Türkiye’nin Yunanistan ve Bulgaristan kara sınırları Trakya’da 473 kilometre boyunca uzanıyor. Bu uzun hat kuş cenneti Meriç Deltası’nı, Yıldız Dağları’nın “biyosfer rezervi” adayı ormanlarını, akarsuları, tepeleri izliyor. Türkiye’nin batı sınırı, özgün doğa ve kültür değerleriyle etkileyici bir coğrafyada.
Yazı ve Fotoğraflar: Cüneyt Oğuztüzün
ATLAS Nisan 2013/SAYI:241
Birkaç yıl önce Türkiye’nin Bulgaristan sınırının yakınında, Kırklareli’nin Çağlayık köyünde Mehmet Kaygısız’la tanışmıştım. Köyden geçerken beni görünce kızgın güneş altında çalıştığı saman tepesinin üzerinden aşağı atlamış, bir şeyler ikram etmek için “gelin içeri” diye beni evinin bahçesine buyur etmişti. Bütün kibarlığıyla devam etmişti Kaygısız: “Ceviz gölgesini mi tercih ederdiniz, ıhlamur gölgesini mi?”
Dünyaya damgasını vuran modernleşme sınır bölgelerini adeta ıska geçmişti. Geleneksel yaşantının hüküm sürdüğü köyler, el değmemiş doğal değerler uzanıyordu yörede.
Trakya’nın en önemli arkeolojik değerlerinden biri olan, Kırklareli il merkezinin yakınında bulunan Aşağıpınar Höyüğü’nü ziyaret ettiğimde hayrete düşmüştüm. Kazı ekibi, tarihöncesi Trakya’sının dal örgüsü köy evlerini aslına uygun yeniden inşa etmişti. Ev olmasa da samanlık ve ağıl olarak kullanılan aynı tip yapılara sınır köylerinde bol miktarda rastlamıştım. Tarihöncesiyle günümüz arasındaki bu süreklilik gerçekten olağanüstüydü.
Ama değişim rüzgârları artık bu bölgede de kendini gösteriyordu. Fazla vakit kaybetmeden sınır boylarına dönmek ve bu kez bir uçtan diğerine tüm Trakya sınır hattını ele almak gerekiyordu. Zaten yörenin konuksever ve ince düşünceli insanları adeta geri beni çağırıyordu.
Türkiye’yi, Avrupa’daki komşuları Yunanistan ve Bulgaristan’dan ayıran Trakya kara sınırı, Ege Denizi’ne dökülen Meriç Nehri’nin ağzından başlıyor ve akarsu boyunca kuzeye doğru uzanıyor. Sınır, Kapıkule’de doğu yönünde bir yay çizerek Yıldız (Istranca) Dağları’ndan geçiyor, Rezve Deresi’ni izliyor ve Karadeniz’e dökülen bu derenin ağzında son buluyor. Ege’den Karadeniz’e uzanan sınırın uzunluğu Yunanistan’la 204, Bulgaristan’la 269 olmak üzere toplam 473 kilometre. Bulgaristan sınırı, Balkan Savaşı sonrasında 1913 tarihli İstanbul Anlaşması; Yunanistan sınırı ise Kurtuluş Savaşı sonrasında 1923 tarihli Lozan Anlaşması’yla çizilmişti.
Karadeniz’e Doğru
Trakya sınır hattının ortasında, ülke sınırlarının ve nehirlerin birleştiği kavşak noktasında Avrupa’ya açılan kapımız, her tarafından tarih fışkıran modern Edirne duruyor. Arda ile Tunca’nın Meriç’e katıldığı yerde, akarsularla çevrili bir “tarihi yarımadada” bulunan kent, Trak kabilelerinden Odryslere ev sahipliği yapmıştı. Roma döneminde Hadrianopolis adını alan kent Bizans egemenliğinden sonra, 1360’larda Osmanlılara geçti ve payitaht oldu. İstanbul’un fethinden sonra Edirne bu unvanı kaybetse de hanedanın ilgisini ve stratejik önemini korudu, muhteşem eserlerle donatılmaya devam etti. Osmanlı’nın son yüzyılında Rus, Bulgar ve Yunan işgaline uğrayan Edirne, Lozan Antlaşması’yla Türkiye’ye devredildi.
Edirne il merkezi, klasik Osmanlı mimarisinin zirvesi kabul edilen Mimar Sinan’ın şaheseri Selimiye Camii ve külliyesi başta sayısız güzelliğin sahibi. İlin diğer zenginliklerini keşfetmek için Bulgar sınırı boyunca yola düşüyorum. Tarihöncesi Trakya’sının en ilginç kalıntıları olan gizemli taş anıtlar, menhir ve dolmenler, sınırın Edirne ile Kırklareli arasındaki bölümünde yoğunlaşıyor. En iyi bilinen menhir alanı Edirne’nin Lalapaşa ilçesine bağlı Çömlekakpınar köyü yakınlarında, Kırıkköy mevkiinde bulunuyor.
Menhirler tarihöncesi kültürlere ait, dinsel tören alanlarında tek veya toplu olarak bulunan ancak amacı tam bilinmeyen, büyük taş bloklarından yontularak biçim verilmiş anıtsal dikilitaşlar. Çömlekakpınar köyüne vardığımda çevredeki tepeleri sis kaplamıştı. Tarlaların arasında kaybolmuş alanı uzun aramalardan sonra bulabildim. En yükseği adam boyunu biraz geçen, çoğu yan yatmış dikilitaşlar sislerin içindeydi, en yoğun grup 15-20 parçadan oluşuyordu.
Yakınlarında bulunan iki dolmeni görmek için Lalapaşa’ya döndüm. Ömeroba köyünden Yücel Özcan, yörenin fahri arkeoloji rehberiydi. Özcan, Trakya’daki tarihöncesi büyük taş anıtlar ve kült alanları üzerine geniş araştırmalar yapan Prof. Dr. Engin Beksaç’a da arazi çalışmaları boyunca rehberlik yapmıştı. Yücel, “Asıl büyük menhirler bizim köyün orada, ormanların içinde gizli yerlerde, harika dolmenler de var” dedi.
Önce Lalapaşa’daki dolmenlere uğradık. Bir tanesi gayet iyi durumdaydı. Etrafı çevrilerek koruma altına alınmış olarak yerleşimin hemen kenarında bulunuyordu. Büyük yassı taşların oda ve koridor gibi kapalı mekânlar oluşturacak biçimde çatılmasıyla inşa edilen dolmenlerin kapı taşında yuvarlak bir delik bulunuyor.
Dolmenlerin üstü yine yassı, geniş bir taş bloğuyla örtüldüğünden yöre halkı bunlara “kapaklıkaya” adını takmış. Yıllar önce gördüğüm ilk dolmenin bulunduğu köyün adı da Kırklareli’deki Kapaklı’ydı. Bir çeşit türbe sayılan dolmen “Kapaklı Dede” olarak tanınıyordu. Köylüler kırk yıl önce Horoz Nine’nin cuma akşamları dolmenin içinde mum yaktığını anlatmıştı: “O dedeye bir yerceğiz yapmıştı. Temizlerdi orayı o ninecik. Oraya aksakallı bir dede gelirmiş, onunla muhabbet edermiş. Biz eriyen mumları alıp sakız gibi çiğnerdik.”
Sonra Yücel’in köyü Ömeroba’ya doğru yola çıktık. Yol Sarıdanişment, Hacıdanişment, Süleymandanişment gibi köylerden geçiyordu. Büyük dikilitaşları bulmak için Cambazın Korusu’na daldık. Meşe ormanı çok sıktı ve çalılar geçit vermiyordu. Ayrıca orijinal meşe ormanlarını kaldırıp yerine çam ormanları getirmek için büyük bir proje uygulandığından her taraf tarumar olmuştu. Sonunda Haydut Kaya denen meşelikte büyük bir mezarlık bulduk. Bütün dikilitaşlar yere serilmişti ve menhirden ziyade Anadolu’da gördüğüm Yörük mezarlıklarına benziyorlardı.
Peki yöredeki bu gizemli taşların sırrı neydi? Trakya Üniversitesi’nden Trakolog Prof. Engin Beksaç’a sordum. Konuyla ilgili bilimsel çalışmaları yayımlanmış Prof. Beksaç’a göre mesele basitti. Trakya’da menhir yoktu. Menhire benzetilen dikilitaşlar yüzyıllar önce buralara geldiği bilinen Alevi Türkmen gruplara ait İslami karakterli mezar taşlarından başka bir şey değildi. Kırıkköy 19. yüzyılda ortadan kalkmış bir Osmanlı köyüydü ve oradaki dikilitaşlar köyün mezarlığından artakalan, o dönemin tipik mezar taşlarıydı. Bulgaristan’da bu tip bir alanda kazı yapılmış ve karbon 14 yöntemiyle yapılan ölçümde taşların 300 yıldan geriye gitmediği anlaşılmıştı.
Prof. Dr. Beksaç’a göre tarihöncesi anıtsal megalit kültürü açısından asıl önemli olan dolmenler. Bunlar mezar olmanın ötesinde Ana Tanrıça kültüyle ilgili, astro-arkeolojik fonksiyona sahip, muhtemelen reenkarnasyon inancıyla bağlantılı yapılar. Dolmen Ana Tanrıçanın rahmini temsil ediyor. Işık ise erkek güç. Belirli bir astronomik hesaba göre belli zamanlarda güneş ışığının dolmenin yuvarlak deliğinden girmesi hayatı başlatıyor.
Bundan sonraki durağım Malkoçlar köyü. Kırklareli’nin Kofçaz ilçesine Devletliağaç köyünden giriyor, buradan da sınırın sıfır noktasında bulunan tarihi köye geçiyorum. Malkoçlar 14. yüzyıl sonlarında Alevi Türkmen akıncılar tarafından kurulmuştu. Malkoç Bey’in konak yeriydi ve adı bu uzun sürede değişmedi, ancak köyde hiçbir tarihi iz yok. “Bu üçüncü kurulma; daha önce iki defa yıkılmış” diyor Muhtar Mustafa Aydoğdu, “ama dedelerimiz sonra dönüp yine aynı yere kurmuşlar.” Köyün ilk kez Balkan Savaşı’nda Bulgarlar tarafından, sonra da Yunan işgalinde tamamen yakıldığını anlatıyor.
Alevi Bektaşi geleneği Kofçaz’ın sınır boylarında devam ediyor. Ahmetler köyünde Gül Baba, Topçular köyünde Topçu Baba türbeleri var. Bu köylerde her yıl bu evliyaların anısına yoğun katılımlı kurban şenlikleri düzenleniyor, semah dönülüyor. Topçu Baba’yı Anma Kültür ve Sanat Derneği tarafından Topçular köyünde düzenlenen şenlikler Trakya’nın ötesinde Anadolu’nun uzak yörelerinden de katılımcı çeken önemli bir olay günümüzde.
Sınırdaki son Kofçaz köyleri Ahlatlı ve Karaabalar, tarihöncesi Trakya dal örgü yapı tarzının hâlâ görülebileceği yerler arasında. Özellikle Karaabalar’da tahta ve çavdar saplarından örülmüş hilal biçimli “koyun kışlası” denen büyük ağıllar dikkati çekiyor. Antik Trakların sap veya dal örgülü konut tarzının bugün samanlık ve ağıllarda da olsa hâlâ yaşaması gerçekten çok çarpıcı. Fakat durum bundan ibaret değil. Aynı dam örtüsünün evlerde de kullanıldığı eşsiz örnekler var: Kula köyünün evleri. Kofçaz’ın ormanların ortasında kaybolmuş bu küçük köyündeki bütün evler, yakın bir geçmişe kadar çavdar saplarından özenle dokunmuş zarif çatılarla örtülüydü. Ama geriye bu özelliğe sahip birkaç ev kalmış durumda. Kula köyündeki dönüşüm o kadar hızlı olmuş ki, daha geçen sene bu mimari dokuyu görüp aynı tarz bir konut inşa ederek buraya yerleşmeye karar veren genç emekli Hamdiye Bekar, daha evini bitirmeden sap evlerin birer birer kaybolduğunu dehşetle görmüş. Yakın gelecekte geleneksel Kula evlerinden geriye kalacak tek örnek Hamdiye Hanım’ınki olacak ne yazık ki.
Bulgaristan sınır kapısının bulunduğu Dereköy’de Yıldız (Istranca) Ormanları’na giren sınır hattı, artık Karadeniz kıyılarına kadar bu dağlık bölgede, ormanlar içinde yol alacak. Sınırın ötesinde, Bulgaristan’da da devam eden Yıldız Dağları, doğal kaynak zenginliği ve biyolojik çeşitlilik açısından dünya ölçeğinde önem taşıyan, ayrıcalıklı bir alan. Bu niteliklerin korunması ve sürdürülebilir tarzda geliştirilebilmesi için Bulgaristan’la sınır ötesi işbirliğini öngören “Yıldız Dağları Biyosfer Projesi” geliştirildi. UNESCO tarafından geliştirilen “biyosfer rezervi” kavramı, “biyolojik çeşitliliğin korunması ile kalkınma ve kültürel değerlerin devamlılığı arasındaki çatışmaların sürdürülebilir çözümü” amacına dönük bir koruma statüsü içeriyor. Bir alanın rezerv olarak tescil edilebilmesi için “küresel biyocoğrafya” niteliğinde olması, korunması gerekli peyzaj tipleri, ekosistemler, flora ve fauna türleri içermesi gerekiyor. Türkiye’de bu statüye sahip tek alan şimdilik Artvin’in Maçahel Vadisi.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 2008 sonunda başlattığı, AB fonlarıyla desteklenen söz konusu proje bir yıl içinde başarıyla tamamlandığı ve yönetim planı hazırlandığı halde Dereköy’de kurulan “Doğa Eğitim Merkezi” ve yayınlanan Başarı Kitapçığı dışında somut bir gelişme olmadı. Aksine biyosfer rezervi adayı alanda, orman ve su kaynaklarına büyük tehdit oluşturan taşocakları saldırısı var. Sadece Dereköy’de iki faal, 12 tahsis edilmiş taşocağı bulunuyor. Oysa sınırın ötesinde, Bulgaristan’da “Strandja Doğa Parkı” çoktan koruma altına alınmış durumda.
Dereköy’den Karadeniz’e kadar uzanan sınır boyu tamamen ormanlar içinde olduğu için bu hat boyunca dizilmiş 15 civarında köy ve mahalle tarımdan ziyade orman işçiliği ve hayvancılıkla geçinmeye çalışıyor. Güzel manzaralı, geleneksel dokuyu koruyan bu sakin yerleşimler göç yüzünden hızlı bir şekilde tenhalaşıyor. Dereköy’e 13 kilometre mesafedeki Şükrüpaşa sınıra en yakın köy. Mutlu Dere de denen Rezve Deresi sınırı çizmeye burada başlıyor. Köylülerin karşıdaki Bulgarlarla ilişkilerini merak ediyorum. Pek olmadığını söylüyorlar. Zaman zaman sürek avı yapan Bulgarların bağırışları duyulurmuş. “Komşi, domuzları bu tarafa gönderin” diye seslenirlermiş, “sana karaca göndeririz”.
Trakya’nın önemli doğa varlıklarından Dupnisa Mağarası, bol balıklı Velika Deresi’nin geçtiği Sarpdere köyünde. Bu yörede sınır köylerinde yaşayanlar çoğunlukla Pomak veya Boşnak kökenli. Köylerin eski isimleri sonradan değiştirilmiş ve Türkçe isimler konmuş. Yörenin en ilginç köylerinden, Pomak ve Boşnakların yaşadığı Armağan köyü de adı değişenlerden. Ne var ki değiştirilmesine gerek görülen eski ismi sadece “Hediye” imiş. Armağan, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın “En Temiz Köy” yarışmasında 2012 yılında Türkiye üçüncüsü oldu. Ödül olarak köye bir çöp kamyonu “hediye” veya “armağan” edildi. Tenis kortunun da bulunduğu köy 210 haneye sahip.
Yıldız Dağları’nın ormanlarında, pek bilinmese de Anzer balına benzer, yoğun, ağır, koyu renkli ballar üretiliyor. Arıcılık geleneksel olarak ağaç dallarından konik bir sepet biçiminde örülüp dışı yepelek samanıyla karıştırılmış çamur sıva ile kaplanan kovanlarda, müdahalesiz olarak yapılıyor. Bu tarz arıcılık hâlâ devam etse de yörenin önemli arıcılarından Mustafa Buğdaycı fenni kovana dönmüş. Sislioba köyünde, sınırın sıfır noktasında, Rezve Deresi yakınında ormanlarla çevrili bir düzlüğe yerleştirmiş kovanlarını. Burası “stratejik” bir yer. Arılar buradan kolayca sınırı aşarak Bulgar nektarlarını da toplayabiliyor.
Buğdaycı gençliğinde bir gün ormanda koyun güderken bir ağaç kovuğunda arı yuvası bulmuş. Merakla aramaya devam edip böyle 12 yuva daha bulunca bu iş “tatlı” gelmiş ve balcılığa başlamış. Ürettiği farklı ballarla “Sislioba Doğal Orman Balı” adıyla patent almış. Bu balların en dikkat çekici özelliği meşe balı olması. “Meşe balı salgı balıdır” diye açıklamaya girişiyor Buğdaycı: “Meşe ağacının peliti (palamut) vardır. Bu pelitle beslenen bir de böcek vardır. Böcek beslenirken pelitte yara açar. Bu yaralardan bala benzeyen bir sıvı çıkar. İşte arı bu sıvıyı alır, bala çevirir.”
Arılar ayrıca ıhlamur, böğürtlen, pembe ormangülü ve sarmaşık çiçeklerinden de nektar topluyor ve orman balı bütün bunların karışımından oluşuyor. Balcı Mustafa Buğdaycı beni yeni bir arı ürünüyle de tanıştırıyor: Propolis. “Arının kendini tedavi için yaptığı bir antibiyotiktir” diyor, “yüzde yüz doğal bölge olacak, yakında asfalt olursa yapmaz.”
Sınırdaki son köy Ayastefanos adında eski bir Rum köyü olan, Karadeniz kıyısında bulunan Beğendik. Romanya ve Bulgaristan göçmeni Müslüman nüfus tarafından iskân edilmiş. Rezve’nin denize döküldüğü, yaz mevsiminde çevreden epey rağbet gören geniş bir kumsala sahip. Küçük çapta balıkçılık yapılan köyde tekneler Rezve’nin Türkiye tarafında barınıyor. Tabii tam karşısında da Bulgar tekneleri demirlemiş. Bulgar tarafında, kayalıkların denize dimdik indiği yüksek düzlükte kurulu Rezovo çok yakın, kumsalın öteki ucu.
Meriç Boyları
Türkiye ve Yunanistan sınırı için bu kez Meriç Nehri kıyılarına gidiyorum. Sınırı bu akarsu çiziyor ama Lozan Antlaşması’nda savaş tazminatı olarak Türkiye’ye bırakılan Karaağaç istisna oluşturuyor. Burada Meriç 15 kilometre boyunca Türkiye toprakları içinde akıyor. Edirne’nin Karaağaç köyü şimdi Trakya Üniversitesi olan tarihi tren istasyonu, tarihi değerleriyle gözde bir sayfiye yeri; hafta sonları ziyaretçi akınına uğruyor. Yunanistan’a açılan Pazarkule Sınır Kapısı da burada.
Meriç, bu noktadan sonra güneye yöneliyor; Tayakadın, Üyüklütatar, Saçlımüsellim, Kiremitçisalih, Kadıdondurma gibi köylerin kenarından Ege’ye ilerliyor. Çeltik tarlalarıyla kaplı ovada derin yatağında sakince akan nehir, kıyılarındaki yoğun söğüt ve kavak ağaçları arasında gizleniyor. Uzaktan bakıldığında sınır, kesintisiz uzayıp giden bir ağaç şeridi ile belirlenmiş görünüyor. Zaten askeri yasak bölge olduğu için nehre 30 metreden fazla yaklaşılmıyor. Geçmişte bu mesafe 600 metreydi. Ayrıca 5 kilometrelik de ikinci derece yasak bölgesi vardı. Bu dönemde bırakın yabancıları, köylüler bile tarlalarına gidebilmek için yazılı izin almak zorundaydı.
Meriç’i izleyerek hudut boyu güneye inerken önemli duraklardan biri Uzunköprü. İlçe, adını Meriç’in kollarından Ergene üzerinde İkinci Murat tarafından 1426-1443 tarihlerinde yaptırılan köprüden alıyor. Ergene tam 174 göze sahip, 1392 metre uzunluğundaki taş köprünün sadece bir gözünden geçiyor. Ama çok yağışlı geçen kış aylarında taşan akarsu bütün gözleri doldurabiliyor.
Uzunköprü’yü Meriç ve sınır kapısının bulunduğu İpsala ilçeleri izliyor. İpsala’nın güneyinde arazinin karakteri değişiyor. Göller, sazlıklar, bataklıklar manzaraya hâkim olmaya başlıyor; önemli kuş alanlarımızdan Meriç Deltası kendini gösteriyor. Deltanın en büyük gölü Gala, milli park statüsüne sahip. Meriç nihayet Enez ilçesinde lagünlerin arasından Ege Denizi’ne kavuşuyor. Trakya’nın en eski yerleşimlerinden Enez, İlyada’da da antik adı Ainos olarak anılıyordu.
Bir denizden başka bir denize uzanan, bir ucunda kuş cenneti delta, öteki ucunda eşsiz longoz gölleri olan sınır, çok sayıda hikâye gizliyor. Akarsular, biyosfer rezervi adayı ormanlar, tarihi ve modern kentler, misafirperver insanıyla olağandışı bir coğrafya Trakya sınır boyu…