Babil tapınağı zigguratlar gibi gizemli bir şekilde göğe yükselen kayadan kulelerin ve keskin sırtların böldüğü vadiler, bulutların üstündeki geçitler… Rize-Artvin sınırında yer alan Altıparmak Dağları’nın ayırdığı Kaçkar ile Pişankara vadilerini 3 bin 180 metre rakımlı Hızarkapı Gediği birleştiriyor.
Yazı: Hüseyin Keçe / Fotoğraflar: Yıldırım Güngör
Eski zaman Babil tapınağı zigguratlar gibi gizemli ve bir o kadar da heybetli yükseliyordu Altıparmaklar’ın kaya kuleleri. Bu kozmik dorukların tam dibinde, 2 bin 750 metre rakımda bir dağ evindeydik. Yaylalar, köyler, kasabalar öyle aşağılarda kalmıştı ki, tanrısal bir yalnızlıkla çevrilmiştik. Bir de eşsiz manzarayla tabii…
Güneyde karlı, sivri doruklar bir ressamın elinden çıkmış kadar estetik hatlarıyla bir görünüp bir kayboluyor, kimi yerde de üst üste yığılıyorlardı. Eğri büğrü bir sırtla gökyüzünden ayrılan çiçeklerle süslu yamaçlar kuzeyde bir duvar oluşturuyordu. Ayaklarımızın altından geçen Kaçkar Vadisi ise buzulların eseri olduğu için devasa bir oluğu andırıyor ve batıya doğru alçala alçala ufukta yitip kayboluyordu. Daha dün, duman denilen buranın efsanevi sisi, bu vadideki tüm varlıkları yuta yuta yükselmiş, ama kaçabilmemiz için sanki bize bir şans tanıyormuş gibi evin önünde duralamış ve bir süre sonra da geri çekilmişti.
Rize-Artvin il sınırında bir heyula gibi yükselen Altıparmak Dağları burada dünyayı ikiye ayırıyordu, insanı sürgit bir tarafta yaşamaya mahkûm bırakacak derecede hem de. Meraklı olmak tek başına yeterli değildi. Bir de o kavrulmuş volkanik ve granit duvarı aşmayı göze almak gerekiyordu. İlgili olanlar bilir, dağ sıraları ancak zirvelerin bel verdiği noktalardan, başka bir deyişle iki doruk arasındaki gediklerden aşılabilir. Aslında bu gedikler büyük tektonik hareketler sırasında dağların kırıldıkları ve zaman içinde de aşınmaya uğradıkları yerlerdir. Yani zirveye çıkmak ile bir sıradağı aşmak başka başka faaliyetlerdir. Ama biz hem zirve yapmayı, hem de Altıparmaklar’ı 3 bin 180 metre rakımlı Hızarkapı Gediği’nden aşmayı planlıyorduk. Böylece ikiye bölünmüş coğrafyayı bir hat üzerinde birleştirmiş, görüp tanımış olacaktık.
Bu arada tekrar tekrar dönüp, iki yanında da boynuzu andıran pas rengi tepenin bulunduğu, döküntü kayalarla örtülü ve yer yer kar öbekleriyle bezeli o gediğe bakıyordum. Öyle dik, öyle çıkılamaz görünüyor ki, endişelenmiyor değildim, çünkü sorunlarım vardı, bedenim yüksekliğe henüz uyum sağlayamamıştı.
-Şuna bir bakın bakalım, ne olduğunu anlayabilecek misiniz?
Dağ evinin sahibi Mustafa Kuyumcu’nun sesiyle ayıktım. Elindeki tasa daldırdığı çay kaşığını, koyu kahverengi macunumsu şeyle sarıp sarmalayarak uzatmıştı bile. Bir parça tadına baktım. Evet, tahmin ettiğim gibi bal bu. Bir saniye, bal mı dedim? Ama bu… Damağımdaki baskın tat tam kaybolurken yerini bir başkasına bırakıyor ve ardı sıra çeşit çeşit lezzetlere açılıyordum…
-Neyi tanıyorsanız önce o tadı buluyorsunuz değil mi? Bu bal yörede açan 3 bin türden fazla çiçekten oluşuyor.
Nasıl, 3 bin mi?
Bir yandan Mustafa Bey’in sayıyı abartmış olabileceğini düşünürken, öte yandan buraya ulaşmak için yaptığımız yürüyüş sırasında geçtiğimiz vadileri, yamaçları, su kenarlarını maviden sarıya, beyazdan kırmızıya ton ton renge boyayan çeşit çeşit ballıbabagiller, boy boy papatyalar, düğün çiçekleri, gelincikler, çançiçekleri geliyordu gözlerimin önüne. “Çok yabansı” diyorum balı kast ederek, “nefis”!
Bölgedeki çiçek türleriyle ilgili kapsayıcı bir çalışma henüz yapılmamıştı. Sadece Rize tarafında gerçekleştirilen ve daha çok bireysel çabalara dayanan sayımlarda 1500’e yakın tür saptanmıştı ki, bunun 116’sı dünyada sadece ve sadece bu yörede can buluyordu. Üstelik Avrupa-Sibirya Flora Bölgesi’nin merkezinde yer alıyordu. Yani aslında biraz düşününce 3 bin tür burası için erişilmeyecek bir sayı değildi.
Tam bu sırada ekip arkadaşımın, Yıldırım Güngör’ün sesi yankılandı: “He ho, he ho!” Sabah altı sıralarında zirve rotası için keşif gezisine çıkmıştı. Sundurmadan o yöne doğru baktım. Zirvenin bulunduğu kulenin dibine varmak üzereydi; granit döküntülerin üstünde bir nokta gibi görünüyordu. “Büyük bir olasılıkla bugün zirve de yapar, hava çok güzel!” Çocukluğundan beri yılın yarısını burada geçiren Mustafa Kuyumcu böyle söylüyorsa mutlaka öyle olacak demektir. Altıparmaklar’ın zirvesi 3 bin 492 metreydi; yani çok yüksek değildi ama bir iki yerde riskli geçişler olabileceğini varsayıldığından hocamız yanına ip dahi almıştı.
Kaldığımız dağ evinin (pansiyon da deniliyor) adı Lazca bir kelimeydi, “Dadala”; “kır çiçekleri demeti” demek. İsim burayı çok güzel yansıtıyordu. Biz ise dağ evine Rize-Çamlıhemşin’e bağlı Avusor Yaylası üzerinden gelmiştik. Sanırım biraz da buraya nasıl ulaştığımızdan söz etmenin yeri.
Denizden yüksekliği 2 bin 350 metre olan Avusor (harita ve kaynaklarda Avucur) Yaylası taşıtın ulaştığı son noktaydı. Dolmuştan indikten sonra köşede durak gibi kullanılan tahta sırada oturanların yanına ilişmiş ve sırt çantalarımızı taşımak için gelecek atı beklemeye başlamıştık.
Fotoğraf: Altıparmaklar’ın 3 bin 492 metrelik zirvesinden açık bir havada Verçenik, Kaçkar ve Kındevul zirvelerini görmek mümkün. En arka planda bulutların arasında görünen Kaçkar (3 bin 932 metre) ise, Doğu Karadeniz Dağları’nın en yüksek zirvesi.
Atlas Ekim 2015 / Sayı 271