Anasayfa Dergide Bu Ay Turunçgiller; Güneş Bahçeleri

Turunçgiller; Güneş Bahçeleri

Ayşegül Parlayan Özalp

Güneydoğu Asya’dan 4 bin yıl önce yola çıktı, kolonyalizm ve batı medeniyetiyle dünyaya yayıldı. Portakal çekirdeğini Yeni Dünya’ya ilk götüren Kristof Kolomb’du. Portekizli kâşifler mürettebatlarının hastalanmasını engellemek için uğradıkları limanlara limon ağacı dikerlerdi. Türkiye’de bugün ağırlıklı olarak Ege ve Akdeniz bölgelerinde yetiştirilen turunçgillerin mutfağımızda yaygınlaşması ise 20. yüzyılın ortalarını buldu.

Yazı: Deniz Koç / Fotoğraflar: Servet Dilber

Kül rengi gökyüzünü ve Toçak Dağı’nın boz kayalarını arkasına alan portakal bahçelerinde, koyu yeşil yaprakların içinden, kışın donuk renklerine inat güneş gibi parlayan meyve topları sarkıyor. Çok değil, 1960’lara kadar Finike Ovası pamuk tarlalarıyla kaplıydı. Cumhuriyet’in ilk zamanı, 1934 yılında Antalya’da Sıcak İklim Bitkileri Islahı İstasyonu kurulup da aslen tropik iklim meyvesi olan turunçgilleri Türkiye’de yetiştirmek için adaptasyon yöntemleri geliştirilince, buradaki tarlalar bozulup birer birer portakal bahçesine dönüştürülmeye başlandı.

Finike’de bizi karşılayan Mete Apaydın ile birlikte bir “güneş bahçesi”nin yolunu tutuyoruz. Apaydın, Finike’ye portakal ağaçlarını ilk eken ailelerden birinin torunlarından. İstanbul’da eğitim gördükten sonra, kafasında yeni fikirlerle Finike’ye dönmüş. Bahçelerinde geleneksel yöntemlerle yetiştirilen portakalları, limonları, mandalina, greyfurt ve diğer turunçgilleri taze meyve olarak ya da reçel gibi katma değerli ürünler halinde üreticiden tüketiciye ulaştıran sanal bir site kurmuş.

Yağmurun ardından bahçenin zemini balçık. Ebegümeci, eşekturbu ve devetabanı toprağı tutmasa, dizlere kadar çamura batmak işten değil. Bir traktör, bahçenin kenarındaki açıklığa dev lastik izleri bırakarak geri geri yanaşıyor. Portakal ağaçlarının önündeki işçilerden bir kısmı üç kalasın birbirine çatılmasıyla yapılmış yüksek merdivenlerin tepesinde, diğerleri ise toprağa kadar sarkan dalların önünde, meyveleri makasla keserek meyve topluyorlar. Portakallar beyaz plastik sepetlere doldurulup az önce yanaşan traktörün römorkuna götürülüyor.

Burada meyveler zarar görmesin diye dibine sünger döşenmiş dikdörtgen kasalara boşaltılıp altı kat sıralanıyor. İşçilerin çoğu kadın. Ayaklarında diz boyu lastik çizmeler. Kulbuna bağladıkları iplerden tutup sepeti vuruyorlar sırtlarına. Peşlerinden seğirtiyorum. O kadar hızlı toplayıp taşıyorlar ki, sorularımı zor yetiştiriyorum. Tüy gibi kaldırıp omuzlarına bindirdikleri sepetlerle kişi başı günde 500 kilo portakal topluyorlarmış. Sabah yediden akşam dörde mekik dokuyorlar.

Bahçeye altı kilometre mesafedeki Yuvalılar köyünün sakinleri, hısım akraba toplanıp her sezon buraya gelerek portakal topluyor. Üzerinde bulunduğumuz bahçe 40 dönüm büyüklüğünde, sezonda 60-70 ton meyve verdiğini söylüyor çavuş Serdar Çingir. Ekimde erken kesim başlarmış. “Sırrak olursa olgun, tatlı olur,” diyor. “Sırrak”, yumuşak demek. Ocak ayından nisan ayına kadar düz hasat devam ediyor. Hasattan sonra “delişah” olarak adlandırılan fışkıran dallar budanıyor. Portakal ağaçları mart ayında çiçek açıyor; nisanda boncuklanıyor. Yazın ne iş yaptıklarını soruyorum. Bulunduğumuz yerin 50 kilometre kadar kuzeyinde yer alan Elmalı ilçesine “elma tekleme”ye gidiyorlarmış. Daha hamken aynı dalda birkaç elma varsa tekliyorlar ki kalan elma daha iri, daha kaliteli olsun. Portakalın teklemeye ihtiyacı olmuyormuş. Derken öğle paydosu başladığından bir anda herkes elindeki makası bırakıp su kanalının yanındaki açıklığa geçiyor.

Isınmak için lastik çoktan yakılmış bile; kara duman, yaygıların üzerine konan sefertaslarını yalıyor. Bir köşeye kurulan teneke semaverde közde çay demlenmiş. Aç değiliz, ama çay ikramını sevinerek kabul ediyoruz, çünkü rutubetli toprağın soğuğu iliklerimize işledi. Parmaklarımla sıkı sıkı kavradığım sıcacık ince belli çay bardağının içindeki bol şekerli içeceği hızla indiriyorum mideye. Bu sırada yemeğini bitiren işçiler yer sofrasından kalkıp birer birer yanımıza geliyorlar. Sohbet ederken, “Finike portakalı” diye özel bir tür olmadığını, burada dikili ağaçların Washington Navel olduğunu öğreniyorum. Ayrıca mart ile temmuz arası özellikle sıkmalık portakal olarak yetiştirilen Valencia türünün hasadı yapılıyormuş. Bu ağaçların her yıl meyve verdiğinden, budama yapıp gençleştirilirse 70-80 yıl yaşadığından söz ederken, delikanlılardan Ercan Bulut gözleri gülerek, “size müzik çalalım!” diye öneride bulunuyor.

Oralarda bilindiği ismiyle “Elektro Ercan” ve ekibi için portakal dalı koparılarak zurna ve boş bidonlara askı niyetine yemeni bağlanarak iki davul hazır ediliveriyor. Dört kişilik “boyband”imiz biraz ısındıktan sonra kaval sesi taklit edip bidonlara vurarak oyun havaları çalmaya başlıyor. Kadınlar bir araya toplanarak el çırpıp göbek atarken, elimdeki defter ve kalemi kapıp beni de çemberin içine alıveriyorlar. Öğle paydosu bitene kadar durmak yok! Yorgun argın tekrar bahçeye dönerken bir de onların akşama kadar portakal toplayıp taşıyacağını düşünüyorum, ama her öğlen çalıp söylediklerini öğreniyorum. Ayrıca yaptıkları işin de zor bir yanı yokmuş, öyle diyorlar. Serdar Çingir’in kızı Hülya başını geriye çevirip gökyüzüne bakıyor ve “Elmalı tarafı karardı mı yağmur gelir” diyor.

Portakal dolu traktörler, bastıran yağmurun altında meyve işleme tesislerine doğru ilerliyorlar. Burada her kasanın üzerinde meyvenin kimin bahçesinden geldiğine dair etiketler var…

Fotoğraf: Beydağları’nın güney ucunda duvar gibi yükselen Toçak Dağı’nın ve güneyden esen rüzgârların yarattığı benzersiz mikroklima ve verimli toprağı sayesinde Türkiye’nin en lezzetli portakalları Finike Ovası’nda yetişiyor. Sezonun açılmasıyla birlikte tarım işçileri de sepetlerini bütün ovaya hoş bir rayiha yayan ağaçların dallarından topladıkları olgun ve sulu meyvelerle doldurmaya başlıyorlar.

Atlas Ekim 2015 / Sayı 271

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap