Fotoğraf makinesini 1952 yılında eline alan İzzet Keribar, uzun kariyerinde objektifini Türkiye ve dünyanın dört bir yanına doğrulttu ve büyük bir çeşitlilik sergileyen devasa arşiviyle fotoğraf dünyamızda derin bir iz bırakmayı başardı. “Benim fotoğraflarımda yaşam hep vardır” diyen Keribar, fotoğraf yolculuğunu başlangıcından bugüne Atlas’a anlattı.
SÖYLEŞİ: MUSTAFA TÜRKER ERŞEN
FOTOĞRAFLAR: İZZET KERİBAR
“Fotoğrafçılık sadece estetik anlamda değil, insanlarla, hayatla ilişki kurmak açısından da önem taşıyor. Açık havada gezmek, dostluklar kurmanın ve paylaşmanın verdiği mutluluk, bir uğraş sahibi olmak… En güzeli de bir gün yaşlandığınızda en iyi dostunuz oluyor fotoğraf. Çünkü bir yaştan sonra dostlar, sevdiğiniz şeyler teker teker gidiyor…”
İzzet Keribar, fotoğrafla kurduğu derin dostluğu yukarıdaki cümlelerle özetliyor. 88 yaşındaki usta fotoğrafçının İstanbul Seyrantepe’deki ofisi bu uzun yoldaşlığın ürünleriyle dolu; duvarlar, yıllar içinde aldığı sayısız ödülle, belgelerle kaplı, geniş kitaplıkta bir kısmı kendisine ait kitaplar sıralanıyor. Mekânda ziyaretçinin merak duygusunu kamçılayan asıl bölümse fotoğrafların saklandığı raflar. Eski filmlerin, diaların korunduğu klasörler, daha yeni dönem çalışmalarının saklandığı CD’ler özenle dizilip etiketlenmiş. Üzerlerinde Türkiye’nin ve dünyanın dört bir köşesinden yer isimleri göze çarpıyor. Keribar, son çalışmalarından örnekler göstermek içinse bilgisayarının başına geçiyor, yine yer isimlerine göre ayrılmış dosyalarda istediği kareyi kısa sürede buluveriyor. On yıllardır süren uzun bir fotoğraf yolculuğu sığıyor bu mütevazı çalışma mekânına. “Ben en başından beri arşiv tuttum, buna önem verdim, çünkü fotoğrafçılığın benim için böyle devam edeceğini biliyordum” diyor Keribar. “Arşivleme işi ortasından olmuyor. 1 numaralı klasör var mesela, benim eski, 1980 fotoğraflarım. İstanbul sokakları, çarşılar, camiler, Eminönü ve şehirde gittiğimiz diğer yerler. Şimdi o klasörde bambaşka bir şehir duruyor.”
Dünyayı başka türlü gören gözünün yanı sıra geniş ve özenli arşivi, Keribar’ı Türkiye’nin kültür ve doğa değerlerini tanıtan etkinlikler için başvurulan başlıca isimlerden biri yaptı yıllar boyunca. “Türkiye’nin neredeyse her yerinden fotoğrafım var ama gitmediğim 14 il kaldı. Şırnak, Kırşehir, Yozgat, Bingöl… Hakkâri’yi, Cilo Dağları’nı da yeterince çektiğimi sanmıyorum.”
Yaşından dolayı artık büyük projelere girişemeyeceğini söylüyor ama açık havada olma tutkusu hâlâ yerinde. “Dünyada daha gitmediğim ve merak ettiğim yerler var. Güney Amerika’yı görmedim. Japonya’yı da tekrar ziyaret etmek isterdim ama sakura zamanında değil, bu kez sonbaharda…”
“En çok etkilendiğiniz yer neresi” sorusunaysa hiç tereddüt etmeden yanıt veriyor: “Kapadokya bir numara. Dünyada böyle bir yer düşünemiyorum, çok özgün bir coğrafya. Ayrıca Doğu ve Güneydoğu Anadolu da bakirliğiyle beni her zaman cezbetmiştir, koleksiyonumun önemli bir kısmı oralarda çekilmiştir. Karadeniz, özellikle Doğu Karadeniz de öne çıkar.” Peki dünyada? “Meksika çok fotoğrafik bir yer. İtalya’nınsa mimarisine hayranım, başka yerde yok. İstanbul’da tabii ki en çarpıcı eserler 16’ncı yüzyıldan, daha sonraları da birçok güzel eser yaratıldı, ne var ki çoğu ahşap olduğu için yandı, yok oldu. Taş bina ve ahşap arasındaki farklardan dolayı İtalya’yla arada bir farklılık var, belki de İstanbul deprem bölgesi olduğu için tarihte böyle tercih edilmiştir. İtalya’da sanki tiyatro seti içine giriyorsunuz, olağanüstü bir şey, orada kendimi kaybediyorum. Myanmar da tapınaklarıyla, insanlarıyla müthiş bir yer. Japon kültürünün de çok güzel tarafları var. Çin’e de gittim, ilginç yerler var ama çok büyük bir ülke, tamamını keşfetmek mümkün değil. ABD milli parkları da ilgi çekici. Ben de ilk başlarda Hindistan ve Nepal’e çok gittim, geldim. En rahat fotoğraf çekilen yer olaraksa Pakistan’ı söyleyebilirim. Hindistan’da insanlar adeta sizi zorlar ‘beni çek, beni çek’ diye, Pakistan’da bu ilgi on kat fazla.”
LİSELİ FOTOĞRAFÇI
İstanbul’da 1936 yılında doğan İzzet Keribar’ın fotoğrafla tanışması 1952’de, Saint Michel Fransız Lisesi’ndeki öğrencilik yıllarına dayanıyor. “Abimin bir Leica’sı vardı, fotoğrafa merakım ondan görerek başladı” diyor. “Abimin her şeyi benden iyi yaptığını düşünüyordum, onu öyle görüyordum, ben de kopya ediyordum. Ama o bu kadar ileri gidemedi fotoğrafta. Ben daha müteşebbis olduğum için, insan ilişkilerinde daha aktif olduğum için ilerledim, ki fotoğrafta insanlarla kurduğun iletişim de önemlidir.”
Genç Keribar o hevesle elinde makinesiyle İstanbul sokaklarını dolaşıyor. “Okuldan sonra hemen fotoğraf çekmeye çıktığım günler olmuştur. Bir kere Haliç’e sandalla gezmeye gittik fotoğraf çekmek için” diye anlatıyor o yılları. Şimdi 1952’den kalma o karelere baktığımızda genç öğrencinin fotoğrafçılığa yatkınlığını, gündelik hayatta yakaladığı anların çarpıcılığını ve İstanbul’un o zamanlar ne kadar farklı bir İstanbul olduğunu görüyoruz. Bu noktada usta fotoğrafçının pişmanlığı başlıyor. “Ben 50’lerde çok az, sadece 300 fotoğraf çekmişim, bu benim hatam oldu. Şimdi gittiğimiz tek bir yerden o kadar fotoğrafla dönüyoruz. Ama tabii o zamanlar film var, biz deklanşöre basmaktan korkuyorduk, sonuçta daha öğrenciydik.”
KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN 378. SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!