Geçen ay bahara gittim. Her ne kadar tüm kış, bahar gibi geçtiyse de ben yine de baharı özledim. Aslında bu mevsimi İstanbul’da yaşamasını çok severim. Erguvanların Boğaz yamaçlarını boyamasını seyretmeye doyamam. Ama İstanbul’a eflatun renkli bahar ancak mayısta gelir. Onun için baharla erkenden buluşmak için güneye, Marmaris civarına gittim.
Yazı: Mehmet Yaşin / Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün
Bahar beni Turunç’ta bekliyordu. Turunç nerede derseniz; Marmaris’ten Bozburun’a doğru iki dağ, iki koy uzaklıkta. Virajlı bir tırmanışı ve virajlı bir inişi olan bir yoldan gidiliyor. Yolu çam ormanları gölgeliyor. Kışın bulutlar yolu sarmalayıp saklamaya çalışıyorlar.
İnişin orta yerinde birden masmavi koy pat diye karşınıza çıkıveriyor ki, görüntü nefesinizi kesiyor. Turunç kendi halinde bir yazlık belde olsa da ben kışını da çok seviyorum. Kışın çıt bile çıkmıyor.
Turunç’un yalnızlığını seviyorum. Kışın sesler kısılıyor, kimsesizleşiyor ama doğa güzelliklerini sunmaya devam ediyor. Bulutların karşı tepelerle oynaşması, dalgaların alıp götürdüğü taşların tıkırtısı, açıktaki kayalıkta mercan arayan balıkçı, masmavi deniz, akşamsa batan güneşin kızarttığı, beyaz bulutlar… Tüm bu görüntüler bir tablo kadar sessiz oluyor.
Turunç’ta bahar ıslak olur, çam kokar, saka kuşları, meşe kargalarının çirkin seslerini bastırabilmek için şakıyıp dururlar. Ben, arıların bile henüz uçmaya başlamadığı bu mevsimde, ıssız orman yollarında yürümeyi çok severim.
Yine bir yürüyüşüm sırasında iki büklüm olmuş, yaşı olmayan bir kadına rastladım. Ot topluyordu. Yanaşıp selamımı verdim, otları, çiçekleri bana da öğretir misin dedim. Olur dedi. İşe torbasına doldurduğu körmen otuyla başladı. Onca otun arasından körmeni bulup çıkarmasına şaşırdım. Hadi başla bakalım dedi, bir öğretmen edasıyla ve kendi aksanıyla. Emir hoşuma gitti, başladım. Önce şaşırdım, sonra doğru otları kesmeyi becerdim.
İkinci dersimizin konusu “gevrek”ti. O biraz zahmetliydi. Düzlükte azdı, kayalara tırmanmak lazımdı. Benim nefesim yetmedi, o bir koşu kayaya vardı. Şehirlilik işte böyle bir şeydi, insanda iki gram soluk bırakmıyordu. Oturdum bekledim. Yanıma indiğinde torbası dolmuştu. Bir demet körmen, bir demet de gevrek otu, biraz ebegümeci verdi. “Bunu haşla, limonla, sarmısakla, zeytinyağı ile karıştır ye. Ya da biraz kavur, üstüne yumurta kır. Bununla börek yap. Çökelekle karıştırırsan daha lezzetli olur. Hadi hoşçakal” dedi ve gitti.
Sonraki günler, balcı dostlarım eşliğinde bahar yürüyüşlerime devam ettim. Çiçekleri onlara sorup öğrenmek gerekir. Onlar hangi çiçeğin ne zaman, nerede açacağını çok iyi bilirler. Yürürken ben sordum, onlar söyledi: “Şu beyaz çiçeklisi çobantarağıdır. Dikenleri tarak gibi olduğu için bu adı takmışlardır zaar. Şu beyaz çanları görüyor musun, sesi çıkmayan çanları? Onlar süpürge fundasıdır. Ortasında sarı işlemeleri olan beyaz çiçekler hatmi çiçeğidir…”
Baharın gözdesi beyazlı, sarılı çayır papatyaları… Çimenlerin üstüne halı gibi yayılırlar. Eve giderken en güzellerinden bir demet yapmayı ihmal etmem. Kocayemiş, çadırçiçeği, emzikotu, hayıtlar, beyaz çiğdemler… Bu civarda çiçeklerin bir sırası vardır. Biri yaprak dökerken diğeri yaprak açmaya başlar. Doğa hiç renksiz kalmaz.
Baharın kokusu da, renkleri de, görüntüsü de insanın başını döndürür. Onun için baharı önce güneyde yakalarım, mayısta İstanbul’dan yolcu ederim.
Atlas Nisan 2014 / SAYI 253