Anasayfa KeşfetGezi Güneşin Batmadığı Ülkede

Güneşin Batmadığı Ülkede

Ayşegül Parlayan Özalp

Kuzeye yolculuğun en zor yanı bence bavul hazırlamak.

Kışlıklar çoktan ortadan kalkmış, kısa kollu gömlekler gardıroptaki yerlerini almışken yeniden kışlıkların peşine düşmek insanı yoruyor. Ayrıca yaz başında soğuğu hayal etmek de güç. Sadece iki ay önce yaşanan soğuk, insanın aklından uçup gidiyor hemencecik. Kaç derecede ne kadar üşüyordum acaba?
Aslında beni heyecanlandıran “gece yarısı güneşi”ydi. Kuzeyin (belki de dünyanın) bu en zengin ülkesinde, bu aylarda güneş hiç batmıyordu.

Uzun bir yolculuk sonrasında Tromsö’ye vardım. En tepedeki en güzel şehirdi burası. Tromsö’de yaz güneşi bir kez yüzünü gösterince, altı ay boyunca bir daha gitmek bilmiyordu. Burası dünyanın bir ucuydu. Kutup dairesinin de 400 kilometre kuzeyinde öyle bir yerdi ki, kuzeye doğru birkaç adım atsanız, sanki kayıp dünyanın altına düşecektiniz. Böyle bir duyguya kapılıyordu insan. Yazın sıcaklık 10 dereceye kadar yükselirken, kışın eksi 25-30 dereceye kadar düşebiliyordu.

Bu dönemde sadece ışığın sözü geçiyordu.
Yolculuğum bir gemi turu ile başlayacaktı. Gemi dediysem aklınıza büyükçe bir şey gelmesin; görmüş geçirmiş, küçük bir balıkçı teknesiydi bu. Başka yolcular da vardı. Tekne açıldı, fiyortlara doğru yol aldı. Deniz sakin görünüyordu ama ölü dalgalar beşik gibi sallıyordu.

Fiyortların tepesindeki pamuk pamuk uçuşan bulutlar yere öylesine yakın duruyorlardı ki, elimi uzatsam sanki tutabilirdim onları. Dağlardan aşağı küçük şelaleler dökülüyordu. Kırmızı boyalı evler, önlerindeki küçük teknelerle insanı çeşitli hayallere sürüklüyordu.

Aşçı akşam tüm yeteneğini ortaya döktü; somondan, ringadan, halibuttan damak çatlatan yemekler yaptı. Gece uyumadım, çünkü hiç gece olmadı. Ertesi gün balık tuttum. Ama çok keyif aldığımı söyleyemem. Çünkü kaptan önündeki ekrana bakıp balığın nerede olduğunu buluyor, biz de oltalarımızı oraya sallıyorduk. Artık hiç bir şeyde sürpriz kalmamıştı.

Tromsö’de karaya çıktığımda bir süre daha sallandım. Yalpalayarak sessiz sokakların arasından kent merkezine doğru yürüdüm. İki-üç katlı ahşap evler rengârenk boyanmıştı. Sanırım gri kış günlerinin kasvetini kırmak için renklerden medet ummuşlardı. Yaklaşık 5 milyon kişinin yaşadığı ülke, sadece kutup denizinden çıkan petrolden yılda 30 milyar dolar kazanıyordu. Kişi başına düşen milli gelir 30 bin doları buluyordu.

Gece yarısı güneşi beyaz bulutların arasından bir görünüyor, bir saklanıyordu ama hiç batmıyordu. Karanlığın silindiği bu günlerde, fiyortların hemen kıyısından yükselen karlı siyah dağları, pencerelerinde hiç kimsenin görünmediği kırmızı evleri, balıkçı teknelerinin üstünde çığlık çığlığa uçuşan martıları, uzaklardan geçip giden karpuz kıçlı mavi balıkçı teknesini, beyaz bir çizgi gibi zirveden aşağıya doğru akan ince şelaleleri seyrederken geceyi unutmanın keyfini anlatmanın çok zor olduğunu kavradım. Odama gidip kalın perdeleri çektim. Yapay karanlığa kanıp uykuya çekildim.

Ertesi sabah uyandığımda, bir gece önce bıraktığım gibi durduğunu gördüm. Güne iyi bir kahvaltıyla başlamak istiyordum. Norveçlilerin kahvaltıda bol tereyağı sürülmüş birkaç dilim ekmek, kayısı kıvamında yumurta, peynir, domates, salatalık, reçel, ringa balığı turşusu yediklerini öğrenmiştim. Ben de aynı kahvaltıyı yaptım. Sadece ringa turşusunu es geçtim. Havaalanına giderken bir süre güneşli, bir süre karanlık, çokça gri olan bu kentte yaşayıp yaşayamayacağıma karar verememiştim.

Haber: Mehmet Yaşin
ATLAS TEMMUZ 2013/SAYI:244

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap