Anasayfa Panorama Eco’nun İstanbul’u

Eco’nun İstanbul’u

İtalyan göstergebilimci ve yazar, çağımızın en üretken entelektüellerinden Umberto Eco, 19 Şubat 2016’da 84 yaşında hayata gözlerini yumdu. Eco, 1999’da Atlas’ın İstanbul Özel Sayısı için Türkiye’ye davet ettiği yazarlar arasında bulunuyordu. “Tek ve Ruhani Üçlü Olarak İstanbul” başlıklı yazısında Eco şehrin kendini birden bire değil, yavaş yavaş ortaya koyan yerlerden olduğunu söylemişti…

Fotoğraf: Gökhan Tan

Tek ve Ruhani Üçlü Olarak İstanbul

Jor­ge Lo­uis Bor­ges’in, Aleph ad­lı ya­pı­tın­da­ki, Esi­rin ve Sa­vaş­çı­nın Hi­ka­ye­si’nde, bir gün kav­miy­le, ku­şat­mak ve fet­het­mek ama­cıy­la Ra­ven­na ön­le­ri­ne ge­len Lom­bar­di­alı bar­bar Droc­tulft’tan söz edi­lir. Droc­tulft, ül­ke­si­nin or­man­la­rın­dan ge­li­yor­du, “ce­sur, ma­sum, acı­ma­sız”dı, bil­di­ği tek yer­le­şim bi­ri­mi, or­man­da­ki ku­lü­be­ler­di ve şim­di ilk kez bir kent gö­rü­yor­du.

Onu, ufuk­ta ya­vaş ya­vaş be­li­ren Ra­ven­na’nın du­var­la­rı­nı, ku­le­le­ri­ni ve da­ha ön­ce hiç gör­me­di­ği baş­ka şey­le­ri sey­re­der­ken ha­yal ede­bi­li­riz. Bor­ges’in an­lat­tı­ğı gi­bi; ken­tin ser­vi­le­ri ve mer­mer­le­riy­le, dü­zen­siz­lik ya­rat­ma­dan bir ara­ya gel­miş pek çok öğe­nin bü­tün­lü­ğüy­le, hey­kel­le­ri, ta­pı­nak­la­rı, bah­çe­le­ri, sü­tun­la­rı ve sü­tün baş­lık­la­rıy­la, dü­zen­li ve açık alan­lar­dan mey­da­na gel­miş bir te­şek­kül­le kar­şı­la­şır. He­nüz in­ce­li­ği bil­me­yen, ama ru­hu­nun de­rin­lik­le­rin­de bu­nu seç­me­si­ni sağ­la­yan ölüm­süz bil­gi­ye sa­hip Droc­tulft, bir çe­şit kar­ma­şık iş­le­yiş gö­rür. O an­da diz çö­ke­rek, fet­het­me­ye ve yık­ma­ya git­ti­ği bu “şey” kar­şı­sın­da­ki ye­nil­gi­si­ni açı­ğa vu­rur. Droc­tulft, “kent”in bek­len­me­dik sürp­ri­ziy­le vu­ru­lur, kav­mi­ni terk eder, Ra­ven­na için çar­pı­şır (ve ölür).

Hak­kın­da sa­yı­sız ki­tap oku­duk­tan son­ra İstanbul’a gel­me­nin, bu ef­sa­ne­vi Lom­bar­dın şaş­kın­lı­ğı­nı ye­ni­den du­yu­ra­ca­ğı­na ina­nı­yo­rum. (İstanbul’a yol­cu­luk, es­ki za­man­lar­dan gü­nü­mü­ze ken­di­ne öz­gü ku­ral­la­rıy­la ya­zın­sal bir tür oluş­tu­rur ve ge­liş da­ima hız­lı­lı­ğı ön­gö­rür.) Bel­ki de bu­nun ne­de­ni ba­zı kent­le­rin ki­şi­yi uzak­tan tas­vir et­me im­kâ­nı ver­me­den bir­den­bi­re içi­ne alı­ver­me­si ve (Lond­ra, Ro­ma, Pa­ris gi­bi) ba­zı­la­rı­nın­sa ken­di­ni sa­kın­ma­dan yak­laş­tık­ça ya­vaş ya­vaş (New York’un böy­le ol­du­ğu dü­şü­nü­le­bi­lir) or­ta­ya koy­ma­sı­dır. Kuş­ku­suz İstanbul ikin­ci tip kent­ler­den. En azın­dan –bir za­man­lar ol­du­ğu gi­bi– de­niz­den ge­len­ler için… Ge­mi, İstanbul Bo­ğa­zı’ndan da gel­se, Ça­nak­ka­le Bo­ğa­zı’ndan da, her du­rum­da Ha­liç’in önün­den ge­çe­rek, ken­ti çe­şit­li gö­rüş nok­ta­la­rın­dan, bir çe­şit si­ne­ma­tog­ra­fik kay­dır­may­la or­ta­ya ko­yar.

Bü­tün İstanbul tas­vir­le­ri ara­sın­da bel­ki de en si­ne­ma­tog­ra­fik ola­nı, dün­ya­da pek az ta­nı­nan bir ya­zar olan Ner­val’in­ki­dir. Bu­nu Ga­uti­er, Fla­ubert, Lo­ti ve Ed­mon­do De Ami­cis’in­ki­ler iz­ler. İtal­ya’da bü­tün genç­ler (en azın­dan 1886’dan be­nim nes­li­me ka­dar) De Ami­cis’in, gü­zel duy­gu­lar­la yük­lü, dü­şün­me­ye yö­nel­ten ki­ta­bı Ço­cuk Kal­bi ile ye­tiş­ti­ler. De Ami­cis iyi bir ya­zar ol­ma­nın ya­nı sı­ra Cos­tan­ti­no­po­li (1874) ad­lı ya­pı­tın­da gö­rül­dü­ğü gi­bi iyi bir ga­ze­te­ciy­di. De Ami­cis’in az bi­li­nen, o gü­ze­lim rö­por­ta­jı, ilk İstanbul se­ya­ha­tim­de ba­na eş­lik et­ti.

Ami­cis gi­bi ben de bu se­ya­ha­ti, fark­lı ve ta­ma­men bek­len­me­dik ne­den­ler­den do­la­yı yıl­lar­ca ge­cik­tir­miş­tim. Bu ken­ti fo­toğ­raf­lar, gra­vür­ler, re­sim­ler, an­la­tı­lar ve hat­ta es­ki ha­ri­ta­lar­la ha­yal et­me­ye de­vam edi­yor­dum. Te­sa­düf ese­ri an­la­şı­lan kent­ler var­dır. Di­ğer­le­ri ise uzun ha­zır­lık is­te­yen, de­rin­le­me­si­ne bil­gi ve ha­yal gü­cü­nün ka­rı­şı­mıy­la kav­ra­na­bi­len kent­ler­dir. İstanbul’u keş­fet­mek için bel­ki de pek çok zi­ya­ret ya­pıl­dı. Bu ne­den­le ben ger­çek ken­ti ye­ni­den or­ta­ya çı­kar­mak için bir ar­ke­olog gi­bi kaz­ma­lıy­dım, bu ki­şi­sel İstanbul’un al­tın­dan or­ta­ya çı­kar­dık­la­rı­mı iş­le­me­li ve kul­lan­ma­lıy­dım.

Bir di­ğer ge­rek­si­nim, ken­tin al­tın­dan baş­ka­la­rı­nın bul­duk­la­rı­nı çı­kar­mak… İstanbul’a ge­lir­ken eli­min al­tın­da De Ami­cis’in met­ni­nin bu­lun­ma­sı­nın ne­de­ni de bu. Öy­le ki, o be­nim bu­gün gö­re­me­dik­le­ri­mi gör­müş­tü. Her şey­den ön­ce De Ami­cis de­niz­den ge­lir. Do­kuz gün­lük de­niz yol­cu­lu­ğu­nun son ge­ce­sin­de kap­ta­nın, “Bey­ler! Ya­rın sa­bah şa­fak­ta İstanbul’un ilk mi­na­re­le­ri­ni gö­re­ce­ğiz.” anon­suy­la, gü­zel bir mis­tik ha­zır­lık ya­par. Yol­cu De Ami­cis pek az uyur, gün­do­ğu­mu­nu ha­ber ve­ren loş ışı­ğı gö­rür gör­mez gü­ver­te­ye çı­kar ve ha­yal kı­rık­lı­ğıy­la la­net eder, çün­kü sis var­dır.

Ama kap­tan içi­ni ra­hat­la­tır. Sis, İstanbul’a gi­ri­şi da­ha da gü­zel ha­le ge­ti­re­cek­tir. Ge­mi pru­va­sı yö­nün­de Prens Ada­la­rı se­çi­lir ve o za­ma­nın sü­ra­tiy­le, Ha­liç’i gö­re­bil­me­le­ri­ne yo­ru­cu iki sa­at da­ha var­dır. Ken­te yu­dum yu­dum ta­dı­na va­ra­rak yak­la­şır­lar. Bir sa­at­lik de­niz yol­cu­lu­ğun­dan son­ra kap­tan par­ma­ğıy­la be­yaz bir nok­ta­yı, çok yük­sek bir mi­na­re­nin ucu­nu işa­ret eder. Son­ra ya­vaş ya­vaş mi­na­re­nin di­bin­de baş­ka ev­le­rin şe­kil­le­ri ve renk­le­ri se­çi­lir, baş­ka mi­na­re­le­rin gül ren­gi­ni al­mış siv­ri uç­la­rı, ev­le­rin al­tın­da sur­lar ve on­la­rın ka­ran­lık ku­le­le­ri ya­vaş ya­vaş gö­rü­lür ama ev­ler upu­zun ve yek­ne­sak bir di­zi ha­lin­de sı­ra­lan­mak­ta, kent bir ova­ya uzan­mış gi­bi gö­rün­mek­te­dir. Ve son­ra, sis­ler ara­sın­dan; “ko­ca­man bir göl­ge, hâ­lâ bir sis ta­ba­ka­sıy­la ör­tü­lü, çok bü­yük, za­rif ve gör­kem­li bir bi­na, bir te­pe­nin üze­rin­den gök­yü­zü­ne doğ­ru yük­se­li­yor, uç­la­rı gü­ne­şin ilk ışık­la­rıy­la gü­müş gi­bi par­la­yan upu­zun, çok in­ce dört mi­na­re­nin or­ta­sın­da ih­ti­şam­la yu­var­lak­la­şı­yor­du”.

Bu­ra­sı Aya­sof­ya’ydı ve onu an­sı­zın boş­luk­ta yük­se­lir­ken gör­mek her­hal­de gü­zel ol­ma­lıy­dı…

Bu nok­ta­da ön­le­rin­de­ki bek­len­me­dik sürp­riz de­vam eder, sa­bah bu­ğu­sun­da ye­ni ku­le­ler ve ye­ni kub­be­ler, yi­ne ışık­lı ev­le­rin üze­rin­de ren­gâ­renk ev­ler or­ta­ya çı­kar, gi­rin­ti­li çı­kın­tı­lı ve kap­ris­li, be­yaz, ye­şil, pem­be ve pı­rıl­tı­lı kı­yı­lar be­li­rir. Ama sis hâ­lâ bo­ğa­zın gi­ri­şi­ni ört­mek­te­dir ve ge­mi dur­mak zo­run­da ka­lır. Yol­cu­ya, he­nüz üze­ri­ni kap­la­yan sis­ten kur­tul­mak için yal­nız ba­şı­na ha­re­ket eden şeh­ri gör­me im­kâ­nı ve­rir. So­nun­da va­pur ye­ni­den ha­re­ket eder ve Sa­ray te­pe­si­nin aşa­ğı­sın­dan, ser­vi­le­rin, çam­la­rın ve çı­nar ağaç­la­rı­nın sen­fo­ni­si­ni din­le­ye­rek, köşk­le­rin ve müş­te­mi­lat­la­rın ça­tı­la­rı­nın, kub­be­le­rin, par­mak­lık­lı pen­ce­re­le­rin, dür­bün­le ha­yal me­yal gö­rü­len ara­besk ka­pı­la­rın, la­bi­rent bah­çe­le­rin, ge­çit­le­rin ve yol­cu­nun an­la­ma­ya ça­lış­tı­ğı giz­li kö­şe­le­rin önün­den ge­çer.

So­nuç ola­rak, De Ami­cis’in say­fa say­fa bu ge­liş üze­ri­ne yaz­dık­la­rı­nı bu­ra­da tek­rar­la­mam ge­rek­siz; gü­neş ışı­ğın­da Üs­kü­dar’ın an­sı­zın or­ta­ya çı­kan gö­rün­tü­sü, Ga­la­ta ve Pe­ra’nın ışık­lı gö­rü­nü­şü, bin renk­li kü­çük ev­le­rin sen­fo­ni­si, ağaç kü­me­le­ri ve “kü­çük li­man­lar, ya­lı­lar, ka­sır­lar, köşk­ler, ko­ru­lar, uzak­ta­ki si­sin için­den, sa­de­ce gü­ne­şin par­lat­tı­ğı ça­tı­la­rı gö­rü­nen ha­yal me­yal baş­ka köy­ler, in­sa­nı çıl­gın­lar gi­bi ba­ğır­ta­cak bir renk cüm­bü­şü, bir bo­ta­nik zen­gin­li­ği, ön­ce­den dü­şü­nül­me­miş bir­ şey, bir haş­met, bir haz, bir za­ra­fet…”

Ben bu Kons­tan­ti­no­upo­lis’i gö­re­me­dim, çün­kü ken­te için­den gel­dim. Çün­kü As­ya kı­yı­sın­dan va­pur­la Mar­ma­ra De­ni­zi’ni aşar­ken, ken­tin göz­le­ri­min önün­den ak­tı­ğı an, gü­nün or­ta­sıy­dı ve sis yok­tu. (Ko­nak­la­dı­ğım sü­re­ce tek bir gü­neş­li gün ol­du, İstanbul’u sa­de­ce bir gün ışı­ğa bu­lan­mış, bah­çe­le­ri­nin ye­şi­li ve te­pe­le­ri al­tın ren­gi­ni al­mış ola­rak gör­düm.) Çün­kü eğer sis ol­say­dı, ya­vaş ya­vaş da­ğı­lır­ken, or­ta­ya De Ami­cis’in gör­dü­ğü so­kak­lar ve köy­ler de­ğil ama kub­be­le­rin, mi­na­re­le­rin ve di­ğer mo­dern bi­na­la­rın bir­lik­te­li­ği çı­kar­dı… Bu­nun­la bir­lik­te ge­li­şim­den bir­kaç sa­at son­ra, Ga­la­ta Ku­le­si’nin te­pe­si­ne çık­tım ve gün­ba­tı­mı­nın ışı­ğıy­la yı­ka­nan ken­ti gör­düm. Ve bir baş­ka gün, ara­bay­la Bo­ğaz kı­yı­sı­nı do­laş­tım. Ha­liç Li­ma­nı’nı aşar­ken bi­le De Ami­cis’in he­ye­ca­nı­nın bir par­ça­sı­nı ben de duy­dum.

Üze­ri­ne ne ka­dar çok şey ya­zıl­mış ol­sa da baş­ka­la­rı­nın an­lat­tı­ğı ken­ti kav­ra­mak her za­man müm­kün ol­mu­yor. Ga­la­ta Li­ma­nı’nda, De Ami­cis’in, şa­fak­tan gün­ba­tı­mı­na dek şa­hit ol­du­ğu in­san akı­mı­nı; se­def ve fil­di­şi kak­ma­lı bir tah­tı­re­van­dan usul­ca ba­şı­nı uza­tan o Er­me­ni ha­nı­mı, ipek sa­rık­lı ve ma­vi kaf­tan­lı ih­ti­yar Türk’ün pe­şi sı­ra ar­dın­da ter­cü­ma­nıy­la at üs­tün­de bir Rum’u, ko­nik kü­la­hıy­la bir der­vi­şi, ast­ra­gan kal­pak­la­rıy­la İran­lı as­ker­le­ri, sa­çı ba­şı da­ğıl­mış bir Çin­ge­ne ka­dı­nı, Ka­to­lik pa­pa­zı, ih­ti­yar Mu­se­vi­yi, ha­rem ka­dın­la­rı­nın önün­den yü­rü­yen bir ha­re­ma­ğa­sı­nı, may­mun ta­şı­yan Af­ri­ka­lı bir esi­ri, fal­cı kı­lık­lı bir la­fa­za­nı (Ama De Ami­cis bun­la­rı ger­çek­ten gör­müş ola­bi­lir mi? Ve­ya en azın­dan hep­si­ni bir­lik­te gö­re­bil­miş mi­dir? Yok­sa çe­şit­li gün­ler­de gör­dük­le­ri­ni bir ara­ya ge­ti­re­rek patch­work ça­lış­ma­sı mı yap­mış­tır?) gör­mek­te ıs­rar ede­mem. Her du­rum­da ken­di İstanbul’umu keş­fet­me­li ve di­ğer­le­ri­nin­ki­ni bir ta­ra­fa bı­rak­ma­lıy­dım.

Yol­cu­luk de­ne­yim­le­rim ba­na, her cad­de­yi ve her mey­da­nı an­la­tan de­ne­yim­li bir reh­ber eş­li­ğin­de, bir yer­den di­ğe­ri­ne ara­bay­la yer de­ğiş­ti­re­rek do­laş­ma­nın, bir ken­ti an­la­ma­mak için ne­re­dey­se bi­lim­sel bir tarz ol­du­ğu­nu söy­lü­yor. Bu­nun ter­si­ne, bir ken­ti iyi ta­nı­ma­nın tek yo­lu; yar­dım is­te­me­den, yü­rü­ye­rek, kay­bo­la­rak ve müm­kün­se plan da­hi kul­lan­ma­dan yal­nız do­laş­mak, bur­nu­nun git­ti­ği ye­re git­mek, kent gü­ne­şi­nin, ko­ku­nun ve yan­kı­nın gös­ter­di­ği yo­lu iz­le­mek­tir.

Bir kent­te kay­bol­ma­dan ön­ce, kuş­ku­suz ge­ri dö­nü­le­cek (bu nok­ta­da prob­lem yok, en azın­dan otel ola­bi­lir) ve ay­nı za­man­da gi­di­le­cek bir he­def ta­yin et­mek ge­re­kir. Yok­sa, ken­di­ni­zi öy­le­ce yol­la­ra vu­rur­sa­nız, se­çim yap­mak­ta zor­la­nıp, as­la kay­bo­la­maz­sı­nız. Bir kent­te kay­bol­mak, an­cak ya­nıl­ma­lar so­nun­da müm­kün­dür.

Ör­ne­ğin De Ami­cis, ge­zi­si­ni ya­par­ken, ka­fa­sın­da sı­nır­la­rı bel­li, yü­rü­ye­rek aşa­ca­ğı epey uzun ve üç uy­gar­lık ara­sın­da ger­çek­le­şen bir gü­zer­gâh be­lir­ler. Bu gü­zer­gâh fi­zik­sel­dir, çün­kü ta­ri­hi bel­li­dir. An­tik sur­lar­dan, Tek­fur Sa­ra­yı bo­yun­ca, Mar­ma­ra De­ni­zi’nin kı­yı­la­rın­dan Ha­liç… Bu gü­zer­gâh ay­nı za­man­da sim­ge­sel­dir de. Çün­kü bu yol bo­yun­ca haç ve hi­lal çar­pış­mış, kent 1453 yı­lın­da, 2. Meh­met ta­ra­fın­dan ku­şa­tı­lıp, bu­ra­da ele ge­çi­ril­miş­tir.

Bir Ba­tı­lı­nın gö­züy­le ba­kın­ca kuş­ku­suz ak­la yat­kın, ka­çı­nıl­maz bir gü­zer­gâh. Zi­ya­ret edi­len yer­le­rin o ana ka­dar ikin­ci Ro­ma’ya ait ol­du­ğu, bü­tün Do­ğu’nun Hı­ris­ti­yan me­de­ni­ye­ti al­tın­da ol­ma­sı ve yi­ne ay­nı yer­de Os­man­lı’nın bü­yük­lü­ğü­nün sem­bo­lü ha­li­ne ge­li­şi dü­şü­nü­lür­se… Ca­mi­ye dö­nüş­tü­rü­len bü­yük ki­li­se­ler ve ay­nı gü­nün ak­şa­mı skyli­ne’ın (gök çiz­gi­si) ra­di­kal bir şe­kil­de de­ğiş­me­si… Bu dü­şün­ce­ler, De Ami­cis’in zi­ya­re­ti­ni pa­te­tik bir ha­le ge­ti­rir. Öy­le ki, Kons­tan­ti­no­upo­lis’e ka­dar bir Hı­ris­ti­yan im­pa­ra­tor­lu­ğu­nun baş­ken­tin­de­dir. Ba­tı Hı­ris­ti­yan­lı­ğı­nın ken­di dı­şın­da bir­ şey gi­bi dü­şün­dü­ğü, ge­ri­le­me­nin baş­lan­gı­cı­nı sap­ta­dı­ğı ve mez­hep fark­lı­lı­ğıy­la uzak dur­du­ğu bir he­def. Kent, Hı­ris­ti­yan­lık kar­şı­tı Müs­lü­man­la­rın baş­ken­ti olun­ca ilk şo­ku ya­vaş ya­vaş at­la­tır (16. ve 17. yüz­yıl­lar ara­sı) böy­le­lik­le Kons­tan­ti­no­upo­lis bir ih­ti­ras nes­ne­si ha­li­ne ge­lir, Ba­tı’nın eg­zo­tik ha­yal gü­cü­nü ha­re­ke­te ge­çi­rir. Kent, üze­ri­ne ede­bi ya­zı­lar ya­zı­lan bir me­ta ha­li­ne ge­lir. O ana ka­dar Ba­tı Hı­ris­ti­yan dün­ya­sı ta­ra­fın­dan “ne­re­dey­se” se­vil­mez­ken, ra­di­kal bir de­ği­şik­li­ğe uğ­ra­dı­ğın­da, fark­lı­lı­ğın ta­pı­na­ğı ha­li­ne ge­ti­ri­lir.

Tam ola­rak an­la­mak ve çe­liş­ki­li duy­gu­lar üze­ri­ne ko­nu­şa­bil­mek için, ben baş­ka bir ku­şat­ma çiz­gi­si­ni ta­kip ede­rek ken­tin baş­ka bir yü­zü­nü ara­ma­yı seç­tim, 1204’te­ki Kons­tan­ti­no­upo­lis’in iz­le­ri­ni ara­dım. De Ami­cis’in ki­ta­bı­nı din­len­me­ye bı­ra­ka­rak, ken­ti ta­rih­çi Ni­ke­tas Kho­ni­ates (Bi­zans sa­fın­dan) ve Haç­lı­lar sa­fın­dan iki ta­rih­çi Ro­bert de Clary ve Vil­le­har­do­uin’in ba­kı­şıy­la do­laş­tım.

Bu ku­şat­ma ve bu dü­şüş, da­ha da deh­şet ve­ri­ciy­di –en azın­dan ma­ne­vi açı­dan– 15. yüz­yıl­da­ki Os­man­lı ku­şat­ma­sı için bir alış­tır­ma gi­biy­di. Çün­kü bu Kons­tan­ti­no­upo­lis’in ilk kez ku­şa­tıl­ma­sı ve ya­kı­lıp yı­kıl­ma­sıy­dı. Ba­tı Hı­ris­ti­yan­lı­ğı­nın baş­ken­ti, Hı­ris­ti­yan mi­lis­ler top­la­ya­rak, İsa adı­na “Kut­sal Top­rak”ı ge­ri al­mak üze­re ha­re­ke­te geç­miş­ti.

Haç­lı­lar, (Fran­sız­lar ve Fla­man­lar) 1203 yı­lın­da Kut­sal Top­rak için yo­la çı­kar­lar, bu ara­da Ku­düs, Se­la­hat­tin Ey­yu­bi ta­ra­fın­dan ye­ni­den ele ge­çi­ril­di­ği için, Ve­ne­dik ge­mi­le­ri­ni kul­lan­ma­la­rı zo­run­lu­dur ama ye­ter­li pa­ra­la­rı yok­tur. Bu­nun üze­ri­ne Ve­ne­dik­li­ler on­lar­dan yol üze­rin­de­ki Za­ra ken­ti­ni bo­yun­du­ruk al­tı­na al­mak için yar­dım is­ter­ler. Böy­le­ce Za­ra’yı fet­he­der­ler. Bu­ra­da, kar­de­şi 3. Alek­si­os An­ge­los ta­ra­fın­dan Bi­zans tah­tın­dan in­di­ril­miş olan im­pa­ra­tor 2. Isa­ki­os’un oğ­lu Alek­si­os or­ta­ya çı­kar. Genç prens, im­pa­ra­tor­lu­ğu ele ge­çir­mek için Haç­lı­la­rın yar­dı­mı­nı is­ter, bu­na kar­şı­lık ger­çek bir ha­zi­ne ve ge­le­cek­te­ki Haç­lı se­fe­ri için güç­lü bir as­ke­ri des­tek sö­zü ve­rir. An­cak Alek­si­os da­ha son­ra bu va­at­le­ri­ni ye­ri­ne ge­tir­me­yi er­te­le­ye­cek­tir. Ve böy­le­ce 26 Tem­muz 1203 sa­ba­hı, Ve­ne­dik fi­lo­la­rı, Mar­ma­ra De­ni­zi kı­yı­la­rın­da­ki sur­la­rın önün­de ge­çit tö­re­ni ya­par­lar. Rüz­gâr­da sa­vaş bay­rak­la­rı ve san­cak­lar dal­ga­lan­mak­ta, ka­dır­ga­la­rın ke­nar­la­rın­dan ren­gâ­renk kal­kan­lar uza­yıp git­mek­te­dir. Bi­zans­lı­lar sur­lar­dan en­di­şe için­de bu gö­rün­tü­ye ta­nık­lık eder­ken, Haç­lı­lar ya­vaş ya­vaş (De Ami­cis gi­bi) sa­bah ışı­ğın­da be­lir­me­ye baş­la­yan şeh­rin far­kı­na va­ra­rak, he­ye­can­la bağ­rı­şır­lar…

Haç­lı fi­lo­su de­mir at­mak üze­re Üs­kü­dar’a gi­der. Ama 6 Ağus­tos’ta Ga­la­ta’ya sal­dı­rır. Bu­ra­da Kons­tan­ti­no­upo­lis’i bü­tün gör­ke­miy­le gö­rür ve bu dür­tüy­le, ege­men­lik kur­ma­sı ge­rek­ti­ği­ne ina­nır. Haç­lı­lar, gü­zel ve sa­dık ge­li­ni, ken­di efen­di­sin­den kur­tar­ma­ya gön­de­ril­miş bi­rer şö­val­ye gi­bi, bu göz ka­maş­tı­rı­cı gü­zel­li­ği on­dan ge­ri al­mak is­te­me­nin ya­nı sı­ra, onu ar­zu et­me­ye de baş­lar­lar. Ora­da bu­lun­ma­la­rı­nın bir di­ğer se­be­bi­nin de ken­ti ya­sal sa­hi­bi­ne ge­ri ver­mek ol­du­ğu­nu dü­şü­nen Haç­lı­lar, ken­ti ele ge­çi­rir ge­çir­mez, bi­linç­siz­ce, gü­zel bir avın ta­dı­na ba­kar gi­bi onu yağ­ma­lar­lar.

Be­nim zi­ya­re­tim ku­şat­ma­nın baş­la­dı­ğı yer­de baş­lı­yor, ku­ze­ye doğ­ru sur­la­rın cep­he­sin­den, Blak­her­nai (Ay­van­sa­ray) önün­den. Bu­ra­da hiç­bir da­ya­na­ğı ol­ma­yan bir ku­şat­ma ya­pıl­dı; gü­zel bir ge­çit tö­re­ni, bir­kaç yi­ğit­çe ça­tış­ma, ren­gâ­renk kı­ya­fet­ler ve Ve­ne­dik ge­mi­le­rin­dey­ken par­la­yan, de­niz­den sal­dı­ran si­lah­lar. Aşa­ğı yu­ka­rı sur çiz­gi­si bo­yun­ca, bu­gün ya­kı­nın­dan Ata­türk Köp­rü­sü’nün geç­ti­ği Blak­her­nai’a gi­der­ler. Sur­la­ra ilk ge­len Ve­ne­dik­li­ler ya­kın­da­ki ev­le­ri ate­şe ve­rir­ler, böy­le­ce ilk yan­gın ya­yı­lır ve ken­tin Blak­her­nai’dan Cris­to Be­ne­fat­to­re Ma­nas­tı­rı’na ka­dar bü­yük bir bö­lü­mü­nü ve he­men he­men sur­la­ra ka­dar olan kıs­mı­nı ya­kıp kül eder.

Bu olay kar­şı­sın­da im­pa­ra­tor 3. Alek­si­os, de­ğer­li taş­la­rı ve al­tın pa­ra­la­rı ala­rak ta­ban­la­rı yağ­lar. Kent­li­ler ne ya­pa­cak­la­rı­nı şa­şı­rır­lar, dev­rik Isa­ki­os’u ser­best bı­rak­mak için ha­pis­ha­ne­ye ko­şar­lar ve onu tah­ta ge­çi­rir­ler. Onun­la bir­lik­te, eşit şart­lar­da, Haç­lı­lar ta­ra­fın­dan des­tek­le­nen Isa­ki­os’un oğ­lu Alek­si­os’un da (4. Alek­si­os) im­pa­ra­tor­lu­ğu­nu ta­nır­lar. Böy­le­ce Haç­lı­lar ken­te gi­rer­ler, pa­ra­la­rı­nın öden­me­si­ni bek­ler­ken, Pe­ra’ya or­du­gâh ku­ra­rak bu­ra­ya yer­le­şir­ler. Isa­ki­os ve Alek­si­os sa­hip ol­duk­la­rın­dan da­ha faz­la­sı­nın sö­zü­nü ver­miş­ler­dir ve ye­ter­li al­tın­la­rı yok­tur. Ye­ni ver­gi­ler­le te­ba­la­rı­nın mal var­lık­la­rı­na el ko­yar­lar. Bu ara­da Haç­lı­lar ken­te gi­riş yol­la­rı­nı tut­muş­lar­dır ve halk­la ara­la­rın­da sür­tüş­me­ler baş­la­mış­tır. Bir grup Fla­man, Pi­za­lı ve Ve­ne­dik­li, Ku­zey Af­ri­ka­lı Müs­lü­man­la­rın so­ka­ğın­da ağız kav­ga­sı baş­la­tır­lar. Haç­lı­lar da­ha da kö­tü­sü­nü ya­pa­rak, çev­re­de­ki ev­le­ri ate­şe ve­rir­ler. Yan­gın bir an­da ya­yı­lır, ken­ti Ha­liç bo­yun­ca ya­kıp kül ede­rek Hi­pod­rom’a hat­ta ne­re­dey­se Aya­sof­ya’ya ka­dar ge­lir.

Ocak 1204’te 5. Alek­si­os Murt­zuph­los, genç Alek­si­os An­ge­los’u boğ­du­ra­rak im­pa­ra­tor­lu­ğu ele ge­çi­rir. Bun­dan son­ra Haç­lı­lar ve Bi­zans­lı­lar doğ­ru­dan kar­şı kar­şı­ya ge­lir­ler, du­rum sal­dı­rı­ya dö­nü­şür. Bu olay­lar sı­ra­sın­da sal­dır­gan­lar ye­ni­den pek çok evi ate­şe ve­rir­ler (ve üçün­cü yan­gın ya­yı­lır). Do­kuz ay­dır yan­gın­lar­la yağ­ma­la­nan Kons­tan­ti­no­upo­lis ar­tık tü­ken­miş­tir, 5. Alek­si­os da kaç­mış ama bu kez Haç­lı­la­rın tah­ta çı­ka­ra­cak­la­rı kim­se kal­ma­mış­tır (da­ha son­ra Flandr­lı Ba­udo­uin im­pa­ra­tor ola­rak se­çi­le­cek, Do­ğu im­pa­ra­tor­lu­ğu, ya­rım asır­dan uzun bir za­man Ba­tı ta­ra­fın­dan yö­ne­ti­le­cek­tir).

Kons­tan­ti­no­upo­lis sa­vaş­ta yağ­ma­lan­dı, yok edi­len düş­man­lar ise ken­tin sa­kin­le­riy­di. Ki­li­se­ler her tür­lü zen­gin­lik­ten yok­sun bı­ra­kıl­dı, sa­ray­lar is­ti­la edil­di ve so­yul­du. Kent­li­ler ha­zi­ne­le­ri­nin yer­le­ri­ni gös­ter­me­dik­le­ri için iş­ken­ce­ye ma­ruz kal­dı­lar, ço­cuk­la­rın if­fet­le­ri teh­dit edil­di… Ba­tı­lı ta­rih­çi­ler mey­da­na ge­len ola­yın so­nuç­la­rı­nı ço­ğun­luk­la göz ar­dı eder­ler. Bi­zans­lı ta­rih­çi­ler­se ken­tin yı­kı­mı­nı tas­vir eder­ken bel­ki bi­raz abar­tır­lar. El­bet­te çir­kin bir dö­nem an­la­tı­lı­yor­du, öy­le ki; öf­ke­den kö­pü­ren Ni­ke­tas Kho­ni­ates, ken­tin yaz­gı­sı üze­ri­ne ağ­la­mak­lı şi­ka­yet­le­ri­ni di­le ge­ti­rir­ken, Haç­lı­lar­la sa­va­şıp Ku­düs’ü ye­ni­den ele ge­çi­ren Se­la­hat­tin’i yü­ce gö­nül­lü bir in­san ola­rak anım­sa­ya­cak­tı. Hal­bu­ki ha­cı­la­rı ko­ru­yan sü­va­ri­le­rin ka­fa­la­rı­nı uçu­ran Se­la­hat­tin’in ma­sum ol­du­ğu­nu söy­le­­mek de zor… Ama kı­yas­la­ma yap­mak ge­rek­siz: Ku­düs’te ta­nık olu­nan çar­pış­ma, acı­ma­sız düş­man­lar ara­sın­day­dı. Bu­ra­da­ki ise kar­deş­ler ara­sın­da­ki bir hay­dut­luk ey­le­mi…

İş­te bu ku­şat­ma ve fe­tih an­la­rı­nın iz­le­ri­ni arar­ken ve da­ha son­ra Si­liv­ri’ye sı­ğı­nan Ni­ke­tas Kho­ni­ates’in ai­le­siy­le bir­lik­te ka­çar­ken, ken­tin mo­loz do­lu, ya­nan cad­de­le­ri bo­yun­ca iz­le­di­ği gü­zer­gâ­hı ye­ni­den bul­ma­ya ça­lı­şa­rak, İstanbul gün­le­ri­mi bi­tir­dim. So­luk ha­ra­be­ler ve or­ta­dan kay­bo­lan iz­le­rin pe­şin­de, yü­ze­yi si­lik­leş­miş, ye­ral­tın­dan ge­çen yol­la­rıy­la Ye­re­ba­tan Sar­nı­cı’nda an­tik Bi­zans’a ula­şa­rak, şans ese­ri ve ne­re­dey­se te­sa­dü­fi ola­rak Aya iri­ni’de­ki Hı­ris­ti­yan ka­lın­tı­sı San Sal­va­to­re’yi ye­ni­den bul­mak için yü­rü­düm…

Ama yi­ne de amaç kay­bol­mak­tı. Ve ken­di­mi kay­be­de­rek ay­nı za­man­da açık­ça ara­ma­dı­ğım ken­ti de bul­dum. Böy­le­ce 1203-1204 ku­şat­ma­sı­nın iz­le­ri üze­rin­de, Ga­la­ta Ku­le­si’nin çev­re­sin­de ha­yal­le­re da­la­rak, ku­zey­do­ğu­ya doğ­ru tır­ma­nır­ken, se­ma­zen­le­rin se­ma ayin­le­ri­ni* gö­re­bil­dim. Ken­di­me Haç­lı­la­rın ne­re­de ka­rar­gâh kur­muş ola­bi­le­cek­le­ri­ni so­rar­ken, İs­tik­lal Cad­de­si çev­re­sin­de­ki ca­fe­le­rin ve res­to­ran­la­rın ge­ce ya­şa­mı­nı keş­fet­tim, gel­dik­le­rin­de ka­ra­ya çık­tık­la­rı kı­yı­yı zi­ya­ret eder­ken ken­di­mi an­sı­zın Ka­dı­köy’de bul­dum (ve­ya bul­du­ğu­mu san­dım ama ay­nı şey sa­yı­lır), De Ami­cis’in, Ga­la­ta Köp­rü­sü üze­rin­de gö­rüp öf­ke­len­di­ği mil­let­le­rin bu mo­za­iği ve giy­si­le­ri, yüz­le­ri gü­neş­ten yan­mış Ana­do­lu köy­lü­le­ri­nin oluş­tur­du­ğu bir tür et­nik caz, baş­la­rı ör­tü­lü genç­ler ve açık ba­cak­lar, de­niz­ci­ler…

Be­nim ta­rih ya­zar­la­rı­mın sö­zü­nü et­ti­ği ma­nas­tı­rı arar­ken dar so­kak­la­rı ge­ri­de bı­rak­tım ve ken­di­mi –bir­den­bi­re– Mi­mar Si­nan’ın yu­ka­rı­dan aşa­ğı­ya hâ­kim ya­pı­sı önün­de bul­dum. Ve­ne­dik­li­le­rin ve Ce­no­va­lı­la­rın ikâ­met et­tik­le­ri Ha­liç kı­yı­sın­dan, ka­rın­ca gi­bi in­san kay­na­yan uzun bir çat­la­ğa sız­dım ve ken­di­mi an­sı­zın Mı­sır Çar­şı­sı’nda bul­dum. Ve her ne ka­dar reh­ber­ler 19. yüz­yıl sey­yah­la­rı­nın an­lat­tı­ğı gi­bi ol­ma­dı­ğı­nı ya­zı­yor ol­sa da, her ne ka­dar ön­ce­le­ri ren­gâ­renk mal­lar­la te­pe­le­me do­lu çu­val­la­rın bu­lun­du­ğu ala­na son­ra­la­rı am­bar ve dük­kân­lar ya­pıl­mış ve plas­tik eş­ya­lar za­fer ka­zan­mış ol­sa da, göz­le gö­rü­le­me­yen ama ko­ku­su alı­nan, bir ge­ni­us lo­ci (me­kâ­nın ru­hu) sü­rüp gi­di­yor­du Mı­sır Çar­şı­sı’nda. Geç­mi­şe ve Do­ğu’ya ya­pı­lan gü­zel ko­ku­lu yol­cu­luk, ha­fif­çe baş dön­dü­re­rek bu­run­da so­na eri­yor­du. Ser­sem­le­me­mek için rıh­tı­ma çık­mak zo­run­da kal­dım, ne­re­dey­se gi­zem­li sa­yı­la­bi­le­cek Pan­de­li’nin, ka­pı­ya ba­kan du­var çi­ni­le­ri üze­ri­ne otur­dum, bal­la ya­pı­lan tat­lı­lar­dan bi­ri­ni ıs­mar­la­dım. Ka­nın da­mar­lar­dan akı­şı iş­le­nen bir gü­na­hın he­ye­ca­nı­nı ha­tır­la­tı­yor­du.

Bu nok­ta­da ar­tık Bi­zans’ta mı, Kons­tan­ti­no­upo­lis’te mi, yok­sa İstanbul’da mı ol­du­ğu­mu bi­le­mi­yor­dum. Üç uy­gar­lı­ğı ve üç dö­ne­mi ay­nı an­da kat et­ti­ğim, bir ge­zi yap­tı­ğı­mı fark et­tim. Oy­sa üç is­mi ve üç ta­ri­hi olan bu kent, as­lın­da hâ­lâ ay­nıy­dı. Bel­ki de sur­la­rı ara­sın­da sa­kal­lı Ki­li­se ba­ba­la­rı­nın yor­gun dü­şe­ne ka­dar, tes­li­sin sır­rı, ya­ni “bir şey”in na­sıl hem “bir” hem de “üç” ola­bil­di­ği üze­ri­ne tar­tış­ma­la­rı­nın bir te­sa­düf ol­ma­dı­ğı­nı dü­şün­düm.

İlk İstanbul se­ya­ha­tim­le il­gi­li iz­le­nim­le­rim bu­ra­da so­na eri­yor. Ge­le­cek de­fa ken­tin bir baş­ka yü­zü­nü keş­fe­de­ce­ğim.

Türk­çe­si: Sey­ra Fa­ral­ya­lı

*Ya­zar ori­ji­nal me­tin­de “der­viş­le­rin dan­sı” ifadesini kul­lan­mış­tır. Ç. N.

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap