korsan köylerini andırıyordu. Garipçe’yle ilgili eski hikâyeleri önceden okumuştum. Aklıma okuduklarım geldiğinde köyün tenhalığı ve ürkütücülüğü daha bir anlamlı gelmişti bana. Derler ki; Garipçe mitolojide lanetlenmiş bir kral olarak geçen Phineas’ın yaşadığı yerdi. Garipçe’ye antikçağda sahilin taşlık ve kayalık olması, yüksek kayalıklarında kartalların ve akbabaların yuva yapmaları sebebiyle Gyropolis yani “Akbabalar Şehri” denilirdi. Lanetli Kral Phieneus’un sarayı da Garipçe ile Papazburnu arasında idi. Homeros’un da köyden o zamanlar Kharybdis diye söz ettiği söylenir. Kharybdis yani Garipçe, Harpylerin işkenceleri ile karşı karşıya kalan efsanevi kral Phineus’tan ötürü ün kazanmıştı.

Koy ile kalenin bulunduğu tepe arasında yer alan teknelere doğru ilerleyince teknelerin arkasında kalan kahveyi fark edip içeri girmiştim. Kahvedekiler dışarda fırtınayı muştulayan havadan kaçıp kahveye sığınmışlardı. Köyün tenha oluşunun ve evlerin salaşlığının sebebini kahvenin sahibi Orhan Çelikkıran ile sohbet edince anlayabilmiştim. Köye ve çevresine imar izni verilmediğinden ve bu durumun uzun yıllardır sürdüğünden bahsetmişti Çelikkıran ve eklemişti: “Bu kahveye genelde balıkçılar gelir. Çevredeki diğer kıyı yerleşimlerinde olduğu gibi burada yabancıya rastlayamazsınız. Köyde yaşayanların neredeyse tamamı Trabzon’dan gelmedir. Köyün nüfusu artsa da imar izni olmadığından yeni ev ihtiyacı için köylüler Sarıyer taraflarına gidiyorlar.”

Kıyının yapısı da elverişli olmadığından balıkçı barınakları Rumelifeneri’nde bulunuyormuş. Sohbet sırasında gözlerim kahvenin duvarlarında asılı duran eski fotoğraflara takılmıştı. Fotoğraflarda Türk sinemasının bilinen eski oyuncularıyla köy halkı birlikteydi. Garipçe’nin garipliği birçok yönetmenin ilgisini çekmiş, köye geçmişte film setleri kurulmuştu. Yapımcılığını Onat Kutlar’ın üstlendiği, Türkan Şoray’ın oynadığı, Yaşar Kemal’in “Menekşe Koyu” hikâyesi burada filme çekilmişti. Gözden ırak bir balıkçı köyüne yerleşmek üzere gelen bir ailenin köylülerle yaşadıklarının anlatıldığı film için Garipçe seçilmişti. Kahvedeki köylüler daha başka filmleri sıralamaya başlamışlardı. Anlaşılan Garipçe’nin İstanbul’a yakınlığı ve durağanlığı sinema yapımcılarının tercih sebebi olmuştu.

Rumelifeneri köyüne vardığımda fırtına daha bir sertleşmiş, rüzgâr Boğaz’ın en ucunda kılavuz kaptanlarla bir olup Karadeniz’den gelen gemilere rehberlik yaparcasına Marmara Denizi’ne doğru esiyordu. Nisan ayında mevsime tezat bir hava ile karşılaşmak şaşırtmıştı beni. Limandan Rumelifeneri’ne çıkan yokuş üzerinde karşılaştığım balıkçılar arasında Fahri Yalçın baharın ortasında kopan fırtınayı atalardan kalan sözlerle özetlemişti. “Sakın aprıl (nisan) beşinden camızı ayırır beşinden” atasözü tam tamına nisanın bu fırtınalı gününe uymuştu. Fahri Kaptan, balıkçılar olarak bu günü bildiklerini ve halk takviminde geçen deyişlerin onlar için rehber niteliği taşıdığını eklemişti. Bu yüzden de balığa çıkmayıp böyle bir günde köyde zaman geçirdiklerini söylemişti. Köy halkı geçmişte Rize’den gelip yerleşenlerden oluşuyordu. Neredeyse tamamı balıkçı olan köylüler denizi en iyi bilenlerden olsa da temkinli olmayı elden bırakmamıştı. Köyün bağlı olduğu il İstanbul olsa da kıyısında oldukları deniz Karadeniz’di.

“Burada herkes sintineden yetişmedir. Sintine geminin en alt kısmına denir. Buranın çocuğu geminin en alt kısmından yetişip gelmiştir” dese de Fahri Kaptan, Karadeniz’e kafa tutulmayacağını da öğrenmişti. Gün akşama dönmüştü. Ketendere ve Marmancık Koyu, bir zamanlar Boğaz’ın girişini koruyan eski kaleyle birlikte karanlığa gömülmüştü. İçinde türbe olan tek fener diye bilinen Rumelifeneri ışığını çakmaya başlamıştı. Türbede yatan zat Sarı Saltuk Dede diye bilinen, Boğaz’ın ve balıkçıların manevi korucusuydu. Aslında Sarı Saltuk’un mezarı olarak anılan on iki türbe ve türlü rivayet vardı farklı kentlerde. Tarihte efsanevi bir şahsiyet olarak öne çıkan Sarı Saltuk’un türbesinin fener binasında olduğuna inanan köylüler de bu durumdan haberdardı. Kesinlik olmasa da zatı öyle bilip balığa çıkmadan türbeye gidip dua etmek gelenek haline gelmişti. Rumelifeneri’nin koca kristallerinden yansıyan ışık Boğaz’ın karşı kıyısında bulunan Anadolufeneri’nin ışığıyla bir olup Karadeniz’den gelen gemilere karanlıkta yol göstermeye başlamıştı.

Çakaltepe ve Kabakoz koyları arasında bulunan Anadolufeneri köyü Boğaz’ın bir diğer kapısıydı. Anadolu yakasında Boğaz’la Karadeniz’in kesiştiği yer olan Yon Burnu üzerine kurulu köyde bulunduğum vakit geçen günkü fırtınadan eser yoktu. Karşı kıyıların sırtını oluşturan orman örtüsü Anadolu kıyılarında daha seyrek görünse de tarıma elverişli alanlar iç taraflarda fazlaydı. Riva’ya kadar Anadolululuk daha çok toprakla belli etmişti kendini. Deniz yine kendi halindeydi. Balığa çıkan takalarla, yabancı kıyılardan İstanbul Boğazı’na doğru yol alan koca gemilerle süslüydü. Riva’yla beraber Karadeniz kıyıları yine turistik bir yapıya bürünmüştü.

Doğal güzellikleri ve coğrafi yapısıyla Şile daha çok Ege, Akdeniz kıyılarını andırır. Uzun sahili, doğal plajları, evleri, kaleleri ve irili ufaklı mağaralarıyla ilçe, karşı kıyıda yer alan Kilyos gibi hafızalarda hep tatil yeri olarak kalmış. Balıkçı barınağının da bulunduğu liman bölgesinde sahile çok yakın bir adacıkta yer alan Şile (Ocaklı) Kalesi Cenevizlilerden kalma. Karadeniz kıyı emniyetini sağlayan iki fenerden biri olan Şile Feneri ilçenin simgesi haline gelmiş. Fenerin bulunduğu Balibey Mahallesi’nde tanıştığım Mehmet Koçak ile Şile üzerine konuşmuştuk. Şile’nin yerlisi Koçak, ilçenin en eski mahallesinin Balibey olduğunu ve bu bölgenin halk arasında Karadağlıların yeri olarak bilindiğini anlatmıştı. Limana doğru denize nazır mesire yeri olan yayvan burnun Maşatlık ismiyle anıldığını ve eski Rum mezarlığının da burundan kayalıklara uzayan çalılıkların içinde olduğunu eklemişti. Denizi boyluca gören kayalıkların sakinleri yine ölüler olmuştu.

Şile’den sonra İstanbul’un Karadeniz kıyıları Ağva’da son bulur. İki dere arasına kurulu Ağva diğer kıyı bölgelerinde olduğu gibi geçmişte Rumların yaşadığı bir balıkçı köyüydü. İzmit tarafından gelen Yeşilçay ile Gebze’den gelen Göksu derelerinin Karadeniz’e döküldüğü yerin ortasına kurulu Ağva’da yaşayanlar esasen Türkmenlerden oluşuyor. Türkmenliğe dair eski yaşayış tarzları asırlar öncesinde kalmış. Karadeniz kıyısında yaşamak onları da deniz insanı haline getirmiş. Ağva’da balıkçı barınaklarına uygun koy olmayınca Yeşilçay barınak olarak kullanılagelmiş. Göksu Deresi ise kıyısında pansiyonların, otellerin sıralanmasıyla tatil köyü havasına bürünmüş. Yeşilçay üzerindeki barınaklardan birinin sahibi olan Fuat Aslan’la dere kenarında sohbet etmiştik. Geçmişte uzun yıllar kaptanlık yaptığını, barınağın da o yıllardan kaldığını, şimdi ise daha çok zaman geçirmek için barınağı kullandığını anlatmıştı. Kaptanlık geçmişte kalsa da sohbet denizden açılınca anıları canlanmıştı. Karadeniz’in çıldırdığı günler gelmişti aklına,
“Bu deniz çıldırmayagörsün, dalgalar derelerin içine doğru girerdi. Şu barınaklar sualtında kalırdı. Biz bu denizle ulaşırdık İstanbul’a. O zamanlar yol ne gezer. Çektirmelere yüklenen odunların arasında yolculuk yapardık. Hey gidi İstanbul! Boğaz kıyılarındaki odunlukları bile hatırlarım. Sinop’tan, Cide’den, Kefken’den gelen büyük, ahşap nakliye teknelerindeki yüklerle beraber tüm Karadenizliler kıyıdaki köylere uğraya uğraya İstanbul’un yolunu tutardı.”

Doğuyla batıyı, bir iç denizle sınırı olamayan açık denizleri birleştiren bir kentti İstanbul. Boğaz’ın akıntıları en eski masalları uzak diyarlara taşımıştı tarih boyunca. Cenevizli korsanların, tüccar Vareglerin, Pontusluların, Don Kazaklarının, Anadolu uygarlıklarının sınırlarının sonu, uzak diyarlara açılan yeni yolların başlangıcıydı. Yakın geçmişte Karadeniz’in uzak kıyılarından yola çıkan çektirmelerin, mavnaların, şileplerin, yoldan yoksun kuzey Anadolu köylerinin hem sılası hem de gurbetiydi.

istanbul’un karadeniz kıyıları rehber

Karaburun
İstanbul’un kuzeybatısında, Karadeniz kıyısında yer alan bir köy Karaburun. Arnavutköy ilçesine bağlı köyün en ünlü yapısı köyde bulunan fener. Dünyanın aydınlatma gücü sıralamasında üçüncü büyük feneri olduğu söyleniyor. Fenerin 1860’lı yıllarda Fransızlar tarafından yapıldığı biliniyor. Kıyının batı tarafında köyün arkasına düşen kısımda uzun bir kumsal bulunuyor. Ama genelde insanlar köyün doğusunda kalan kumsalı tercih ediyor. Çünkü bu kumsal güvenlik açısından daha tedbirli. Oysa geride kalan yerin kumu daha güzel. Terkos Gölü bu köye çok yakın. Göle yakın bir tepe olan ve köylülerin Balaban dedikleri yerde manzara görülmeye değer. Bu seyir terasından bakıldığında orman, göl ve deniz art arda geliyor. Balıkçı lokantalarında taze balıklar çoğunlukla yörede toplanan otlardan yapılan mezelerle servis ediliyor.

Kilyos ( Kumköy )
Kemerburgaz’dan Kilyos’a doğru Sarıyer sınırlarına geçince tarihi İstanbul sukemerlerini görürsünüz. Buranın ardından Belgrad Ormanı başlar. Bu yol takip edilmeye değer bir manzaralı tur rotasıdır.  Kilyos yaz aylarında İstanbulluların kaçış noktalarından biridir.  Kilyos Halk Plajı’nın yanı sıra sahil boyunca girişi ücretli beach club adı verilen birçok tesis sıralanıyor. Bölgede konaklama yapılacak küçük oteller de mevcut.

Rumelifeneri
Rumelifeneri’ni ziyaret etmek isteyenler buraya bir tam gün ayırmalı.  Türkiye’nin en büyük balıkçı köylerinden Rumelifeneri, Boğaz’ın kapısı kabul ediliyor. Karadeniz’le İstanbul Boğazı’nın kesiştiği yere kurulu köyde büyük bir liman ve balıkçı barınağı var. Köydeki Rumelifeneri de eski bir yapı. Fenerin ilginç bir özelliği var. İçinde türbe olan tek fener. Türbede fenerin koruyucusu kabul edilen Sarı Saltuk Dede yatıyor. Köyün sakinlerinden Sarı Saltuk Dede ile ilgili pek çok hikâye dinleyebilirsiniz. Fenerin yüksekliği 58 metredir. Köyün meydanında yer alan eski bir çınar ağacının çevresinde üç kahve var. Kahvelerden birinde gençler (daha çok oyun oynamak için), diğerinde orta yaşlılar (balıkçı sohbetleri, havadisler vs. konuşuyorlar) diğerinde ise yaşlılar müdavim. Bu ayrım adeta köyün bir geleneği haline gelmiş. Limandaki Barınak isimli restoran Boğaz’ı ve limanı yüksekten gören bir manzaraya sahip.

Garipçe
Garipçe diğer boğaz ve kıyı köylerine göre daha bakir. Sarıyer ilçesine bağlı olan köy, küçük bir koyun kenarında yer alıyor. Üçüncü köprünün güzergâhında yer alması nedeniyle son yıllarda ziyaretçi akınına uğradı. Toplu taşıma araçlarıyla gitmek isteyenler Hacıosman Metro Durağı’ndan kalkan otobüsle ulaşabilir. Halkın büyük bir kısmı balıkçılık yapıyor. Geçmişte çok fazla film çekimi yapılmış köyde. Köydeki mekânlar mütevazı ve çok fazla seçenek yok.
Tipik bir Karadeniz köyü olan Garipçe’nin içinden tırmanarak bir patikaya ulaşılıyor. Üzerinde bir Bizans gözetleme kulesi kalıntılarının yer aldığı bu patika sizi keyifli bir yürüyüş sonunda Boğaz’ın girişine açılan Büyük Liman’a indirecek. Askeri alan içinde kalan bölgede yer alan kumsal yazın denize girmek için iyi bir alternatif oluşturuyor. Bölgede hiçbir tesis bulunmuyor.

Anadolufeneri
İstanbul’un Beykoz ilçesine bağlı bir köydür Anadolufeneri. Beykoz’dan köye sürekli otobüs seferleri yapılıyor. Buradaki fener Karadeniz’den gelip Boğaz’a girecek gemilere rehberlik eder. Yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki fener 1856’da hizmete girdi. Fenerin çevresi bir süre sonra düzenlenerek halkın ziyaretine açıldı. Köy hâlâ aktif olarak kullanılan çeşmesi, meydanı, kahvesi ve birkaç balıkçı lokantasıyla günübirlik ziyaret için çok güzel bir kaçamak noktasıdır. Köyün 1800’lü yıllarda inşa edilen camisi de görülmeye değerdir. Temmuz ayının ilk haftasında köyde balık festivali düzenleniyor. Festivale katılanlara balık ekmek, yöre otlarından yapılan börekler ve çeşitli yemekler ikram ediliyor. Yaz aylarında köyün sahilinde denize girebilirsiniz.

Şile
Şile gerçekten görülmeye değer bir yer. Karadeniz’den çok Ege havası var. İstanbul’a yaklaşık 70 kilometre. Şile’ye Üsküdar’dan saat başı otobüs kalkıyor. Yazın bu seferler daha sık olabiliyor. Özel araçla Ümraniye Şile otoyolundan kolayca ulaşılabilir.
Sahile yakın denizde kayalıklar var. Kale kalıntısının bulunduğu Tavşan Adası adı verilen yerde restorasyon çalışmaları yapılıyor. Kıyıdaki tepeliklerin altında mağaralar var. Bunlardan en meşhuru Fusa Mağarası. Dar patikalardan bu mağaracıkların bulunduğu koylara inilebiliyor. Denizi de kumu da güzel. Şile’nin kıyı kesiminde Maşatlık denilen bir tepe var. Burada güzel bir park alanı oluşturulmuş. Tepenin yamacında eski gayrimüslim mezarları yer alıyor. Şile feneriyle de meşhur. Şile’nin en görkemli yapısı, 1860 yılında inşa edilen ve Türkiye’nin en büyüğü olan Şile Feneri. Şile Kalesi, Şile evleri, Sarıkavak Kalesi, Heciz Kalesi, Yeşil Vadi, Hanımsuyu Çeşmesi, Osmanlı Hamamı, kilise kalıntısı, vaftiz yeri, lahit ve Papazın Çeşmesi önemli ziyaret noktaları.

Konaklama
Dedeman Şile    216-712 24 24
Değirmen Oteli.    216-710 32 32
Doğa Tatil Köyü.    216-711 20 20
Fener Motel     216- 711 28 24
Grand Şile    216-712 21 22
İskandil Butik Otel    216- 704 17 08
Kuzey Yıldızı      216-712 02 06
Woody Wille    216-727 70 10

Karacaköy
Şile’den Ağva’ya doğru giderken Karacaköy’e de uğrayabilirsiniz. Bu köyde eski Rum evleri görülmeye değer. Kıyıdan biraz içerde yer alan köyden deniz kenarına inilebiliyor. Küçük ve şirin bir kumsalı var.

Ağva
Ağva, Göksu ve Yeşilçay arasındaki deltada kurulu. İstanbul’a yakın oluşu ve doğasıyla tercih edilen tatil mekânlarından biri. İstanbul’a 110 kilometre uzaklıktaki Ağva’ya Ümraniye Şile otoyolundan Kabakoz, İmrenli ve Kurfallı sahil şeridi takip edilerek ulaşılabiliyor. Özel araçla gidilirken, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nü geçtikten sonra Şile Sarıgazi sapağına giriliyor. Şile merkezine vardığınızda Ağva sapağını göreceksiniz. Sapaktan devam edildiğinde Şile çıkışına geliniyor. Buradan iki yol tercih edebilirsiniz. Biri sahil yolu 30 kilometre, diğeri Teke üzerinden 50 kilometre. İstanbul Üsküdar’dan saat başı Şile-Ağva otobüsleri hareket ediyor.
Latince “iki dere arasına kurulmuş köy” anlamına gelen Ağva, eski çağda Venedik ve Cenevizlilerin yerleşim yeriydi. Hitit, Frig, Roma ve Osmanlı devirlerine ait kalıntılara sahip. Gelin Kayası, Saklı Göl, Kilim Koyu, İnkese ve Gürlek Mağaraları, Ağva’nın doğal güzellikleri arasında. Her zaman taze balık yiyebileceğiniz birçok tesisi var. Şilebezi, en çok tercih edilen hediyelik eşya.

Konaklama
Acqua Verde    216-721 71 43
Ağva Himalaya Motel    216-721 83 52
El Rio Motel    216-721 72 80
Greenline    216-721 84 91
Kurfal    216-721 84 93
Paradise    216-721 85 77
Park Mandalin    216- 721 82 05
Piccolo Mondo    216-721 73 79
Riverside Club    216-721 71 33
Tranquilla Nehir Evi    216-721 73 77
Wineport Lodge    216-725 75 25
Yeşilçay Tatil Köyü    216-721 73 48

ATLAS MAYIS 2013/SAYI:242

Foto Galeri

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap