Kuzey göğü renklendiğinde başlıyor büyü. Mucizenin en iyi görüldüğü yerlerden biri Norveç’in Lofoten Adaları. Sivri kayalıklar, denizin, göllerin ve akarsuların birbirine karıştığı koylar, insanı şaşkınlığa sürükleyen gelgitler ve bunlarla iç içe yaşayan balıkçı kasabaları ışığın yeşil tonlarına karışıyor.
Yazı ve Fotoğraf: Turgut Tarhan
Akşamın lacivertinde, feribot iskeleden uzaklaşıyor. Islak rüzgârın bir ucundan girip ötekinden çıktığı güverteden, yeni yağmış karın yüksek noktaları kalemle çizilmişçesine belirginleştirdiği Lofoten Adaları’nı hem izliyorum, hem de onlara doğru gidiyorum. Kutup dairesinin kuzeyinde, Norveç’in Nordland bölgesindeyim. Karadan Atlas Okyanusu’na sokulan Lofoten Adaları, bölgede 1425 kilometre karelik bir alanı kapsıyor.
Vesterålen Adaları’nın güney ucunu oluşturan Lofoten Adaları, anakaradan geniş ve derin Vest Fiyordu’yla ayrılıyor. Duvar gibi yükselen sivri tepeleri, gölleri, adacıkları ve rengârenk evleriyle küçük balıkçı kasabaları dünyanın bütün ülkelerinden gezginleri kendine çekiyor. Yaklaşık 28 bin insanın yaşadığı Lofoten Adaları’nda hayat neredeyse tümüyle denize bağlı. “Adaların başkenti” de denen Svolvær dahil, yerleşimlerin çoğu, güneye bakan sahillerde yer alıyor. Ekonominin yükünü başta mezgit ve morina olmak üzere balıkçılık taşıyor. Açık denizde avlanan morina bugün de geleneksel yöntemle ahşap tezgâhlarda kurutuluyor. “Sanayi” dediğimiz işletmeler de doğal olarak, balık işleme, balık yağı ve gübresi üzerine kurulmuş. Tarım alanının yok denecek denli sınırlı olduğu bölgede patates ve böğürtlen gibi yiyecekler üretilebiliyor. Turizm ekonomik yaşamın bugün önemli aktörü sayılıyor.
Lofoten’deki ilk durağım Henningsvær, heybetli bir dağın yamacında dizilen ve birbirine köprülerle bağlanmış adacıklar üzerine kurulu geleneksel bir balıkçı kasabası. Çoğu ahşap, iki katlı evleri parlak kuzey güneşi aydınlatıyor. Kasabanın hemen her sokağına yayılmış balık kurutma tezgâhları ise boş; çünkü av mevsiminde değiliz. Şubatla nisan ayları arasında Norveç’in hemen her bölgesinden balıkçılar buraya avlanmaya geliyor ve sokakları, kurumak üzere tezgâhlara serilen balık görüntüsü ve kokusu işgal ediyor. Şimdi neredeyse boşalmış duygusu yaratan kasabada daha çok çığlık atan martıların sesi duyuluyor. Limanda, küçük çocuğunu, ilginç görünümlü eski bir pusetle gezdiren anneyi de görmesem yaşamın büsbütün durduğunu düşünecektim. Pembe yanaklı sarışın çocuk bana önce merakla baktı, sonra gülümseyip el salladı. Ben de öyle yaptım.
Lofoten’de kara, deniz ve göller öylesine birbirine sokulmuştu ki, bazen yanından geçtiğim yerin fiyort mu yoksa göl mü olduğunu anlamakta zorlanıyorum. Oysa sahil yapısı ayrım yapma konusunda ipucu veriyordu. Okyanusun güçlü gelgitleri ve akıntıları karanın içlerinde bile kendini gösteriyor. Norveççe “Rorbu” denen balıkçı barınaklarının yüksek kazıkların üzerine kurulmuş olması da bu gelgitlerle ilişkili olsa gerek.
Yeryüzünde kimi yerin tarihini altın madeni, kimini sedir ağacı ya da demir belirlerken, balık zenginliği de buranın tarihinde önemli rol oynamış; zira pek çok yazılı kaynak İÖ 3. yüzyıldan bu yana Lofoten’de sürekli yerleşimin olduğu ve deniz ürünlerinin gemilerle başka ülkelere taşındığını söylüyor.
Leknes yakınlarındaki Lofotr Viking Müzesi’ni geziyorum. Arkeolojik sit alanında kurulu müze Vikingler dönemine uygun şekilde inşa edilmiş. Binada gerçek buluntuların yanı sıra Viking yaşantısını gösteren kurgusal düzenlemeler de sergileniyor…
Fotoğraf: Svolværgeita kayası adını keçilere benzeyen en üstteki çıkıntılardan alıyor. Svolvær kasabası Lofoten’deki yerleşimler içinde, balik avi mevsimi dışında da alışveriş olanağı sunduğu için “başkent” olarak anılıyor.
Atlas Ocak 2016 / Sayı 274