Anasayfa Atlas Tarih 19 Mayıs 1919’da Samsun’a… “Tek isteğim Anadolu’nun bir kıyısına ayak basmaktı”

19 Mayıs 1919’da Samsun’a… “Tek isteğim Anadolu’nun bir kıyısına ayak basmaktı”

Özge Çolak

Mustafa Kemal, İstanbul’dan Bandırma Vapuruyla Samsun’a hareket etmeden önce Sultan Vahdettin ve Fethi Okyar’la görüştü. Atatürk Vahdettin’le görüşmesinde neler konuştuklarını yıllar sonra Falih Rıfkı Atay’a anlatmıştı.

Atlas Tarih Arşivinden / Mayıs 2019 – Özel Sayı

Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmeye karar vermesinin hemen ardından hazırlıklara girişti. Yakınındaki arkadaşları ile görüşmelerde bulundu. Bunlardan biri İsmet Bey’di. İsmet Bey’i ziyarete gitti. Atatürk o ziyareti Falih Rıfkı Atay’a şöyle anlatıyor: “İsmet Bey o tarihte İstihzaratı Sulhiye Komisyonu’nda askeri uzman olarak görev yapıyordu. “Ne haber” dedim. “Tahmin edeceğin gibi” dedi. “Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın? Üzerinde konuşacağım” dedim. İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim; “henüz pergellik bir şey yok, biraz pergelsiz görüşelim.”

Mustafa Kemal 5 Temmuz 1919’da Erzurum’da. Ayakta Dr. Refik Saydam, solda Erzurum Valisi Münir Akkaya, sağda Süreyya Bey ve Mazhar Müfit Bey.

“Ne yapacaksın” diye sordu. Bu münasebetle söylemeliyim ki, benim daima en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu mülakatın sebepsiz olmadığına hükmetmişti. “Mesela”, dedim, “hiçbir sıfat ve salahiyet sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?”

Yüzüme baktı, tekrar neşeli ve ümitli güldü: “Karar verdin mi” dedi. “Şimdilik bundan bahsetmeyelim,, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikede şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver” dedim. İsmet Bey masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek: “Yollar çok, mıntıkalar çok!” dedi. Bu sırada bazı ziyaretçilerin geldiklerini haber verdiler. Bir hayli müddet sonra gene İsmet Bey’le yalnız kaldık: “Ne yapacağını bana ne, vakit söyleyeceksin?” dedi. “Zamanında!” dedim. (…) “Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları, seferberlikte, asker toplamak için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında tevazuyla çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir kanaat ilham etmek lazımdır.”

Dahiliye nazırı Mehmet Ali ve Harbiye nazırı Şakir Paşa’nın damadı Bahriye nazırı Avni Paşa gibi hükümet yetkilileriyle görüşmelerin ardından kapsamını kendisinin çizip Harbiye nazırının onayladığı geniş yetkilerle 9’uncu Ordu müfettişi olarak Samsun’a gönderilmesi kararı verildi. Bu dönemde Sultan Vahdettin ile görüşmeye Yıldız Sarayı’na çağırıldı. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs’taki Samsun yolculuğu öncesi sultan ile son görüşmesini şöyle aktarıyor:

Harbiye Nazırı Şakir Paşa

Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk

“Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonunda Vahdettin’le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağında, dirseğini dayamış olduğu bir masa, ve üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi›ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu; birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı’na doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi.

Vahdettin hiç unutmayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı: “Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti) tarihe geçmiştir. O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum: “Bunları unutun” dedi, “Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa devleti kurtarabilirsin!” Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu, bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim.

Kendisine basit cevaplar verdim: “Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.” Söylerken, kafamdaki muammayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl hemen hüküm veririm: Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tedip edersem, Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım. “Merak buyurmayın efendimiz” dedim, “Nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.”

“Muvaffak ol!” hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım.”

“ANNE BANA HAKKINI HELAL ET!”

Kız kardeşi Makbule Atadan, Samsun’a hareket etmeden evvel Atatürk’ün annesi Zübeyde Hanım’la (altta) vedalaşmasını şöyle anlatıyor: “Müze olan evin üst katında, sokağa bakan şahnişli odadaki annemin karyolasının karşısına ufak bir sofra kurdurdum. Ona rahatça oturacağı gibi yerde minder hazırlattım. Önüne koyduğumuz ve bugün benim hâlâ sakladığım gümüş tepside patates püreli rosto, ıspanaklı yumurtadan ibaret bir yemek vardı. Atatürk geldi, annemizin elini öptü, benim hatırımı sordu ve mindere bağdaş kurup oturdu. Yemeğe isteksiz olduğu halinden belli idi. Zorla çiğnediği lokmaların arkasını kesti, elinden çatalını bıraktı.

Gözleri alev gibi yanıyor, çok heyecanlı olduğu halinden belli oluyordu. Birdenbire söze başladı: “Anne, ben yarın Anadolu’ya gidiyorum. Buraların hali belli değil. Selanik nasıl elden gittiyse buralar da öyle olabilir. Ben, kurtarmaya çalışacağım. Ne elimden gelirse onu yapacağım. Fakat bu işte tehlike çoktur. Hesapta ölmek, gidip gelmemek vardır. Bana hakkını helal et… Sen de bunları iyi dinle Makbuş, işler fenaya dönerse, sakın buradan ayrılmayın. Bütün paranızı sarf edersiniz, paranız biterse, halılarınızı, kıymetli eşyanızı satarsınız. Bir kere daha söylüyorum. Ne olursa olsun yola çıkmaya kalkmayacaksınız. Başaramazsam zaten sizi öldürürler, o zaman elbet, ben de ölmüş olurum.”

Bu bizim için hiç beklenmedik bir darbe idi. Onun sözlerini anne-kız bir bardak zehir gibi yutmuştuk. Benim boğazım kurumuş, ciğerlerim sanki birbirine kenetlenmişti. Annem çok sevdiği Mustafa’sının bu sözlerinden derin bir üzüntüye düşmüş ve hemen şiddetli bir kalp krizi ile sarsılmaya başlamıştı. Bu şiddetli kriz bize her şeyi unutturdu. Zavallı anacığıma nefes aldırmak için pencereleri açtık, kucağımızda onu sofaya çıkardık. Atatürk heyecan içinde söylediği sözlerin yaptığı etkiyi silmek istermiş gibi annemi: “Anne, merak etme, bu kadar üzülme… Ben size en kötü ihtimali anlattım, başarmam ihtimali de kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma aldırırım, üzülme” diye avutmaya çalışıyordu. Doktor Rasim Ferit vaktinde yetişmemiş olsaydı, o akşam annem ölebilirdi. Sabaha kadar onunla uğraştık, şafak sökerken biraz rahatlar gibi oldu ve o zaman da zaten ayrılık vakti geldi. O veda dakikalarının ayrıntıları belleğimde bütün canlılığıyla hâlâ yaşıyor. Ağabeyim annemin yatağına oturdu. Kollarıyla onu sardı. Ellerini ve yüzünü öptü. “Anne bana hakkını helal et” diyordu. Annem artık sakinleşmişti. Gözlerinden akan yaşlar hayır dualarla kımıldayan dudaklarına doğru süzülüyordu.”

“Vahdettin demek istiyordu ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır.”

BANDIRMA İLE SAMSUN’A

Anadolu’ya geçiş günü gelmişti. Atatürk Samsun’a yolculuğu Falih Rıfkı’ya şöyle anlatıyor: Artık Şişli’deki evi bırakmak üzereyiz. Bandırma vapuru Galata rıhtımında hazır, bildiğimiz bu! Karargâhımızdan olanlar muayyen saatte rıhtımda toplanmış olacaklardı. Otomobil kapımın önünde idi. Evdeki vedaları bitirmiştim. Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum, aldığı bir habere göre benim ya hareketime müsaade edilmeyeceğini, yahut vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun müddet yanımda çalışan bir erkân-ı harp de gelerek, maiyetinde çalıştığı bir Damat’tan aynı şeyleri öğrendiğini bildirdi. Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir şimşek geçti:

Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıklıydı. Ancak artık benim için yakalanmak, hapsolmak, nefyolmak (sürülmek), düşündüklerimi yapmaktan men edilmek, hepsi ölmekle birdi. Hemen karar verdim. Otomobile atlayarak Galata rıhtımına geldim. Baktım ki rıhtıma yanaşmış olacağını sandığım vapur uzaklardadır. Sandallarla vapura gittik. Kaptana yola çıkmak için emir verdimse de Kızkulesi açıklarında muayeneye tabi tutulduk. Birkaç ecnebi zabit ve askeri bizi yoklayacaklardı. Muayene uzayıp gitti. Gelip gidildiğine göre acaba bunlarla şehirdekiler arasında bir muhabere mi vardı? Maksat beni tevkif etmekse, bütün bu şeylere lüzum yoktu, sıkılıyordum. Bir kararsızlık da olabilir diye düşündün. Bundan istifade edebilmek için kaptana hareket hazırlıklarını çabuklaştırmasını söyledim. Yirmi yedi yıllık ihtiyar kaptan demir aldırmaya başladı. Ben kaptan yerinde idim. Zabit ve askerler dışarı çıktılar.

Ressam Cumhur Koraltürk’ün ‘Bandırma Vapuru’ tablosu

Hareket ettik. Karadeniz boğazından çıkarken, kaptana tehlikeli ihtimalleri anlattım. Cevap verdi: “Ne aksi” dedi, “bu denizi pek iyi tanımam, pusulamız da biraz bozuk.” Mümkün olduğu kadar kıyıları takip etmesini tavsiye ettim. Çünkü bundan sonra benim tek istediğim, Anadolu’nun bir kara parçasına ayak basmaktan ibaretti. Sahili takip ederek evvela Sinop’a geldik. Kasabaya çıktım. Oradakilerle görüşerek, Samsun’a kolaylıkla gidilebilecek yol olup olmadığını soruşturdum. Maatteessüf yokmuş. Çok zorluk çekecek ve günlerce yollarda kalacaktık. Bilmem neden, Samsun’a bir an evvel ayak basmak için o kadar acele ediyordum ki zaman kaybetmektense tehlikeye göğüs germeyi tercih ettim. Tekrar Bandırma vapuruna bindik. Aynı tertipte seyahat ederek, nihayet Samsun limanına vardık!”

Sultan Vahdettin mütareke günlerinde

ALİ FETHİ: ÇOCUK DOĞURURCASINA AZAP ÇEKECEĞİZ 

Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya geçmeden önce İstanbul’un işgali sırasında tutuklanarak Bekirağa Bölüğü’ne konulan (daha sonra Malta Adası’na sürgüne gönderilecek) asker ve siyaset adamları arasında bulunan Ali Fethi’yi (Okyar) birkaç kez ziyaret ederek planları hakkında bilgi verdi. Mustafa Kemal’in son ziyaretinden sonra Bekirağa Bölüğü’de koğuş arkadaşı olan Ali Fethi ile Yunus Nadi (Abalıoğlu) arasında Mustafa Kemal’in Samsun’a yolculuğu ile ilgili şu konuşma geçiyor:

“Ali Fethi: Paşa yarın buradan hareket ediyor. Samsun’a çıkacak. Buradan Samsun’a gitmek için koskoca üç gün lazım. Bir kere bu üç günü selametle atlattık mı, üst tarafı inşallah bütün selâmet olacaktır. Ah, şu üç gün.

Yunus Nadi: Paşa gizli mi gidiyor?

Ali Fethi: Hayır, şark mıntıkası orduları müfettişi olmuş, resmen gidiyor. Şu kadar ki; tabii işin zahirisi böyle, hatmisi ise bambaşka. Herifler paşanın kurduğu dolaba gafletle sürüklenmişler. O ne dediyse yapmışlar. Meseleden İngilizlerin haberi yok gibidir. Eğer paşanın Anadolu’ya gitmekte olduğu bir iki cin fikirlinin nazarı dikkatini celbederse, Allah etmesin, yoldan çevirmeye kalkışabilirler. İşte bu üç gün zarfında paşa kadar ve belki daha ziyade burada biz adeta çocuk doğururcasına ıstırap ve azap çekeceğiz. Mesele fevkalade mühimdir. Aman, ilk iş olarak nazar-ı dikkati celbedeyim, meselenin burada dahi konuşulması caiz değildir.

Deminden beri ne hallere girdiğime elbette dikkat etmişsindir. Zaten kendim heyecan içindeyim. (…) O kararını vermiştir; “bir kere Samsun’a ayak attıktan sonra bu işlerin tamamını düzeltmeyince bir daha buraya gelmem” diyor ve işleri düzeltebileceğinden en kati surette emindir.”

Ali Fethi Okyar

BİR ULUSUN KADERİNİ DEĞİŞTİRDİ BANDIRMA 

Bandırma Vapuru, 1878’de İskoçya’nın Glasgow kentinde Paisley McIntyre and Co’nun Phoenix Works kızaklarında 21 kızak nosu ile inşa edildi. 328 grostonluk yolcu ve yük gemisi olarak inşa edilen geminin buhar ana makinesi Hutson and Corbett tarafından yapılmıştır. 50 beygir gücünde, iki silindirli, iki genişlemeli buhar makinesiyle çalışan gemi tek uskuruyla (pervane) saatte en fazla 9 mil hıza ulaşabiliyordu.

Vapurun ilk sahibi Dansey and Robinson şirketi gemiyi “Trocadero” adı altında beş yıl çalıştırdı. 1883’te Yunanistan’da faaliyet gösteren H. Psicha Preus firmasına satıldı. Burada “Kymi” adını aldı ve geminin Londra’da olan kaydı Pire Limanı’na nakledildi. Bu dönemde Erdek önlerinde karaya oturdu. Kaptan Andreadis gemiyi Erdek’teki kayalıktan kurtarır, İstanbul Haliç’te onarımını yaptırır ve satar. 1894’te İdare-i Mahsusa’ya satıldı ve Osmanlı bayrağı çekilerek, adı Bandırma olarak değiştirildi. Marmara Denizi’nde, Erdek, Karabiga, Mürefte, Şarköy, Tekirdağ arasında yolcu ve yük seferleri yaptı. O zamanki Deniz Yolları İşletmesi olan İdare-i Mahsusa, 28 Ekim 1910’da Osmanlı Seyr-ü Sefain İdaresi’ne (Osmanlı Denizcilik İşletmesi) dönüştürülünce Bandırma posta vapuruna dönüştürüldü. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarını Samsun’a götürdükten sonra tekrar posta hizmetlerine devam etti. 1924’te Türkiye Seyr-ü Sefain İdaresi tarafından hizmetten alındı. 1925’te gemi İlhami Söker’e satıldı ve aynı kişi tarafından dört ay içinde Haliç’te söküldü.

Mustafa Kemal’in Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmadan birkaç gün önce Rauf Orbay’a imzaladığı fotoğrafı / HÜRRİYET ARŞİVİ 

BANDIRMA’NIN YOLCU LİSTESİ

Dokuzuncu Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, Kurmay başkanı Albay Kâzım (Dirik), III. Kolordu Komutanı Albay Refet (Bele), Sıhhiye müfettişi Albay Dr. İbrahim Tali (Öngören), Kurmay Binbaşı Arif Bey (İzmir Suikastı davasında idam edilen “Ayıcı” Arif), Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede), Topçu müfettişi Binbaşı Kemal (Doğan), Sıhhiye müfettiş muavini Binbaşı Dr. Refik (Saydam), Yaver Piyade Yüzbaşı Cevat Abbas (Gürer), Yaver Piyade Yüzbaşı Mustafa (Süsoy), Piyade Yüzbaşı Ali Şevket (Öndersev), Piyade Yüzbaşı Mümtaz (Tünay), Piyade Yüzbaşı İsmail Hakkı (Ede), Tabip Yüzbaşı Behçet, Piyade Asteğmen Hayati, Piyade Asteğmen Arif Hikmet (Gerçekçi), Yaver Topçu Üsteğmen Muzaffer (Kılıç), Asteğmen Abdullah, Adli müşavir Ali Rıza, Tabur hesap memuru Rahmi, Tabur hesap memuru Ahmet Nuri, Kâtip Faik (Aybars), Yedek subay Tahir, Kâtip Memduh (Atasev).

Bandırma vapuru

ERBAŞ VE ERLER 

Osman Nuri oğlu Ali Faik Efendi (kıdemli çavuş), İbrahim İzzet oğlu Atıf (kıdemsiz çavuş), Aydınlı Ali oğlu Musa (çavuş), Konyalı Mustafa oğlu Kemal (çavuş), Konyalı Kemal oğlu Mustafa (çavuş), Sivaslı Ali oğlu Rıfat (onbaşı), Sivaslı Rıfat oğlu Ali (onbaşı), Çatalcalı Tevfik oğlu Adem (onbaşı), Sincanlı Hüseyin oğlu Mehmet (er), Sincanlı Ahmet oğlu Emin (er), Sincanlı Mustafa oğlu İsmail (er), Sincanlı İbrahim oğlu Ömer (er), Alanyalı Kerim oğlu Mehmet (er), Sungurlulu Hasan oğlu Elvan (er), Geredeli Mehmet oğlu Mehmet (er), Mudurnulu Mehmet oğlu Durmuş (er), Geyveli Mehmet oğlu Ali (er), Geredeli Şakir oğlu Nuri (er), Akhisarlı Hasan oğlu Hüseyin (er), Tokatlı Abdullah oğlu Mehmet (er), Divrikli Abdullah oğlu Musa (er), Kadıköylü Mehmet oğlu Hasan (er), Yenihanlı Bekir oğlu Mahmut (er), Üsküdarlı İhsan oğlu Mehmet Lütfi (er), İzmirli Abdullah oğlu Ali (er). Gemi mürettebatı İsmail Hakkı Kaptan (Süvari), Üsküdarlı Tahsin (İkinci Kaptan), Mehmet Ağa oğlu Hacı Süleyman (Başçarkçı), İsmail (Kâtip), Hasan (Lostromo), Göreleli Şükrü oğlu Temel (Serdümen), Ali oğlu Basri (Serdümen), Rizeli Süleyman oğlu Maksut (Ambarcı), Silivrili Hasan oğlu Ahmet (Ambarcı), Süleyman oğlu Cemil (Tayfa), Hüseyin oğlu Rahmi (Tayfa), Mesut oğlu Temel (Tayfa), Muharrem oğlu Hacı Tevfik (Birinci kamarot), İbrahim oğlu Mehmet (Kamarot), Mustafa oğlu Halit (Kamarot yamağı), Yusuf oğlu Halit (Ateşçi), Hasan oğlu Mehmet (Kömürcü), Mehmet Ali oğlu Ömer, Faik (Kömürcü), İsmail Hakkı (Vinççi), Ali (Vinççi).

GEMİ MÜRETTEBATI 

İsmail Hakkı Kaptan (Süvari), Üsküdarlı Tahsin (İkinci Kaptan), Mehmet Ağa oğlu Hacı Süleyman (Başçarkçı), İsmail (Kâtip), Hasan (Lostromo), Göreleli Şükrü oğlu Temel (Serdümen), Ali oğlu Basri (Serdümen), Rizeli Süleyman oğlu Maksut (Ambarcı), Silivrili Hasan oğlu Ahmet (Ambarcı), Süleyman oğlu Cemil (Tayfa), Hüseyin oğlu Rahmi (Tayfa), Mesut oğlu Temel (Tayfa), Muharrem oğlu Hacı Tevfik (Birinci kamarot), İbrahim oğlu Mehmet (Kamarot), Mustafa oğlu Halit (Kamarot yamağı), Yusuf oğlu Halit (Ateşçi), Hasan oğlu Mehmet (Kömürcü), Mehmet Ali oğlu Ömer, Faik (Kömürcü), İsmail Hakkı (Vinççi), Ali (Vinççi).

ATLAS TARİH 2019

İlber Ortaylı’dan Mustafa Kemal’in “ilk adım” kararı: “Samsun’a, İstanbul’a dönmek için çıkmadı”

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap