Anasayfa KeşfetDoğa Coğrafya Keşif Ve Maceranın 20 Yılı

Keşif Ve Maceranın 20 Yılı

Atlas, kimi zaman gökyüzünde süzüldü, kimi zaman okyanusların derinlerine indi. Macera, öğrenme ve paylaşma arzusuyla dünyanın ücra köşelerinde arayışa çıktı.

Yazı: Tevfik Taş
ATLAS Nisan 2013/SAYI:241

Kıyılar görünmez olunca yola devam etme cesaretini yitirenler, keşfetme gücünü bilinmez okyanuslara gömmüş olur.
Böyle söylemek çok mu keskin olur bilemiyorum; ancak keşif denen olgunun yüzeyinde durmayıp da biraz içine girince benim karşılaştığım bu olmuştur hep. İnsanların, hayal edebildikleri şeyi yapabileceğine, onu yaşamının içine alabileceklerine ilişkin bir inançla söylüyorum bunları; hayallerinin peşinden gidebilen insanı düşünerek söylüyorum.

Hayal etmek yoldur… İçimizde durmaksızın kıpırdanan şeyin, mevcut bütün koşullardan daha üstün olduğunu düşünme gücümüze dahil ettiğimizde, o harikulade şeylerin keşfedicileri arasına katılabiliriz ancak.

Atlas dergisi 15. yılını kutladığı özel sayısında keşif ve macera bölümünün başına bir mağara dalışını koymuştu. O zaman, “bunca kapsamlı serüven içinde bir mağara dalışının ne önemi olabilir ki” diye düşünmüştüm. Gelgelelim o küçük paragrafı okur okumaz fikrim değişmişti. “Mağara dalışı, tüm sualtı sporları içinde en zoru ve en çok risk taşıyanıdır” diye başlıyor ve şöyle devam ediyordu: “1995 yılında gerçekleştirilen Kars Dive, Atlas’ın o ana dek içinde yer aldığı en önemli keşifti. Ekspedisyon editörü Gökhan Türe ve Zafer Kızılkaya, Amerikalı mağara dalgıçları Todd Kincaid ve Jarold Jablonski ile Toros Dağları’nın eteklerindeki daha önce ulaşılamamış derinliklere indiler. Antalya’nın Kaş ve Finike ilçeleri arasındaki Gök Mağara’da tüplerini uzun saatler sualtında kalmalarını sağlayacak gaz karışımıyla doldurdular. Bu Türkiye için bir ilkti… Ekibin indiği 122 metre derinlik, Gök Mağara’nın Asya’nın en derin mağarası olduğunu ortaya koydu.”

2

Geniş bir ekip Burdur’daki İnsuyu Mağarası’nda araştırmalar yapmış, bilinmeyen derinliklere inmişti. Bu keşif, Atlas’ın 169. sayısında yer aldı.

Şu sözleri akıl defterime yazalı çok zaman olduğu kesin: Zor olduğu vehmiyle yeltenemediğimiz işler, biz cesaret ettiğimizde yitirir bütün zorluğunu… Bu büsbütün doğru mu; hakikaten zor olan iş, biz onunla uğraşınca yitirir mi zorluğunu? Ne ki içerdiği şu doğru bile yetiyor bana: Başlamadan, yüzleşmeden, o işin bize vereceği meşakkati de, hazzı da bilemeyiz.

“Özcan Yüksek ve Cemal Gülas Kuzey Kutbu’na insan gücüyle ulaşan ilk Türkler oldu.” Keşif sadece daha önce kimsenin gitmediği yeri keşfetmekse, bu cümlenin bir değeri yok; ancak keşif aynı zamanda, insanlığın çok az bir kısmının yapabildiği işlerde kendini keşfetmeyi de içeriyorsa, bu yapılan işin anlamıyla bütünleşebilir. O ana kadar bazı insanların psikolojik yardım alarak ve pek çoğunun da köpeklerin taşıdığı kızaklara güvenerek gittiği bir yolu iki arkadaş, 1998 yılının Nisan ayında, Borneo Buz Kampı’ndan Kutup Noktası’na kadar kendi güçleriyle aştılar. Yolculuk tam 11 gün sürdü. Bu yolculukta onlara, bütün bu yolu dünyada ilk kez aşmış iki kişiden biri olan Mikhail Malakov rehberlik etti.
Ünlü romancı Proust söylemişti: “Gerçek keşif yolculuğu, yeni manzaralara yeni gözlerle bakabilmektir.” Usta bir romancının, yazarlığa yeni başlayanlara verebileceği, sükûnet yüklü bir öğüt. Hakan Öge, Hezarfen Ahmet Çelebi efsanesini izleyerek, 1997’de kanat taktı kendine. Fakat Hakan, Hezarfen’den farklı olarak uçmasını sağlayacak yamaç paraşütüne bir de motor taktı. İcat edilen düzenek, fotoğrafçı arkadaşımızı saatlerce gökyüzünde tutabiliyordu ve o “uçağını” istediği gibi yönlendirebiliyordu. Hakan için manzara da yeniydi artık, perspektif de…

“Macte animo! Generose puer, sic itur ad astra.” Latinlerin bu sloganını şöyle çevirebiliriz: “Cesaret soylu evlat! Ancak bu şekilde yıldızlara yükselirsin.” Uğur Uluocak’ın o olağanüstü anısı, bana ve çok arkadaşımıza bu sözü, yeniden, yeniden anımsatıyor. Orada kaybettik onu, Kırgızistan’daki Ala Arça Dağları’nda. Ama bütün cesareti ve yürekliliğiyle bizimle yaşıyor…

Uğur, hemen herkesin “Bir daha da denemez, bundan sonra o dağa gitmez” dediği anda, o dağa yeniden gitmenin planlarını yapıyordu. Bunun en güzel örneği K2 idi. Uğur Uluocak dünyanın en zor zirvesi olan K2’yi iki kez denedi. K2, 1998-99 tırmanış sezonunda hiçbir dağcıya geçit vermemişti… Zirveye çıkmak elbette önemliydi ama Uğur için bundan daha önemlisi tırmanışın, yolun kendisiydi. O diyalektik kavrayışıyla “dağcılık” denen eylemin aslına bakıyordu çünkü; zirveden çok tırmanış çabası, orada elde edilen deneyimler, dağcıların arkadaşlığı, bağlılığı, dağcılıkta önder olmanın vasıfları, insani değerlerin o zor koşullarda yeniden sınanması önemliydi. Zira Atlas’ta yayımlanan ikinci makalenin başlığı “K2, Uğur 0” olmuştu. Uğur’u 2003 yılında yitirdik. K2 söz konusu olunca, Uğur’un söylediği şu sözlerle anımsıyoruz şimdi onu: “Zirvesiz ama başarılı bir tırmanış.”

Zirveyi aramak ama zirveden çok yolu, yordamı, deneyimi aramak… Atlas’ın İskender Iğdır’ı o gencecik yaşamına rağmen, onu tanıyanlara bu enginliği, bu coşkun sükûnet duygusunu vermiştir daima. Onu pek çok insan doğal felaket anlarında tanıdı; deprem zamanlarında yıkıntıların altından insan çıkarmak için canını dişine takan insanların ilk sıralarında yer alıyordu.

İskender, Atlas’ın, harita ve kartografya servisinin kurucusu ve editörüydü. Ancak, o haritaları yalnızca teorik olarak anlamakla yetinmek istemiyordu. Bir yaşam tarzıydı bu, dünyayı algılayış biçimiydi. İskender Iğdır, iyi bir dağcıydı. Yani dağlara hırsıyla bakan değil de, dağı her kıvrımıyla anlamak, yaşamak isteyen bir dağcıydı. 2000 yılının Şubat ayında, Ağrı Dağı’nda geçirdiği kaza sonucu, aramızdan ayrıldığında, bize haritacılığa getirdiği üçboyutlu yeniliklerle birlikte; civa ağırlığında bir hüzün bıraktı. Şimdi, onun göz nurunu taşıyan pek çok harita, kılavuzluk ediyor bize ve Atlas okuyucusuna…
Cesaretle bakmadığımız hiçbir olay, bize umut vermez. Umut etmenin serüveni içindeki salt bekleyiş, umut etmeyi söndürmekten başka işe yaramaz çünkü. Cesaret ve eylem, umut ilkesinin de temel belirleyicisidir… Gökhan Türe ve Zafer Kızılkaya bu kez tüm Avrupa’yı kat eden bir kano etkinliği için kolları sıvamışlardı… Onlar, yeryüzünde nehirlerin ve denizlerin kirletilmesini, kendi kavrayışları ve etkinlik alanlarına uygun olarak yeniden gündeme getirmek istiyorlardı. Güzergâhta bulunan yerleşimleri, coğrafya adlarını saymak bile başlı başına bir iştir; ancak biz şöyle özetleyebiliriz: Kuzey Denizi’nden Marmara Denizi’ne, Hollanda’dan İstanbul’a Ren, Main ve Tuna nehirlerinde kürek çektiler.

Hüseyin Ürkmez, Atlas’a “Kürekle, İstanbul’dan Dalyan’a gideceğim” dediğinden birkaç gün sonra hazırlıklarını tamamlamıştı. Ancak onun Bakırköy açıklarından yola çıkacağı gün, hava denizciler için “kötü”ydü. O, yola koyulmayı aklına koymuştu ve öyle de oldu; 4 Ağustos 1999’da başladığı yolculuk, 2 Ekim 1999’da Dalyan İztuzu sahilinde sona erdi.
Tuz… Ne çok konuşulan bir sözcük… Tuz üzerinden de dünya ikiye ayrılmış durumda: Laboratuvarlarda üretilen ve doğadan elde edilen… Ali Murat Atay, doğadan elde edilen tuzun bir kesitinin izlediği yolu aşmaya karar verdi. Mali’nin kuzeyindeki Taoudenni tuz yataklarından yola çıkan kervana, Araouane’den katıldı. Deve kervanı tam 260 kilometre yolu aşacaktı. Bu ilk bakışta hiç de önemli değildi. Ancak bütün bu yol çöldü. Bu koşullarda yol alan kervanla Atay bütün bu mesafeyi yürüdü. Bu maceranın bizlere kazandırdığıysa bambaşka bir şeydi. Hemen herkes, “çöl” dendiğinde, zorluk ve sıkıcılık arası bir duyguya girer; oysa Ali Murat’ın getirdiği fotoğraflar, dehşetli bir aksiyonun, olağanüstü renklerin görünümleriydi.

Zafer Kızılkaya, Atlas’ın “sualtı muhabiri”dir. Onun sualtından çektiği fotoğraflar, bilim dünyasının pek çok yeni türü tanımasını; bazı türlerin bilinmeyen davranışlarını anlamasını sağlıyor. İlkini 2001 yılında gerçekleştirdiği Filipinler röportajı sade bilinmeyen türleri değil, Asya’nın tehlike altındaki eşi benzeri olmayan resiflerine de dikkatleri çekti.

Zafer’in objektifinden bize yansıyan bir çalışma daha: Alanlarında çok önemli çalışmalara imza atmış yirmi denizbilimci, 2006’da yüzen bir laboratuvarla Büyük Okyanus’ta daha önce hiç araştırılmamış atöl ve resifleri incelemeye başladı. Line Adaları’ndaki bu çalışma, yalnızca Atlas okuyucularına değil, konuya yer veren her alana Kızılkaya’nın objektifinden ulaştı, çünkü konunun fotoğrafçısı oydu. Bütün bu çalışmalar, okyanusun, bilim dünyasının o güne dek bildiğinden, düşündüğünden çok daha farklı olduğunu gösteriyordu.

Hakkâri’deki Cilo Dağları, 4 bin 135 metreyle Türkiye’nin ikinci yüksek zirvesiydi. Ne var ki uzun ama çok uzun yıllar yasağın gölgesindeydi. Uğur Uluocak ve ekibi Haldun Ülkenli, Alper Işın Duran 18 yıl boyunca kimsenin barışçıl koşullarda uğramadığı Cilo’ya ve o güne dek kimsenin tırmanmadığı batı duvarından tırmandı. Zirvedeki kulenin adı “Cafer Kulesi”ydi ve ekip yeryüzünün o coğrafyasını yakan ağustos sıcağında o kulede üşüyordu…

“Audere est facere.” Latinlerin bu sözü “Cesaret etmek, yapmaktır” biçiminde çevrilebilir. Halim Diker, doğanın daha vahşi olduğu coğrafyalara uzandı; yalnız bir kurt gibi, sakin ve sade keşiflere çıktı. Atlas’ta onun serüvenlerinden biri şu özetle verildi: “Gecelerce bekledi. Soğuğa, kara, tipiye aldırmadı. Sonunda, bir gece on kurtla göz göze geldi. Sonraki günlerde kurtlar onu kabullendi. Özellikle de on birinci kurt. Halim Diker, Kars’ın Sarıkamış kasabası çevresindeki ormanlarda kurtları izledi.” Halim, 2004 yılında Eruh (Siirt) yakınlarındaki meşe ormanlarına daldı. Yıllardır süren çatışmalar, bölgede pek çok alanı girilmez hale getirmişti. Ancak en ufak bir çatlak bile doğaya düşkün olanların oralara girmesine yetiyordu. Halim objektifini bu kez yılardır insan yüzü görmemiş sırtlara çevirdi. Yırtıcı kuşlar, dağ çiçekleri, “tehlike” sayılan karakulaklar artık yalnız kâşifin etrafındaydı.

Altınbeşik Mağarası’nı 1966 yılında “mağaracılığın duayeni” dediğimiz Temuçin Aygen keşfetmişti. Yerli, yabancı pek çok mağaracının araştırdığı bu mağaranın daha derin anlaşılması için genç mağaracıların oraya yeniden gitmesi gerekiyordu. Mağaranın, ışık görmeyen derinlikleri, 2003 yılında, Mağara Dalışı ve Araştırmaları Grubu’nun (MADAG) fenerleriyle yeniden aydınlanıyor ve o güne dek planlarda kesik kesik görünen çizgileri bir bütün olarak görmemizi sağlıyordu. Ali Ethem Keskin’in objektifinden bize ulaşan fotoğraflar, hem mağaranın o güne dek verdiği dipsizlik duygusunu bir kat daha büyütüyor, hem de görünmezi görünür kılıyordu.

Şimdi bu satırları yazarken de düşünüyorum, kadınların zirveye çıkması neden bir haberin, bir makalenin özel bir olgusuna dönüşür? İyi ayrımcılık mı diyeceğiz buna, yoksa dilin mantığına yerleşmiş alışkanlık mı? Serhan Poçan’ın liderliğinde Bora Maviş, Burçak Özoğlu Poçan, Eylem Elif Maviş, Hakan Kocakulak, Haldun Ülkenli, Meltem Çolak Özmine, Mustafa Cihan, Serhan Poçan, Serkan Girgin, Soner Büyükatalay, Suna Yılmaz 2006 yılında, iki grup halinde Everest’in zirvesine tırmandı. Fakat haberlerin sunuluşunda “kadın dağcılara” daima özel bir vurgu yapıldı. Ve kadın dağcılar bu etkinlikten döndükten sonra bu özel vurguyu değiştirmeye, spor alanının kendisine, takım ruhuna vurgu yaptılar. Bu tırmanışın fotoğrafı, çok doğal olarak Atlas’ın kapağına yansıdı ve bu tırmanış o yıl, dünyada en başarılı etkinlikler arasında yer aldı.

Ayşegül Birand, Doğu Himalayalar’ın eteklerinde iki yıl geçirdi. Bu iki yıl, bilim dünyasının tropikal yağmur ormanlarının ağaçlarını yeniden değerlendirmesine büyük bir katkı oldu. Çünkü o zamana kadar ağaçların üst dallarının arasında yaşayan, ağaç tepelerini sığınak haline getirmiş minik canlılar, dünyada yaşayan türler aritmetiğinde henüz yerlerini almamıştır. Bu minik canlıların keşfedilmesi, dünyadaki tür sayısının tahmin edilenin 15-20 kat üzerinde olduğunu gösterdi. Biyolog Ayşegül Birand, Atlas okurlarının karşısına üç yıl sonra Kosta Rika Yağmur Ormanları’nda derlediği verilerle çıktı.

Selcen Küçüküstel, bisikletine atlayarak kendi içindeki Kafdağı’nı aramaya çıktığında, neler bulacağını biliyor muydu? Bu sorunun yanıtını ona bırakmalıyız. Ancak bize bilmediğimiz masallar derleyen bu bisikletli kâşife Tibetli bir lama (rahip) diyor ki: “Bizim masallarımızın kahramanlarının bir hedefi, amacı yoktur. Bir hırsın peşinde koşmazlar.”
Selcen, bize Dukhaların yaşamını taşıyarak olağanüstü bir armağan verdi. Atlas’a, Kasım 2012’de “Kayıp Türkler”i taşıdı. Yani hiçbir hegemonyayı sevmeyen, mülkiyetten uzak durdukları için sürekli bir barışı yaşayan, besledikleri rengeyiklerinin sütüyle beslenen, ormandaki bir ağacı keserken onun ruhundan özür dileyen, nehir kirlenmesin diye elini nehirde yıkamayan Dukhaların yaşamını…

Disiplinlere bölünmüş bir dünyada keşif, macera, kültür, sanat birer ayrı başlık; birbirinden kopuk birer dünya gibi algılanır… Gelin şimdi siz Dukhalara giden gönlün yaptığını ayırın, ayırabilirseniz…

Keşfetmek için bakmak… Ama evrensel cevherin, saf bilincin, yani ruhun gözüyle… İşte o zaman kat ettiği yollardan sonra insan kendine; sahici ruhuna döner ve ruhun kendisi olduğunu keşfeder.

Ve bütün bu sonsuz serüvenler, baş döndürücü hızlardan, debdebelerden kopartılıp alınan keşifler, hazlar, görgüler, dünyalar bana şunu söylemekten kendimi alamayacağım duygusu veriyor: Keşfetmek aramaktır.

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap