Yazı: Korhan Gümüş
Henri Prost’un 1930’ların sonlarındaki şehir planı Taksim ve çevresini yeni bir çehreye kavuşturuyordu. Yıllarca süren tartışmalar son projeyle yeni bir safhaya geldi. Peki İstanbul, bir pilot uygulama örneği olabilecek yeni bir kamusal deneyime imza atabilecek mi?
Atatürk’ün daveti ile 1936 yılında İstanbul’un planlanması işini dönemin tanınmış mimar-şehir plancısı Henri Prost üstlendi. Onun Taksim Gezisi’nde gerçekleştirdiği projenin anafikri, 19. yüzyılda modernleşen Pera ile 20. yüzyıl başında gelişen yeni semt Şişli arasında kalan devasa alanı bir rekreasyon ve kültür vadisi olarak İstanbul’a kazandırmaktı. Bu amaçla işlevini yitirmiş olan Topçu Kışlası, saray ahırları yıkıldı, havagazı fabrikası, mezarlıklar taşındı. Bunların yerine parklar, yeşil alanlar, kentin spor ve sanat etkinliklerine ev sahipliği yapan çok amaçlı salonlar, tiyatrolar, stadyum yapıldı. Taksim meydanı ise Cumhuriyet Meydanı adıyla tören ve gösterilerin yapılacağı bir yer olarak planlandı. Ancak inşaatı 1940’larda başlayan opera binası 1970’lere kadar bir türlü tamamlanamadı. “Kültür Sarayı” olarak açıldığında ise yakıldı. Sonunda, 1970’li yılların sonunda “Atatürk Kültür Merkezi” olarak hizmet vermeye başladı. AKM herhalde Cumhuriyet tarihindeki en çok tartışılan yapı olma özelliği kazandı.
Operanın, halka kendi değerlerini benimsetmek isteyen modern elit tarafından gerçekleştirildiği düşünüldüğü için 1990’lı yıllarda kent yönetiminde iktidara gelen Refah Partisi tarafından karşısına bir cami yapılmak istendi. Taksim’e cami düşüncesi tıpkı başörtüsü meselesi gibi o zamanlar Türkiye’nin en hassas konuları arasında yer aldı; başbakan, koşulların uygun olduğunu düşünerek konunun yeniden ele alınması talimatını verdi. Taksim’de Dalan zamanında önerilen tüneller yanında -yeni bir formül olarak kendisine sunulan- Topçu Kışlası yeniden inşa edilecekti. Böylece artık gündemden düşen AKM ve Taksim camii tartışmasının yerini Cumhuriyet döneminde yok edilen Osmanlı eserlerinin bir simgesi olarak Topçu Kışlası aldı.
Başbakan’a göre İnönü, Taksim’deki Osmanlı kışlasını da birçok eser gibi yıktırdı ve oraya kendi adını taşıyan bir park yaptırdı. Üstelik işi yıktırdığı Topçu Kışlası’nın yerine bir de heykelini koydurmaya vardırdı, ancak o sırada iktidarın değişmesi ile bu girişim engellendi. Başbakana göre bugün bu kışlanın yeniden inşası, bir bakıma geçmişte yapılan bu antidemokratik uygulamanın telafi edilmesi, izlerinin silinmesi…
Oysa bu projeyi yapan zamanın tanınmış mimarı Henri Prost’un kafasında büyük olasılıkla böyle bir düşünce yoktu. Kışla, 1. Dünya Savaşı öncesinde işlevini yitirmişti ve bir yıkıntıya dönüşmüştü. Ortasındaki avlu çok çeşitli biçimlerde kullanılırken İtilaf Kuvvetleri zamanında burada futbol karşılaşmaları yapılmaya başlanmıştı; 1940’lara gelindiğinde bu kışla kalıntısı, çevresinde oluşan yeni yerleşim alanları içinde kalmış gereksiz bir metruk yapı gibiydi. 1956 Menderes ya da 1987 Dalan yıkımlarının yanında bu köhnemiş yapının ortadan kaldırılmasının lafının bile edilemeyeceği söylenebilir.
Bu kamusal alan 20. yüzyılın sonuna doğru güncellenemedi. Ortaya bir yönetim boşluğu çıktı. Yapılan oteller nedeniyle parkın, arkasındaki vadiyle bağlantısının kopması, sürekli derme çatma uygulamalara sahne olması, alelacele inşa edilen ve yönetilemeyen Kongre Merkezi, kiralanmaktan öte bir işlevi olmayan Lütfi Kırdar’ın durumu, otoparklar ve dikenli tellerle işgal edilen bölümler, Nişantaşı, Maçka parklarının kullanım sorunları bir yönetim boşluğunun olduğunun göstergeleri.
Bu yönetim sorununun neoliberal model içinde ideolojik bir bagajla örtülmeye ve telafi edilmeye çalışıldığı söylenebilir. Örneğin telafi mekanizmaları içinde siyasal şahsiyetler yer değiştirir, “kışlayı yıktıran doğrudan Atatürk” demekte zorlanılır, daha kolay bir hedef, bir hasım olan İnönü, CHP ile değiştirilir. Çünkü çok partili rejimdeki asıl karşıt figür İnönü’dür. Daha uzağa gitmeye gerek kalmaz böylece.
Ancak bu yer değiştirme aynı zamanda ortaya çıkan sorunu büsbütün telafi etmenin imkânsız olduğunu da gösteriyor. Böylece olumlama, olumsuzlama sembolizmi kamusal işleyişi arka planda bırakıyor.
Günümüzde kentin tarihsel merkezi yeni yerleşim alanlarından farklı bir görüntü sunuyor. Ancak bu görüntü aldatıcı. Tarihi yarımada ve Beyoğlu çoğunlukla yeniden inşa edilmeyi bekleyen boşluklar gibi. Rezidanslar, oteller, alışveriş merkezleri tarafından istila edilmeyi beklemekte. Yalnızca binalar, kamusal alanlar değil, bu alanlardaki sosyal örüntü, küçük üretim ve ticaret imar operasyonlarından nasibini alıyor ve direnme gücünü kaybediyor.
Şehir sakinleri ancak istila başladığında durumun farkında oluyor, çoğu zaman da değişim için başka bir alternatifin olmadığına inandırılıyor. Dönüşümü yatırımcılarla gerçekleştiren bu kamu işleyişi, planlama ve projelendirme faaliyetlerini yalnızca fiziksel çevrenin dönüştürülmesine adanmış işler gibi gösteriyor.
Diğer taraftan kentlerdeki gelişmelerin iktidara ve sermayeye bağımlı yaratıcı sınıfın elinde olması, bu durumu sorgulanamaz hale getiriyor. Kamusal alanlar, işlevini yitirmiş endüstri mekânları, askeri alanlar, antrepolar… Yenilenmesi amaçlanan yerleşim alanları… Şehir yönetiminin bu alanlarla ilgili bir vizyonu yok.
İstiklal Caddesi’ndeki özel alanlara gelen milyonlarca insanın Gezi’deki kamusal alanları kullanamaması da zaten bir sorun olduğunu gösteriyor. Kışla projesinin de gösterdiği gibi bu kamusal alan krizi aynı zamanda merkeziyetçi bir siyaset anlayışı ile telafi edilmeye çalışılıyor.
Bu durumda iktidar her türlü katılım talebini, kamusal alan için alternatif fikirlerin üretimini, işbirliklerini yerel siyasal sürecin olağan meseleleri gibi değil, arkasında ideolojik nedenler olan karşı çıkışlar olarak algılıyor. İktidar yıllardır başa çıkılamayan yönetim deneyimi sorununu inşaatla çözmeye çalışıyor.
Bu nedenle bu durumu değiştirebilecek itiraz odaklı olmayan, iktidar çekişmesi dışında kalan yeni kentsel deneyimlere ihtiyaç olduğu açık.
Geçmişte kapsamlı bir projeye sahne olmuş ve kentin merkezinde kalmış yegâne büyük rekreasyon alanı olan bu önemli yeşil vadi için bugün bir pilot uygulama örneği olabilecek yeni bir kamusal deneyim neden gerçekleştirilmesin? Yıllardır asıl mesele, sorunun bir meydan paylaşım mücadelesi gibi algılanması değil mi?
Atlas Ocak 2013 / Sayı: 238