Anasayfa Gündem Yeni çağın kaşifleri: Virüs Avcıları

Yeni çağın kaşifleri: Virüs Avcıları

Özge Çolak

Gezegenin bir yerlerinde henüz tanışmadığımız bir virüs bizi bulmadan önce, biz onu bulabilir miyiz? Bilim insanlarını doğada virüs avına çıkaran bu sorunun ardında, virüslerle acı dolu tarihimiz yatıyor.

YAZI: CEMAL TUNÇDEMİR

1976 yılında Zaire’nin (bugünkü adıyla Kongo) kuzeyindeki ormanlık bölgede bir salgın başladı. Başta sıtma sanıldı, ama hastalar tedaviye yanıt vermiyordu. Bölgede hastalık kapıp ölen Belçikalı bir rahibeden alınan kan örneklerinin bulunduğu iki küçük cam tüp, Belçika’nın Antwerp kentinde bulunan Tropik Tıp Enstitüsü’ne gönderildi. O günlerde bu tür nakillerde sıkça kullanılan bir yöntemle; ticari bir uçakla ve normal el valizi içinde… Tüplerden biri yolda kırılacak ve laboratuvardaki 27 yaşındaki genç doktor heyecanla çantayı açtığında kanla temas edecekti. Sonradan karşısındaki virüsün ne kadar ölümcül olduğunu öğrendiğinde, şansının çok yaver gittiğini anlayacaktı. (En üstteki fotoğraf: Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) araştırmacıları, Uganda’daki Kraliçe Elizabeth Ulusal Parkı’ndaki Yarasa Mağarası’nda yakaladıkları 20 yarasaya küçük GPS aletleri takarak, uçuş rotalarını tespit etmek ve böylece insanlara Marburg virüsünü ne yolla bulaştırmış olabileceklerini araştırıyor. BONNIE JO MOUNT/THE WASHINGTON POST VIA GETTY IMAGES)

Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) ve Zaireli bilim insanları, tam koruma sağlayan özel kıyafetler içinde, Kikwit bölgesinde hayvanlardan alınan örnekleri inceliyor (1995). (SMITH COLLECTION/GADO/GETTY IMAGES)

Kan örneği iki sebeple Antwerp’e gönderilmişti. Öncelikle, Antwerp Tropik Tıp Enstitüsü o günlerde dünyanın tropik hastalıklar konusunda en yetkin merkezlerinden biriydi. İkinci neden, Zaire’nin, 1960’ta bağımsızlığını elde edene kadar Belçika’nın sömürgesi olmasıydı. Yani bilimsel, kültürel, ekonomik ilişkiler hâlâ çok güçlüydü ve ülkede birçok Belçikalı misyoner yaşıyordu. Bu misyonerlerin önemli bir kısmı da Flaman bölgesinden çıkıyordu. Şehrin misyoner yetiştirme geleneği, burada büyüyen çocuklar için uzakları çekici hale getiriyordu. O çocuklardan biri de Kongo’nun bağımsızlığı sırasında 11 yaşında olan Peter Piot’ydu. Tek hayali, “dünyanın en sıkıcı yeri” olarak gördüğü Flaman bölgesinden bir gün gitmekti. Maceraya açılmak, dünyayı görmek, kâşif olmak istiyordu. Ancak dünyada geriye keşfedilecek pek bir şey kalmamış olması canını sıkmıyor değildi. Keşif merakı en sonunda onu tıbba yönlendirdi. Doktor oldu ve uzmanlık alanı olarak mikrobiyolojiyi seçti.

Kikwit Hastanesi’nde bir Ebola hastası kan veriyor. Yıl, 1995. (PATRICK ROBERT/SYGMA/CORBIS/SYGMA VIA GETTY IMAGES)

Genç bir alan olan mikrobiyolojinin temelleri 19’uncu yüzyılın sonlarında aşı geliştirme çabalarıyla atılmış ve 20’nci yüzyılın ortalarına kadar birçok tıbbi keşfin merkezinde yer almıştı. 1967’ye gelindiğinde, dönemin ABD sağlık bakanı William Stewart “bulaşıcı hastalıklar defterini kapatmanın zamanı geldi” diye gururla açıklama yapıyordu hatta. Batı dünyasında çocuk felci, tifo, kolera ve kızamık tarih olmuştu. Savaşlardan bile fazla sayıda insanı öldüren çiçek hastalığı da çok geçmeden listeye eklenecekti. İşte bu “apaçık gerçek”ten dolayı, 1974’te Peter Piot’yu arkadaşları ve çevresi, “mikrobiyolojinin geleceği yok” diye kararından caydırmaya çalışıyordu. Ama Piot onları değil, içindeki kâşifi dinledi.

O yıl şehirde çıkan salgında birkaç ay içinde 245 kişi yaşamını yitirmiş, cenazeler toplu mezarlara kamyonlarla taşınmıştı. (PATRICK ROBERT/SYGMA/CORBIS/SYGMA VIA GETTY IMAGES)

İki yıl sonra, çalıştığı laboratuvara Zaire’den gelen kan örnekleri ve devamında yaşananlar, doğru seçimi yaptığını gösterecekti. Antwerp’te incelenen kan örneği bilinen hiçbir virüsle eşleşmemiş ve “yeni bir virüs” kaygısıyla bir kişinin acilen Kongo’ya gitmesi gerekmişti. Piot hemen gönüllü oldu ve Kinşasa’ya bir uçak bileti aldı. Aceleden pasaportunun süresinin dolduğunu bile fark etmemişti. O günlerin daha esnek uluslararası seyahat ikliminde uçağa binmeyi de, sınırdan geçmeyi de başardı.

Peter Piot. (PATRICK ROBERT/SYGMA/CORBIS/SYGMA VIA GETTY IMAGES)

Başkent Kinşasa’da buluştuğu meslektaşları ile salgının kalbindeki Yambuku köyüne geçerek, hastalığın kaynağını araştırmaya başladı. Ülkenin yağmur ormanlarında köy köy gezerken, virüsün, hamile kadınlara vitamin aşısı yapan Belçikalı rahibenin yeniden kullanımlı enjeksiyonları ile bir kadından diğerine yayıldığını tespit ettiler. Piot, kan örneğini Belçika’ya gönderen Kongolu doktor Jean-Jacques Muyembe ile karşılarındakinin yeni bir virüs olduğunu keşfeden iki kişiden biri olarak, henüz 27 yaşında tıp dünyasının en önemli isimlerinden birine dönüştü. Virüs ise ilk kez görüldüğü, bölgedeki Ebola Nehri’nin adıyla anılacaktı artık.

Peter Piot ile virüsü keşfeden doktorlardan biri olan Jean-Jacques Muyembe, 1995’teki salgında, yardım için Kikwit’e çağrılmıştı. (PATRICK ROBERT/SYGMA/CORBIS/SYGMA VIA GETTY IMAGES)

Salgını kontrol altına almak 26 gün sürdü. Bu sırada virüsü kapan doktor Muyembe sağ kalabildi, ancak 318 kişiden 280’i (yüzde 88 ölüm oranı) yaşamını yitirdi. Ebola’nın hâlâ kanıtlanmış bir tedavisi yok, deneysel aşı çalışmaları sürüyor. Afrika’da zaman zaman salgınlara yol açıyor ve belirli yöntemlerle kontrol altına alınıyor. Kesin kaynağı bilinmemekle birlikte, meyve yarasalarının virüsün doğal taşıyıcısı olduğu sanılıyor.

YAŞAMINA DAMGA VURACAK VİRÜS: HIV

Piot’nun kariyeri Ebola ile anılabilirdi, ta ki 1983 yılında Kinşasa’da, bir başka gizemli virüsün hasta ettiği bir grup insanla görüşünceye kadar…

O tarihten 30 yıl sonra Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, “hastaneden çıktığımda heyecandan nefes almakta güçlük çekiyordum” diye anlatıyor o anı: “Yeni bir keşfin mutluluk verici enerjisi değildi. İnsan türü olarak korkunç bir katastrofinin eşiğinde olduğumuzu fark etmenin ağır kaygısıydı. Bunun, ömrümün kalan tüm yıllarını harcamak zorunda kalacağım salgın olacağını fark ettiğim andı.”

İlk kez 1981 yılında Los Angeles’ta beş eşcinsel erkekte klinik olarak tespit edilen bu virüs, bağışıklık sistemine saldırarak devre dışı bırakıyordu. Virüsün tespit edilen ilk kurbanlarının çoğunun “gay” olması nedeniyle hastalık, Gay İlintili Bağışıklık Eksikliği anlamında GRID diye anılmaya başladı. Peter Piot, bu gizemli hastalık hakkında dünyayı ilk kez derli toplu bilgilendiren raporun hazırlanmasına öncülük etti. Bir önyargının çöpe atılmasında da payı büyüktü: Bu hastalığa sadece gay’ler veya eroinmanlar değil; heteroseksüeller de yakalanıyordu. Hastalığın adı, Edinilmiş Bağışıklık Eksikliği Sendromu anlamında, kısaca AIDS olarak değiştirildi. Piot, sonraki 30 yıl AIDS mücadelesinin küresel liderliğini yaptı.

HIV virüsünün insana, Kamerun’da şempanzelerden geçtiği sanılıyor. HIV bulaştığı 75 milyon kişiden 32 milyonunun ölümüne yol açtı. Virüs vücutta yok edilemese de ilaçlarla kontrol altına alınıyor.

ÖLDÜRÜCÜ VİRÜSLERLE YOLUMUZ NEDEN DAHA SIK KESİŞİYOR?

Teknolojimiz ve virüslere dair bilgimiz arttıkça, Ebola’yı keşfeden doktorlar da tüm dünya ile birlikte şaşkınlıkla görecekti: Virosfer, yani virüs evreni akıl almaz büyüklükteydi. Bu açıdan bakınca, dünya yeniden büyük bölümü keşfedilmemiş bir gezegene dönüştü. Yepyeni bir keşifler çağının kapısında duruyorduk. Haritasının çıkarılması gereken engin bir dünyanın daha kapılarını açmıştık. Bugün, 100 yıl önce söylense bilim insanlarını şoke edecek sayıda virüs ailesi keşfetmiş durumdayız. Ama bu, okyanusta bir damla bile değil. Virüs alt türü sayısı milyonlarla ifade ediliyor; gerçekte trilyonlarca oldukları varsayılarak…

Borneo’daki Long Napir’de nehrin içinde dikilen bu çift, bir baraj projesini protesto ediyor. Sadece barajlar değil, aşırı ağaç kesimi Asya, Amerika ve Afrika’da milyonlarca dönümlük yağmur ormanını yok ediyor. Vahşi yaşam ve insan yakınlaştıkça, virüs riski de artıyor. (YVAN COHEN/LIGHTROCKET VIA GETTY IMAGES)

Dönemin ABD Sağlık bakanı Stewart’ın “bulaşıcı hastalık defterini kapattığı” 1967’den bugüne, hayvanlardan insanlara en az 50 tehlikeli virüs bulaştı. Son yüzyılda yeni bulaşıcı hastalıkların sayısı dört kat arttı. Peki, virüslerle yolumuzun bu kadar sık kesişmeye başlamasının nedeni ne?

En başta, sayımızdaki büyük artış. Türümüzün nüfusunun 1 milyara ulaşması tam 300 bin yıl aldı. Buraya ulaştıktan sonra, sadece bir yüzyılda 6 milyar daha arttı. Bu yüzyılın bitiminde, bu sayıya 4 veya 5 milyar daha eklemiş olacağız.

Kamerun’da bir virüs avcısı, örnekleri dondurucuya koyuyor . (JONATHAN TORGOVNIK/GETTY IMAGES)

Bir diğer neden, küreselleşme. Dünyanın ayrı uçları arasında 7/24 yapılan uçuşlar da bir salgını kolayca pandemiye dönüştürebiliyor. Milyarlarca insanı besleyen endüstriyel gıda üretimi; sığır, tavuk, domuz gibi besi hayvanlarının üretimindeki muazzam artış da doğal bağışıklığımızın olmadığı virüslerin bize ulaşma ihtimalinde muazzam bir artış yaratıyor. Ama en önemli neden, gezegenin doğal yapısını bozacak düzeydeki müdahale kapasitemiz. Ormanlarda, özellikle de yağmur ormanlarındaki hızlı tahribat, insanı tehlikeli virüslerle temasa geçiriyor. HIV, Ebola, Zika, sarı humma ve daha birçokları yağmur ormanlarındaki canlılardan insana geçti.

Bu yazının açılışında görülen mağarada yakalanan bir meyve yarasası. CDC araştırmacıları tarafından bir GPS aleti takılacak ve insanlara Marburg virüsünü hangi yolu kullanarak bulaştırdığı tespit edilmeye çalışılacak. (ONNIE JO MOUNT/THE WASHINGTON POST VIA GETTY IMAGES)

2009 yılında, “virüs avı” için oluşturulan PREDICT projesinin üyelerinden ve küredeki önde gelen virüs avcılarından profesör Kevin Olival, 2017’de Malezya’nın Borneo Yağmur Ormanları’na götürdüğü gazetecilere, “bu virüsler yeni değil” diyordu, “sadece onlardan yeni haberimiz oluyor.” Öyle ya, yarasalar, maymunlar, kemirgenler, türümüz için öldürücü olabilen bu virüsleri binlerce yıldır taşıyor. Bugün tehdide dönüştülerse, sebebi insanın yağmur ormanlarına müdahalesi. Son 40 yılda Borneo Yağmur Ormanları’nın üçte biri yok edilerek, yerine ucuz bitkisel yağ elde etmekte kullanılan palmiyeler dikildi. Amazon Ormanları soya fasulyesi veya şeker kamışı tarlası, Kuzey Amerika’da ormanlar banliyö siteleri inşa etmek için yok ediliyor. Ekosistem uzmanı Barbara Han bunu, virüs dolu balonlara iğne batırmaya benzetiyor.

Virüs avcıları, vahşi hayvan etinin yendiği Kamerun gibi ülkelerde, kan örneklerini avcılardan alıyor. Yerel halk bu hayvanlarının etinin yenmesinin riskleri konusunda bilgilendiriliyor. (JONATHAN TORGOVNIK/GETTY IMAGES)

Virüslerin canlı olup olmadığı tartışmalı. Bakterilerden farklı olarak, kendi başlarına yaşayabilecekleri bir hücre düzenekleri yok. Kendilerini kopyalayıp çoğaltmak için canlı hayvan hücrelerine muhtaçlar. İnsan da bir hayvan türü olarak onlar için aynı işlevi görüyor. PREDICT’in kurucusu biyolog Dennis Carrroll, “virüslerin bizi enfekte etme amaçları ile yarasayı enfekte etme amaçları aynı’’ diyor. Varoluş açısından bıçak sırtı bir denge bu; yerleştikleri bünyeyi öldürdüklerinde kendilerini de öldürmüş oluyorlar.

VİRÜSLER HER ZAMAN KÖTÜ MÜDÜR?

Virüslerle ilgili keşifler derinleştikçe, bu mikrobik evrenin sadece hastalık üretmediği, yaşamı da mümkün kıldığı görülmeye başlandı. 2003 yılında insanın gen haritası tamamlandığında, araştırmacıları bir sürpriz bekliyordu: Bedenlerimiz, retrovirus kalıntılarıyla doluydu. Retrovirüsler, RNA’larını içine girdikleri hücrenin DNA’sından yararlanarak DNA’ya dönüştürebilme yeteneğine sahipler. Böylece o hücrenin DNA’sının, yani genetiğinin parçası haline geliyorlar. Genetik kodlarımızın yüzde 8’ini, milyonlarca yıldır atalarımızın DNA’sının parçası haline gelmeyi başaran bu retrovirus kalıntıları oluşturuyor. Tıpkı fosiller gibi milyonlarca yıllık evrimin kaydını taşıyorlar. Bu bilgiler, virüslere karşı etkin tedaviler geliştirilmesine yardımcı oluyor. Fransız virüs araştırmacısı Thierry Heidmann’ın dediği gibi, virüsler hiç sormadığımız sorulara bile yanıt verebiliyor.

Hamburg’daki Bernhard Nocht Tropik İlaç Enstitüsü’nden araştırmacılar, bir maksimum tecrit laboratuvarında (BSL-4) çalışıyor. Çok tehlikeli patojenlerle temas olasılığını en aza indirgemek için hava ile şişirilen (pozitif basınçlı) koruyucu kıyafetler giyiyor ve çıkışta kıyafetleriyle duş alıyorlar. (CHRISTIAN CHARISIUS/PICTURE ALLIANCE VIA GETTY IMAGES)

Bu soruların en popülerini California Üniversitesi profesörü Luis Villarreal 2004 yılında yazdığı bir denemede sordu: “Virüsler bizi insan yapıyor olabilir mi?” Villarreal, memelilerin doğum yapma yeteneği kazanmasında virüslerin belirleyici olduğu savını gündeme getiriyordu. 2000 yılında, insanın gen haritasında protein şifresi içeren bir gen dikkat çekmişti. Sadece kadınlarda, plasentanın rahimle birleştiği yerdeki hücrelerde bulunan bu gene “syncytin” adı verildi. Bu gen olmadan ceninin beslenmesi mümkün değil. Syncytin, insanın virüslerden transfer ettiği bir gendi. Primatlarla ortak atalarımıza bulaşan bir virüs sayesinde genetiğimizin bir parçası olmuştu. Darwin’in doğanın her yerinde aradığı en önemli kanıt, içimizdeydi.

Virüslerin yanı sıra yaban yaşamın da, özellikle yarasaların düşmanımız olmadığına dikkat çekme ihtiyacı hissediyor profesör Kevin Olival. Yarasalar, kısıtlı bir perspektiften bakıldığında dünyanın en tehlikeli hayvanları; tükürüklerinde, kanlarında, derilerinde çok sayıda öldürücü virüs taşıyorlar. 100 milyon yıllık evrimsel adaptasyon sürecinde, diğer hiçbir memelinin geliştiremediği ölçüde virüslere bağışıklık kazanmışlar. Uçabilmeleri, onlara virüsü çok geniş alanlara yayma potansiyeli sağlıyor. “Peki, yarasalar bu kadar tehlikeliyse neden öldürmüyoruz onları” sorusuna, “bu, çok kötü bir fikir” yanıtını veriyor profesör Olival: “Yarasaların doğal çevre için yararlarını saymakla bitiremeyiz.” Yarasalar olmasa, gezegenimiz yağmur ormanlarına sahip olamazdı örneğin. Yarasalar, 500’den fazla ağaç ve çiçek çeşidinin ana polen taşıyıcısı. Sayısız bitkinin tohum saçıcılığını yapıyorlarlar. Eklembacaklılarla beslendikleri için böcek nüfusunun en önemli kontrol mekanizmalarından birini oluşturuyorlar. Ayrıca yarasa kaynaklı birçok salgında asıl bulaştırıcı yarasa değil, yarasalardan virüsü oradan almış bir başka aracı hayvan oluyor. 

Bugün 71 yaşında olan Piot, Londra Tropik Tıp ve Hijyen Okulu’nun başında. Şubat 2020’de Financial Times muhabirinin “mikrobik dünya ile girdiğimiz yarışta kaybetmeye mahkûm muyuz’’ sorusuna, mikrobiyolojinin babası Louis Pasteur’den bir alıntıyla başlıyor: “Baylar, o günlerde bu tür meclisler hep erkeklerden oluşurdu , son sözü her zaman mikrop söyler.” Fakat, Pasteur’e katılmadığını ekliyor: “İnsanlık olarak fena iş çıkarmadık. Şu anda ihtiyacımız olan şey, tabir-i caizse iyi bir itfaiye örgütü kurmak. Yani, çok daha güçlü, çok daha hazırlıklı bir küresel sağlık sistemi. Eviniz ateş aldıktan sonra itfaiye birliği kurmakla uğraşamazsınız.”

Belçika’da “Baron” unvanıyla taltif edildiğinde, madalyanın tasarımı için kendisine fikri sorulduğunda, AIDS mücadelesinin sembolü kırmızı kurdele ve üzerinde antik Yunan’dan beri kullanılagelen “ken uzelf” sözünün yazmasını istedi. Yani, “kendini bil”. İnsanın haddini bilmeyi, ekosistemin yöneticisi veya sahibi değil, bir üyesi olduğunu çok geç olmadan öğrenmesi gerekiyor.

VİRÜS AVCILARI ONUN PEŞİNDE: X HASTALIĞI

Gezegenin bir yerlerinde henüz tanışmadığımız bir virüs bizi bulmadan önce, insanın doğada onu bulması yaklaşımı, virüs avcılığının altın çağını başlattı. Bu yöndeki ilk büyük organize çalışma, California Üniversitesi Veteriner Fakültesi yönetimindeki Obama destekli 200 milyon dolarlık PREDICT (“öngörü” anlamında) projesiydi. Dünyanın virüs haritasını çıkarmayı hedefleyen PREDICT ekibi, onlarca ülkede, yüzbinlerce örnek toplayarak 2 binden fazla yeni virüs keşfetti. Trump yönetiminin bütçe kesintisi üzerine PREDICT, 2018’de uluslararası ölçekli Global Virome Projesi’ne (GVP) evrildi. 3-5 milyar dolara mal olması öngörülen 10 yıl süreli proje, en az 1.5 milyon virüsü bilinir hale getirmeyi hedefliyor. Bu virüslerden 600-800 bininin zoonotik olduğu, yani hayvandan insana geçebildiği düşünülüyor. Dolayısıyla, henüz keşfedilmemiş, ama her an pandemi yaratabilecek patojeni, ya da sağlık otoritelerinin kullandığı jargonla “Disease X”i (X hastalığı) daha başlamadan bulmak ana amaç.

EĞER BİLİM İNSANLARINI DİNLESEYDİK…

Virüs avcıları, Temmuz 2018’de Güneydoğu Asya’da yarasalarda iki yeni virüs keşfetti. Bu virüsler, 2003 yılında SARS ve 2012’de MERS salgınlarına neden olan koronavirüs ailesindendi ve pandemi yaratma potansiyelleri vardı. Daha sonra Çin’de, bazı koronavirüs türlerinin yarasadan insana geçtiği tespit edilecek, ancak bu vakalar, ya çok yerel kalarak salgına dönüşmeyecek, ya da hiç saptanamayacaktı. Bilim insanlarının pek çok uyarısı gibi, bu uyarıları da gündemde yer bulamadı. Ta ki 2019 yılı Aralık ayına kadar… 30 Aralık günü, Vuhan Viroloji Enstitüsü uzmanlarından Çinli biyolog Shi Zhengli’nin telefonu çaldığında Şanghay’da bir konferanstaydı. Çin Salgın Hastalık Dairesi, Vuhan’da yeni koronavirüsün yol açtığından şüphelenilen bir salgın tespit etmişti ve laboratuvarın derhal konuya eğilmesini istiyordu. Doktor Shi “koronavirüs” adını duyduğunda hiç şaşırmadı. Salgın tam da korkulduğu gibi gelişmişti. Yarasa dışkısından, tükürüğünden veya kanından virüsü edindiği sanılan bir başka yabani hayvandan, ona temas eden bir insana geçtiği düşünülüyordu. Covid-19 bir orman yangını gibi önce Çin’e, ardından bütün dünyaya yayıldı.

PREDICT’ten sonra Global Virome Projesi’ni kuran biyolog Dr. Dennis Carroll, “mağduru oynamayı bırakalım” diye isyan ediyor, “koronavirüsün hayvanlardaki varlığını bir yıl önce öğrenmiştik. Artık maalesef içimizde. Onların bize gelmesini beklemek yerine, biz virüslere gitmeliyiz. Yeterli veri tabanı oluşturarak, bir virüs ailesinin tamamına karşı koruma sağlayabilecek genel aşılar geliştirmemiz gerek. Bunu da, virüsleri halen bulundukları ortamlarda tespit edip, tanımadan yapamayız.” Bazı bilim insanlarına göre kamuoyu algısını ve politik dünyayı dönüştürmek de virüs avcılığı kadar önemli. Salgınlara karşı bile aşı geliştirilemezken, tropik ormanların derinliklerindeki virüsleri keşfe para yatırılmasını sağlamak oldukça zor. Bununla beraber küresel bir konsensus oluşuyor. Bugün, Afrika’nın en yoksul ülkesinde bile Covid-19’lu birkaç vaka kalırsa, kürenin kalan kısmının güvende olamayacağını öğrenmiş bir dünya var.

Dünyada sadece iki laboratuvarda saklanmasına izin var ÇİÇEK VİRÜSÜ

Tarihin en ölümcül patojenlerinden biri, 3 bin yıldan uzun süre boyunca etkili olan Variola, yani çiçek virüsü. Firavun V. Ramses’in mumyasında bile izleri görülen çiçek, sadece geçen yüzyılda 300-500 milyon kişinin ölümüne yol açtı. İnsandan insana geçen, yüksek ateşle seyreden, yüzde ve bedende kabuklu kabarcıklara yol açan bu korkunç hastalık, 20’nci yüzyılda tamamen sona erdirildi. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ-WHO) virüsü kontrol altına alma ve kökünü kazıma çalışmaları neredeyse 20 yıl sürdü. Yoğun aşılama ve sistematik gözlemlerin ardından, 1980 yılında tüm dünyada çiçek aşısı uygulaması sonlandırıldı. Ve gezegenin her köşesinde, tüm laboratuvarlarda tutulan çiçek virüsleri DSÖ kararıyla yok edildi. İki laboratuvar hariç…

İnsanoğlunun çiçek hastalığıyla mücadelesi antikçağda başladı. Firavun V. Ramses’in (ölümü İÖ 1145), Kahire Müzesi’nde sergilenen mumyasında bu öldürücü hastalığın izleri görülebiliyor. (PATRICK LANDMANN/GETTY IMAGES)

Günümüzde bu ölümcül virüs, sadece ABD ve Rusya’da iki laboratuvarda saklanıyor. En yüksek düzeyde biyogüvenlik seviyelerine sahip bu laboratuvarlar Atlanta’da bulunan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) ile Koltsovo’da yer alan Devlet Viroloji ve Biyoteknoloji Araştırma Merkezi (VECTOR). Her ikisi de DSÖ tarafından sıkı bir şekilde izleniyor. Dünya çiçek hastalığını unutmuş değil. Eylül 2019’da Koltsovo’daki VECTOR’da gaz patlaması kaynaklı bir yangın çıkınca, haberin dünya basınına “çiçek virüsünün tutulduğu merkezde yangın” başlığıyla taşınması bu yüzden.

1884 tarihli çizimde çiçek hastalığının komplikasyonları gösteriliyor.

Sibirya’da Koltsovo kentinde yer alan Devlet Viroloji ve Biyoteknoloji Araştırma Merkezi (VECTOR), çiçek virüsünün saklandığı iki merkezden biri. Rus vatandaşlarının Covid19 testleri de burada yapılıyor. (ASS\TASS VIA GETTY IMAGES.)

Peki, bu tehlikeli virüs neden tamamen ortadan kaldırılmak yerine saklanıyor? Bilim dünyasını ikiye bölen bir soru bu. Kimi bilim insanları, virüsün kazara bulaşmasıyla ortaya çıkabilecek bir salgına karşı tamamen imhayı savunuyor. Nitekim, dünyada çiçek hastalığından ölen son insan böylesi bir kaza kurbanıydı. 1978 yılında Janet Parker adlı tıp fotoğrafçısı, çalıştığı tıp fakültesi ofisinin alt katında bulunan laboratuvardaki çiçek virüsüne yanlışlıkla temas etmişti. Karşıt gruptaki bilim insanları ise hastalık bir gün yeniden hortlar, ya da kasten ortaya çıkarılırsa, ilaç geliştirmek için eldeki örneklere ihtiyaç duyulabileceği görüşünü ileri sürüyor. Çiçek virüsü bir biyolojik silah olarak herhangi bir devletin, ya da yasadışı örgütün elinde olabilir mi? Bilindiği kadarıyla, hayır. Ancak ABD’nin bu kaygıyla 21’inci yüzyılın başında askerlerini aşıladığı biliniyor. Bir laboratuvar ya da merkezin, aksi karara rağmen bir virüsü imha etmemesi ise “insanlığa karşı işlenmiş suç” sayılıyor ve ekonomik, politik ve askeri yaptırımlara da yol açabiliyor.

Çiçek virüsünün saklandığı diğer merkez olan Atlanta’daki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nde (CDC) mikrobiyologlar, Biyogüvenlik 4. Seviye laboratuvarına girmeden önce koruyucu kıyafetlerini giyiyor. (UNIVERSAL HISTORY ARCHIVE/UNIVERSAL IMAGES GROUP VIA GETTY IMAGES)

ATLAS MAYIS- HAZİRAN 2020

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap