Vadiden aşağı dil gibi sarkmıştı, kaya kütlelerine benziyordu, güzel olduğu kadar bilinmezliklerle dolu, hayret verici ve ürkütücüydü… 25 yıldan bu yana buzulların izini süren Turgut Tarhan, Atlas okurları için Türkiye buzullarını fotoğrafladı.
Yazı ve Fotoğraflar: Turgut Tarhan
Taşlar gürültüyle yuvarlanıyordu, büyüklü küçüklü… Kimi uzaktaydı, kimiyse doğrudan üzerime geliyordu. Korkuyla izliyordum. Erciyes Buzulu’nun bulunduğu eğimli alandaydım. Oraya buraya yön değiştirerek hoplaya zıplaya inen taşların izleyecekleri rotayı son saniyeye kadar kestirmek zordu. Futbol topu büyüklüğündeki biri tam bana çarpmak üzereydi ki, kendimi kenara atıp hışmından zor kurtuldum. Yaptığım ani hareket yüzünden elim hafifçe burkulmuştu.
Erciyes Dağı’ndaki buzul çatlaklarına ulaşmaya çalışıyordum. Ama rüzgârın ılıklığı ve güneşin etkisiyle buzul eridiği, gevşeyen kayalar da ufalandığı için üç beş dakikada bir taş yağmuru başlıyor ve ben de ortalarında kalıyordum. Daha fazla riske girmemek için büyükçe bir kaya bloğunu siper ederek arkasına saklandım ve burada akşamı beklemeye karar verdim. Bütün planım altüst olmuştu ama yapacak başka bir şey yoktu.
Saatler süren bekleyişten sonra güneş dar vadiden ayrıldı. Havanın serinlemesiyle birlikte taş düşmeleri iyice seyrekleşti. Tekrar çıkışa devam etmeye başladım. Alacakaranlıkta büyük çatlağın yanına ulaştım. Buraya 15 yıl önce de gelmiştim; geçen sürenin çok kısa olmasına rağmen buzulda fark edilir gerileme vardı. Kenarına sürünerek yaklaştığım çatlağı fenerle aydınlatıp baktım. Buzdan bir mağara ağzını andırıyor ve zaman zaman derinden gelen ürkütücü çatırdama sesleri duyuluyordu.
Gidip gelen internet üzerinden cep telefonuyla güç bela iki farklı kaynaktan son hava durumu bilgilerine bakabildim; ertesi gün öğlen bulutlanmayla birlikte akşamüzeri mevsimin ilk kar yağışı başlayacaktı. Yani bu bilgiler doğrultusunda sabah saatleri uygun gibiydi. Eylülün son günüydü, buzulu yalın haliyle, kendine özgü renkleriyle belgelemek için kar örtüsünün iyice azaldığı dönemi tercih etmiştim. Gökyüzü berrak, yıldızlar ışıl ışıldı, bazen tek tük yüksek bulutlar geçiyordu. Gün ışığında buzulu fotoğraflamak üzere güvenli bir noktada bivak yapıp uyumaya çalıştım.
Ancak bir sürpriz bekliyordu beni; sabaha karşı bivak torbasının üzerine düşen kar tanelerin sesiyle uyandım. Hemen dışarıya baktığımda yerler bembeyaz olmuş ve her şey sis tabakasının içinde kaybolmuştu. Halbuki birkaç saat öncesinde Kayseri’nin sanki uçaktan bakarcasına uzanan gece ışıkları manzarayı tamamlıyordu. İçinde bulunduğum durumu idrak etmem uzun sürmedi. Sis ve tipi günlerce sürebilir, hayatım tehlikeye girebilirdi. Dakikalar içinde toparlanıp, alelacele aşağı inmeye koyuldum. Yaklaşık 20 santim taze karda koşar adım ilerliyordum. Kafa feneriyle yalnızca bastığım yeri görebiliyordum. Durursam donmak işten değildi. Hep aşağı doğru gidiyordum. Güzergâhta geçilecek herhangi bir kaya duvarı veya buzul çatlağının olmaması, zeminin daha çok eski buzullardan artakalan moren yığınlarından oluşması en büyük tesellimdi. Günün ilk ışıklarıyla birlikte Aksu Vadisi’ne indim. Sis dağılmış ve kar yağışı burada yerini yağmura bırakmış, karşı tepedeki titrekkavak ve huş ağaçları rengârenk sonbahar giysisini çoktan kuşanmıştı. Dönüp baktığımda Erciyes’in zirvesi gri bulutun içinde kaybolmuş durumdaydı.
Merak ediyorsunuzdur, neden buzulların peşindeydim? Neredeyse çocuk yaşta dağlarla tanışmış, takip eden yıllarda Büyük Ağrı ve Türkiye’deki birçok dağa klasik rotalardan çıkmış, hatta gençlik enerjisiyle mesela bir gün içinde dağ evinden hareketle solo Demirkazık Zirvesi yapıp dönerek 2 bin metreden fazla çıkıp inmek gibi kendi limitlerimi zorladığım etkinlikler gerçekleştirmiştim. Zamanla şunu anladım ki, sadece zirveyi hedeflemek dağlara yapılmış bir haksızlık gibiydi. Halbuki o coğrafyanın her metrekaresi jeoloji, hidroloji, meteoroloji, botanik gibi bilim dallarının konusu olabilecek nice ilginç kesitler ve güzellikler taşıyordu. Buzullar da bunların içinde elbette önemli bir kalem olup geçmişe ışık tutan bilgi hazinesiydi. Söz konusu felsefenin ışığında, Türkiye’de ve ayrıca dünyada görme imkânı bulduğum yerlerle birlikte buzullara yönelik ilgim zamanla perçinlendi. Yaklaşık 25 yıl önce Kaçkar Buzulu’na ayak basmış ve fotoğraflamıştım. Yeni, farklı bir tecrübeydi; bildiğim başka hiçbir yere benzemiyordu. Vadiden aşağı dil gibi sarkmış, kaya kütlelerine benzeyen, griden maviye tonlarda, güzel olduğu kadar bilinmezliklerle dolu, hayret verici ve ürkütücü bir oluşumdu. Kaçkar kütlesinden kar suları ve ara sıra taşlar dökülüyordu. Özellikle ilkbaharda karın altında kendini belli etmeyen bir buzul çatlağına düşen kimsenin teknik malzemesiz kurtulması imkânsıza yakındır. Rize-Çamlıhemşin’e bağlı Yukarı Kavron Yaylası’nda anlatıldığı üzere bir avcı bu şekilde içine düşmüş, ama pes etmeden günlerce tüfeğinin kabzasıyla basamak açarak çıkmayı başarmış; fakat eve döndükten sonra zatürre nedeniyle ölmüştü…
Atlas Mayıs 2016 / 278