İnsana kendini ancak 19’uncu yüzyılda açan, kimseye ait olmayan, ancak sıkı sınırlamalar altında ziyaret edilebilen, dünyanın bizler olmadan nasıl görüneceğini en iyi anlatan yer: Antarktika…
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: PELİN ASFUROĞLU
Antarktika’da buz tarafından tutsak edilmek, bölgeye 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’nci yüzyıl başlarında bilimsel seferler düzenleyen kâşiflerin en büyük kâbusuydu. Kutup literatürüne aşina okuyucular, ünlü Anglo-İrlandalı kutup kâşifi Ernest Shackleton’ın düzinelerce kitaba konu olmuş maceralarını hatırlayacaktır. Ernest Shackleton 1907-09 yılları arasında Güney Kutbu’na ulaşmaya çalışmış, ancak kutup noktasına 180 kilometre kala 88° 23’ güney enleminde geri dönme kararı almıştı. Shackleton’ın aldığı bu karar, erzakı azalmış yorgun ekibin muhtemelen hayatını kurtarmış, kendisine de dünyanın en güney noktasına ulaşmış kâşif unvanını kazandırmıştı.
İnsanoğlunun sınırlarını zorlayan, bitmek bilmeyen engellerle dolu bu kıta, yüzyıllar boyunca neden düzinelerce kâşifin hayallerini süsledi? Shackleton her seferinde bir daha dönmeyeceğine yemin etmesine rağmen neden kendisini her fırsatta tekrar Antarktika’ya attı? Nedir beyaz kıtanın insanın dengesini yerle bir eden bu efsunu?
Antarktika enlerin kıtası. Gezegenimizin en soğuk, en yüksek, en kuru, en fırtınalı kıtası. Kalınlığı 5 bin metrelere varan kalıcı bir buzul kütlesiyle kaplı. Kışın eksi 90 derecelere varan soğukların kayda geçtiği Doğu Antarktika platosu yaşamsız bir kutup çölü. Buzun kilometrelerce altında gömülü göllerde yaşayan bakteri türlerinden başka bir organizmanın hayatta kalamadığı, bilimkurgu romanlarından fırlamış hissi veren bembeyaz bir çöl. Kıtanın yaşama geçit vermemesine inat, onu çevreleyen Güney Okyanusu, Güney Yarımküre’nin bahar ve yaz aylarında Afrika’daki Serengeti’yi aratmayan bir yaban hayat festivali sahnesine dönüşüyor. Kıtayı çevreleyen deniz buzunun erimeye başladığı, güneşin Antarktika’ya geri döndüğü bahar aylarında yeryüzünün en soğuk ve fırtınalı kıtasının kıyılarına eşi benzeri görülmemiş bir göç başlıyor. Kışı okyanusta ve subantarktik adalarda geçirmiş binlerce penguen, eşleriyle buluşup çiftleşmek için Antarktika kıyılarına dönüyor. Güney Okyanusu’nun kril zengini verimli sularında doyasıya beslenmek için çeşitli balina türleri Atlas Okyanusu’nu aşarak yine Antarktika kıyılarına varıyor. Gezegenin en büyük, en asil deniz kuşlarından albatroslar, kıtaya giden Drake Boğazı’nı mesken tutuyor. Penguen ve fokların peşindeki avcı türler; katil balinalar ve leopar fokları da bu sularda yerlerini alarak eşi benzeri görülmemiş bir vahşi hayat tablosunu tamamlıyor.
İnsanoğlunun, Aristoteles zamanından beri varlığı üzerine tahminler yürüttüğü güneydeki bu bilinmeyen toprakları keşfi ancak 19’uncu yüzyılın ilk yarısında mümkün olabildi. Estonya doğumlu Rus kâşif Fabian Gottlieb von Bellingshausen, 1819-21 seferinde Antarktika anakarasını gören ilk kişi olarak tarihe geçti. Bugün kıtayı çevreleyen sularda yer alan Bellingshausen Denizi de onun adını taşıyor. O zamandan sonra da Antarktika önce servet peşinde koşan fok ve balina avcılarının, ardından kâşiflerin mabedi haline geldi.
Gezegenin son beyaz sayfalarından birini ilk keşfeden olma arzusu muydu insanı bu kıtaya çeken? Yoksa el değmemiş bir kıtanın doğal kaynaklarını sömürme hırsı mı? Bunun sadece macera ya da ün ve servet arayışı olduğuna inandıramıyorum kendimi bir türlü. Shackleton, Antarktika’nın aslında bir metafor olduğunu biliyordu. Herkesin içinde bir “beyaz güney” olduğunu yazmıştı bir kere. Antarktika insanın, kıtanın sonsuz beyazlığında kendi imgesinin peşine düştüğü, Shackleton’ın deyişiyle “çıplak ruhuna ulaştığı” yerdi.
KONUNUN TAMAMI ATLAS’IN 2024 OCAK SAYISINDA. ALMAK İÇİN TIKLAYIN!