Geçen hafta, Avrupa’nın en küçük ülkelerinden biri olan Lüksemburg’a gittim. Bunca yıldır çevresinde dönüp durmuş ama oraya gitmek aklımın ucundan bile geçmemişti.
Haber: Mehmet Yaşin
ATLAS KASIM 2013/SAYI:248
Sınırı geçmek için sağlam bir neden bulamamıştım. Bu sefer THY’nin direkt uçuşunu bahane edip iki günlüğüne soluğu orada aldım.
Ülkeyi keşfetmek için iki gün yetti. Örneğin başkent Lüksemburg’u yarım günde gezip bitirdim. Çünkü kent, merkezdeki derin vadinin çevresinde kurulmuştu. Yüksekçe bir yerden bakınca her yer görülüyordu. Rehberim bütün ülke tarihini, uçurumun kenarından göstere göstere özetledi. Sonra dolambaçlı yoldan vadinin tabanına indim; dik merdivenlerden soluk soluğa tekrar yukarı çıktım. Army Meydanı’ndaki kahvelerden birinde, geleni geçeni seyredince her şeyi kavradım: Lüksemburg yemyeşil, tertemiz, stressiz, güzel, derli toplu, refah toplumu olduğunun izlerini gözler önüne seren, mutlu insanlar diyarıydı.
Daha çok Avrupa Birliği’nin çelik ve camdan yapılmış binalarının yer aldığı modern bölümü ise bir koşu gezip bitirdim. Burası kentin merkezi kadar etkilemedi beni.
Lüksemburg iki günde keşfedilecek kadar küçüktü ama zenginliği beni kıskandırıyordu. Burada kişi başına düşen milli gelir, 90 bin doları geçiyordu. Yani bu konuda dünya birincisiydi. Bir de çok dilli bir ülkeydi Lüksemburg. Kahvede otururken etrafımda uçuşan yabancı kelime çokluğu beni şaşkına çeviriyordu. Ülkede üç resmi dil vardı. Lüksemburgca konuşuyorlar, Fransızca yazışıyorlar, Almanca dua ediyorlardı. Yani herkes üç dil biliyordu. Buna İngilizceyi de eklemek gerekiyor. Çünkü otobüs şoförleri bile İngilizce biliyorlardı. Ülkenin yüzde 30’u da bu dillere ilaveten Portekizce ve İtalyanca konuşuyor. Çünkü ülke nüfusunun yüzde 30’unu, bu ülkelerden gelen göçmenler oluşturuyor.
Lüksemburg’un beni çeken yanı dildeki, nüfustaki ve doğadaki çok renkliliği oldu. Sarayın karşısındaki bir lokantada otururken gördüğüm kapıda nöbet tutan zenci asker, bu renkliliğin en güzel örneklerinden biriydi. Tüm bu görüntüleri kıskanıyordum. Çünkü benim ülkem, her geçen gün giderek tek renge dönüyordu.
Bu küçücük ülkenin bir çelik krallığı olduğunu da kiraz rakısı içerken öğrendim. Barmene, İstanbul’un büyüklüğünü anlatarak övünmek isterken o bana Dubai’deki, dünyanın en yüksek binasının tüm çeliklerinin Lüksemburg’dan gittiğini söyledi. Hemen ardından da, New York’ta “İkiz Kuleler”in yerine yapılan, New York’un en yüksek binası Özgürlük Kulesi’nin tüm çeliklerinin de kendi ülkesinden alındığını araya sıkıştırdı. Bunun üzerine İstanbul’un kuru kalabalığı ile övünmekten vazgeçtim.
Parlamentonun karşısındaki Press Cafe’de yemek yerken, yan masada oturan üç kişinin bakan olduğunu öğrenince kıskançlık damarlarım bir kez daha kabardı. Korumasız, özel kalemsiz, herhangi bir vatandaş gibi sıradan bir yemek yiyorlardı. Ülkemde hiç rastlamadığım bir görüntüydü bu.