Yılan bile toprağı gıdım gıdım yermiş, kendinden sonraki canlıları düşündüğü için. Böyle düşünürdü eskiler. Oysa özellikle son 20 yıldır… Önce içimizdeki ormanlar kesildi, doğamızdan gelen fikirlere barajlar kuruldu ve sonra da dışımızdaki doğa yağmalandı.
Yazı: Güven Eken
ATLAS Nisan 2013/SAYI:241
İzmir-Seferihisar’ın Orhanlı köyünde, bir şantiyedeyim. Burası, Doğa Okulu. Orhanlı köylüleri, Seferihisar Belediyesi’nin çalışanları ve Doğa Derneği’nin gönüllüleri omuz omuza vermiş tarihi 100 yıl öncesine uzanan bir taş binanın restorasyonunu yapıyor.
Uçurumun eşiğindeki taş bina yüzünü yumuşak hatlı, çam ormanlarıyla çevrili bir vadiye dönmüş. Ormanın alt kuşağında yüzlerce yıllık zeytinlikler uzanıyor. Zeytinliklerin hemen altına bağlar ve tarlalar serpişmiş. Aralarında irili ufaklı bağ evleri… Taş binanın arkasında ise adı eskiden Manasır olan tarihi Orhanlı yerleşimi durup duruyor.
Doğa Okulu’nun şantiyesinde çalışan Galip Ener bu köyde doğup büyümüş. Ailesinin de bilinen tüm kuşakları buralı. Galip’in ninesi, dedesi, onun ninesi, dedesi, onların nineleri ve dedeleri bu vadiyi santim santim işlemiş. Binlerce yıllık meşe ağaçlarını, ormanı korumuş, deliceleri aşılayıp zeytin üretmiş, balkanda, meralarda keçi otlatmış, taş ve kerpiçten birbirinden güzel mimari eserler vermiş. Düğün meydanlarında zeybek dönmüş.
Galip Ener şunları anlatıyor: “Pek çok insan artık köylerden gitmek istiyor. Köye sığmıyor. Daha fazlasını istediği için şehirlere taşınıyor, köyünden ve doğasından kopuyor. Oysa rahmetli ninem, ‘Yılan bile toprağı gıdım gıdım yermiş’ derdi. Sordum neden diye… Cevap olarak ‘Kendinden sonraki canlıları düşündüğünden dolayı’ dedi. Eğer ki bunları düşünmezse, kendi neslinin yok olacağını biliyor.”
Galip’in hikâyesi aslında tüm Anadolu ve dünyanın bir aynası. Uzun zamandır, özellikle de son 20 yıldır dünyanın her yerinde insan doğadan, doğa da insandan kopuyor. İnsanın kendi içindeki doğadan başlayıp kökleriyle atomlara, dallarıyla tüm canlılara ve evrene kadar uzanan bir kopuş… Belki de bir atom bombası da insanın doğasına atıldı ama haberimiz yok!
İşte bu nedenle doğanın son 20 yılı yerine, insanın köklerinden ve öteki canlardan neden koptuğunu konuşsak olan biteni daha iyi anlayacağız sanırım.
Son 20 yılda dünya nüfusu yüzde 32, Türkiye nüfusu ise yüzde 34 arttı. Başka bir deyişle, 2,5 milyon yılda ulaşabildiğimiz nüfusun yarısına sadece 20 yılda ulaştık! Bunca insan nerede oturur, ne yer, ne içer, nasıl ısınır? Hele bir de bu insanlar artık daha fazla yolculuk yapıyor, daha çok tüketiyorsa, bunun bedelini kim öder? Öyle ya, dünyanın sınırları belli olduğuna göre, birilerinin kapladığı yer artarken, başkalarının yeri daralmalı.
Son 20 yılda insanlığın büyüyen kaplama alanının bedelini en fazla, adı insan diliyle konmamış canlılar ödedi. Uluslararası Doğa Koruma Kuruluşu’nun verilerine göre yaşadığımız çağda her 20 dakikada bir canlı türünün nesli tükeniyor. Bu sayı, canlıların doğadaki yok oluş hızından tam bin kat daha fazla. Görünen o ki insan türü tek başına dinozorların neslini tüketen “meteor yağmurlarından” bile daha etkili.
Bir yandan, mikro âlemde canlılar hızla yok olurken, dünyayı saran atmosfer de bu olumsuz gidişattan payını alıyor. Önümüzdeki 20 yılda dünyanın neredeyse bir derece daha ısınacağına artık kesin bakılıyor. Birleşmiş Milletler’e üye devletler, Haziran 2012’de Brezilya’da Rio+20 Konferası’nda küresel ısınma ve doğanın yok oluşuna karşı bir araya geldi. Lakin 10 günlük konferansta hiçbir anlaşmaya varılmadan evlerine geri döndüler. Gezegeni savunan tüm tavsiyeler ise buruşturulup atılarak kâğıt çöp gibi geri dönüştürüldü.
İnsanlık tarihinde sayıca en fazla savaş da son 20 yılda gerçekleşti. Dünyanın farklı yerlerinde, özellikle de bugünün anlayışına göre “fakir” ülkelerde 45’ten çok savaş yaşandı. Yaklaşık 4 milyon insan savaş nedeniyle öldü. Bu savaş, aslında daha büyük bir savaşın, insanın doğaya açtığı savaşın görünen yüzüydü. Buzdağının altında ise devletlerin aldığı kararlar nedeniyle canını kaybeden milyarlarca canlı ve yerle bir edilen doğal alanlar var. Geçtiğimiz 20 yılda insanlık yaklaşık iki Türkiye büyüklüğünde doğal orman alanını kesti. Bunların büyük kısmı el değmemiş yağmur ormanları, yani dünyadaki yaşamın ana rahmi.
Toprağı, suyu ve tüm canlıları alıp satan bir dünya kurgusu. Bu öyle bir proje ki, sonu baştan belli. Herkes bir ABD vatandaşı kadar kalkınsa, en azından üç dünya daha lazım. Çünkü bir ABD’li gibi yaşadığımızda ancak dört dünyaya sığabiliyoruz. Elimizde üç dünya daha var mı? Yok. Öyleyse nasıl kalkınacağız? Yanıt basit, ama acı: Başka insanların ve doğanın hakkını elinden alarak. Kadınların, yoksulların, kırsal toplumların, insan icadı bir dil bilmeyen öteki canlıların, kısaca doğanın yaşama hakkını yok sayarak. Oysa hak parçalanmaz bütündür. Bir karıncanın hakkını çiğneyerek, bir dünya savaşı başlatabilirsiniz. Bugün yaşadığımız gibi.
Haksızlık varsa, elbette haksızlığa karşı duranlar da oluyor. Son 20 yılda “doğa ananın” da hakları olduğu modern toplumlar tarafından ilk defa tartışıldı. Anadolu ve dünyanın başka yerlerindeki kadim toplumların binlerce yıldır zaten sahip olduğu bu bilgi, derindeki ama sağlam köklerinden filizlenip yeniden gün yüzüne çıktı. Ekvador ve Bolivya doğa haklarını tanıyan ilk devletler oldu. Bolivya bu konuda Birleşmiş Milletler’e bir de “Doğa Ana Hakları Beyannamesi” taslağı sundu. Görünen o ki, yakın gelecekte bir doğa hukuku oluşacak ve doğanın seri katilliği bir suç olarak tanımlanacak. Belki de devletler, doğa soykırımları için dünyadan özür dilemek zorunda kalacak.
Adı henüz konmamış olsa da, Türkiye insanları da doğanın hakları için ayağa kalktı. Bir dönem Hasankeyf’le ete kemiğe bürünen bu tepki, Yaşar Kemal’i, Tarkan’ı, Sezen Aksu’yu ve pek çok başka değerli insanı da içine alarak dalga dalga büyüdü. 2011 ilkbaharında, Anadolu’nun 11 köşesinden binlerce insan, doğanın haklarının korunması talebiyle 40 gün boyunca Ankara’ya yürüdü. Eşekleri, atları ve doğa vicdanıyla, “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyerek…
Hasankeyf ve Dicle’nin 50 yıl önce çizilen kaderi, son 10 yılda Anadolu’nun ve dünyanın tüm nehirlerine sıçradı. Sayısı 2 binden fazla HES ve baraj için Anadolu nehir ve dereleri özel sektöre satıldı. Vitrini enerji üretmek olan bu girişim, özünde suyun parsellenmesini hedefliyordu. Karadeniz başta olmak üzere, köylünün HES salgınına tepkisi çok büyük oldu. Rizeli Kazım Delal, vadisindeki HES’e karşı açtığı davanın masraflarını ödemek için ineğini sattı. Çayeli Senoz Vadisi’nden Sinan Akçal ile seksenlik annesi İlmiye Akçal, iş makinelerini ellerindeki nacak ve sopalarla kovaladı. Erzurum Tortum’un köylüleri çoluk çocuk, genç ihtiyar, kadın erkek, derelerini talan eden makinelerin üzerine yattı. Muğla Yuvarlakçay köylüleri suyun başında aylarca nöbet tuttu. Fındıklı halkı HES şirketinin vadilerine adım atmasına dahi izin vermedi. Kastamonu Loç Vadisi, deresini savunmak için sarıyazma isyanı başlattı.
Anadolu insanı yok olanın sadece doğa değil, aynı zamanda kökleri olduğunun çok iyi ayırdındaydı. Lakin, toprağın ve suyun uzağında yaşanan düzen, olan biteni yalnızca bir çevre felaketi olarak gösterdi. Şehirlerdeki hızlı yaşamın karmaşası içinde yerkürenin yıkımını bir grup çevrecinin muhalefeti olarak algılamak çok da zor değildi. Oysa kaybedilen doğanın milyonlarca, insanlığın ise binlerce yıllık belleğiydi. Nasıl olsa o belleğin yerine okul ve dershanelerdeki ezber bilgiler geçiyordu. Bir gecede kaydedilen, çoktan seçilen, sonra da unutulan ölü bilgiler… Belki de doğanın yıkımı önce insanın içindeki doğadan başlıyordu. Önce içimizdeki ormanlar kesiliyor, sonra doğamızdan gelen fikirlere baraj kuruluyor, sonra da dışımızdaki doğa yağmalanıyordu. Öyle ya, birkaç milyon yaşındaki Dicle’yi ve UNESCO’nun 10 Dünya Mirası kriterinden dokuzunu sağlayan Hasankeyf’i ancak içindeki doğa tümüyle ölmüş bir insan sular altında bırakabilir.
İnsanın bu yıkıcılığı iki ucu keskin bıçak gibi kendini de kesmeye başladı. Çernobil’in ardından patlayan Fukuşima, tüm dünyaya radyasyon yayan nükleer atıklar insanlığın elinde patlayan bir bombaya dönüştü. Tarımsal üretimi “verimli” hale getirebilmek için kimyasal girdilere, yapay ilaçlara ve hatta genleri ile oynanan sebze ve meyvelere kadar uzanan çarpık ziraat endüstrisi, bir eliyle insanları doyururken, öbür eliyle toplumun sağlığını elinden aldı. Gerze ve Amasra’nın termik santrallara karşı ayaklanışı, bir halkın “elektrik değil, nefes istiyorum” demesiydi. Gerze ve Amasra’ya göre insanın nefes alma hakkının dahi elinden alınması, santral bacasına filtre takılarak çözülecek bir mesele değildi. Sonunda insanlığın yıkıcı yüzü doğayı nasıl ele geçiriyorsa, kanser de insan bedenini işgal etmeye başladı.
Hızın sonucu hastalık ise çözüm yavaşlamak diyen milyonlarca insan, son 20 yılda dünyanın en geniş sivil ağlarından birini kurdu. “Fast food” kültürüne tepki olarak ortaya konan “Slow Food” (Yavaş Yemek) düşüncesi, zaman içinde yaşamın tüm alanlarına sirayet ederek farklı bir kültüre can verdi. Türkiye’de Seferihisar’da doğan Citta Slow (Sakin Şehir) hareketi, yavaş yaşamın Seferihisar Belediyesi gibi yerel yönetimler tarafından da benimsendiği ilk girişim oldu. Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, geçtiğimiz 10 yılda büyükşehirlerin ekolojik yaşama dokunabileceği bir dizi arayüz kurdu. Ekolojik pazaryerleri ve Tatuta (tarım turizm takası) çiftlikleri bunların başında geliyor.
Tüm bunlar olup biterken Anadolu ve Trakya doğası tarih boyunca görmediği bir yıkımın içinden geçti. Son 20 yılda Anadolu’nun sulak alanlarının yarıdan çoğu, yani Marmara Denizi kadar bir alan kurudu. Türkiye’nin ikinci büyük gölü Tuz Gölü’nden, Nasrettin Hoca’nın maya çaldığı Akşehir Gölü’ne kadar uzanan yaklaşık 20 göl ve sulak alan tümüyle veya büyük oranda kaybedildi. Burdur Gölü’nün en az üçte biri insan eliyle kurutuldu. Kâğıt üzerinde yeni koruma alanları ilan edilse de, bu alanlar gerçekte tüm zenginliğini yitirdi. Göllerin su hakkını elinden alan baraj ve kurutma projeleri, Orta Anadolu başta olmak üzerin tüm coğrafyayı saran kuraklığın motoru oldu. 2010 yılında gelindiğinde, adı tabiatı koruma kanunu olan, lakin özü itibariyle tüm koruma alanlarını işlevsiz kılan yeni bir kanun taslağı Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldi. Sivil toplumun yoğun protestoları sonucunda kanun hâlâ kabul edilmedi.
Doğa Derneği, 2006 yılında yayınladığı “Türkiye’nin Önemli Doğa Alanları” envanteri ile dünyada ilk defa bir ülkenin zenginliğini sistematik olarak ortaya koydu. Türkiye’nin yaklaşık dörtte birini kaplayan 305 alan, dünyanın başka hiçbir yerinde bulunmayan en az 3 bin 500 canlı türüne ev sahipliği yapıyor. Envantere göre, Anadolu doğası son 20 yılda tarih boyunca gördüğü zararın en az iki katını görmüştü. HES, baraj ve kurutma projeleri, canlı türlerinin yok oluş nedenleri arasında açık arayla birinci sıradaydı. Tüm bu kayıplara rağmen, yapılan bilimsel çalışmalar Anadolu’nun dünyadaki 35 sıcak bölgeden üçünün birbirine değdiği çok nadir bölgelerden biri olduğunu gösterdi.
Anadolu’nun zengin doğasındaki eksilmeye verilen tepkiler, sadece protestolarla sınırlı kalmadı. Alakır Nehri Kardeşliği, tüm dünya elektrik enerjisi için birbiriyle savaşırken Antalya Bey Dağları’nda sekiz yıl boyunca kendi isteği ile elektrik kullanmadan yaşadı ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu anlattı. Alakır’dan serpilen tohumlar zaman içinde Anadolu’nun farklı yerlerine yayıldı ve çok sayıda bağımsız grup doğayla bir olabilmek için kendi yaşamını ortaya koydu.
Atlas dergisi, 20 yıl boyunca sadece yayıncılık yapmadı, aynı zamanda doğaya sadakatin bir sembolü oldu. Yeşil Atlas dergisi, Hasankeyf’e Sadakat Treni, İzmir Kuşlara Mezar Olmasın Kampanyası, Sıfır Yok Oluş ve daha pek çok çalışmayla, kendi köklerini korumak için okurlarını ve tüm Türkiye’yi harekete geçirdi.
Atılan bu adımlar, doğadan hızla kopan insanların sayısını dengelemek için elbette yeterli olmadı. 2010 yılında, insanlık tarihinde ilk defa dünyanın köy ve şehir nüfusu birbirine eşitlendi ve şehirlerde yaşayanların sayısı öne geçti. Türkiye ise yürütülen keskin politika sonucunda kırsal nüfusunun yaklaşık yarısını sadece 20 yılda kaybetti. İstanbul’u daha da devleştiren üçüncü köprü ve üçüncü havaalanı bu politikanın taşıyıcı direkleriydi. Son dönemde ortaya atılan “Çılgın Proje” ise, adı üstünde, Anadolu’yu insansızlaştırma çılgınlığının mührü oldu.
Şimdi sorabilirsiniz… Hangisi? Doğayı yok eden hangisi? Termik santrallar mı, HES’ler mi, yoksa nükleer teknoloji mi, öteki şeyler mi? Yanıtı dünyayı masalların kurtaracağını savunan Atlas’ın Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek veriyor: “Hiçbiri. Bunların hepsi aslında birer sonuç. Asıl neden, insanın insanla arasındaki iyiliğe dayalı ilişkinin bozulmuş olması, insanlar arasındaki kıyasıya rekabet. İyiliğe dayalı ilişkileri yaşatmadan, doğayı da yaşatamayız. İşte bu nedenle masalların sonunda hep iyilik kazanır. Masallar anlatılmaya devam ettikçe, doğa da var olacak.”
Uçurumun eşiğinden vadiye bakarken Orhanlı köylüsü Galip Ener’in sözlerini dinlemeye devam ediyorum; “İnsanoğlu da böyle… Yılanlardan farklı değil. Kendi ihtiyacı kadar kullanırsa ve her zaman kendinden sonraki nesli düşünürse, doğaya zarar vermeden yaşarsa, ne kanser kalır ne de savaş. Bu yüzden bu çalışmaya, Doğa Okulu’na, buradan başladık. Köyümüzden, kendimizden… İnsan köyde her canlının sesini duyabiliyor, kültürünü ve kardeşliğini bu şekilde yaşatıyor. Son olarak şunu söylemek istiyorum. Her insan doğaya yakın yaşamalı ki, yaşayabilsin”.
Doğanın 20 yılı… Milyarlarca yıllık bir hikâyenin ne sonu, ne de başı. Sadece kısacık bir ânı. İçinde olup bitenden tüm canlıların sorumlu olduğu, kısa ama belirleyici bir an. Bundan önceki 20 yıl gibi, bundan sonraki 20 yıldan da sorumluyuz. Üstelik sorumluluğumuz, fikirlerimiz kadar, nasıl yaşadığımızla da ilgili. Pir Sultan’ın dediği gibi: “Demirin üstünde karınca izi/ Karanlık gecede görsün de gelsin…”