Topraklarının yüzde 60’tan fazlası ormanlarla kaplı. Bulutlara dokunma arzusu veren Köroğlu Dağları, 300’den fazla yemyeşil yayla, masal gibi dereler, göller, fosil ağaçlar, antik kaya evleri, tür tür bitkiler, yaban hayvanları… Ve tüm bunları beyaz zarafetiyle daha da etkileyici kılan kış. Ankara ile İstanbul’un arasında geçiş yolu üzerinde yer alan, ama vahşi doğasını hâlâ koruyan benzersiz bir il Bolu.
Yazı: Ayhan Atakol / Fotoğraflar: Turgut Tarhan
Bolu-Mudurnu yolu, buğulu bir yeşilin arasına uzanmış göz alıcı bir güzergâhtır. Bir yanında Abant Dağları’nın, bir yanında Aladağ’ın irili ufaklı yemyeşil tepelerinin yer aldığı bir vadide kıvrıla kıvrıla akar gider. Çevresinde Çepni, Gövem, Pelitçik, Belkaraaağaç, Güneyfelakettin gibi köylerin sıralandığı bu pastoral yol gören gözler için her mevsim ayrı bir güzellik sergiler. Güneşin ve bulutların keyfine göre…
Yolun 25. kilometresinde yer alan Topardıç Köyü’nden bir dost, eliyle işaret ettiği tepede çok büyük bir ağaç olduğunu söylediğinde sevinçten ürperdim. Anıt ağaçlara, anıtsal nitelikli yeşil devlere karasevdalı denecek ölçüde tutkulu olduğumdan “hemen gidelim” dedim.
Yaz sonuydu. Bolu doğası, alacalı giysilerini yeni yeni giyiyordu. Tepeye tırmandık. Yaklaşık 20 metrelik karaçamların taçlandırdığı cangılı andıran orman dokusu, içindeki daracık toprak yol çukurlarla, kuruyup düşmüş dal parçalarıyla, tür tür çalılarla, “bebek” ağaçlarla kaplanmıştı. Orman sanki “geçemezsiniz” diyordu.
Bolu doğasının en sevdiğim yanı buydu. Hâlâ vahşiydi, hâlâ insana ve uygarlığımızın şiddetine direniyordu. Rengârenk çiçekler, yeni sararıp kızarmaya başlamış kızılcık, fındık, meşe, yabani erik ağaççıkları, ötüşleri karaçamların kubbelerinde yankılanan kuşlar, milyonlarca iğne yaprağın arasından orman tabanına bir şelale gibi akan güneş ışınlarının içinde göz kırpan renk renk kelebekler ve huzur verici derin bir sakinlik… Bambaşka bir dünya… İnsanın içine sıkışıp kaldığı büyük kentlerin beton, çelik, asfalt ve plastikten oluşma labirentinden çok farklı bir dünya… “Gerçek” dünya… Başka bir labirent, ama kendinizi özgür hissettiğiniz bir labirent. Önce korku veren, ama sonra hiçbir şeyin size “yabancı” olmadığını, ağaçların, dalların, belinize kadar yükselmiş otların size el uzattığını hissettiğiniz bir yeşil labirent. İçinizde binlerce yıl önce genlerinize yazılmış ama unutulmuş bir çoşkunun uyanışı. Kabıma sığmayan bir yaşama sevinci.
Tepenin yayvan sırtına vardığımızda orman, yerini geometrik çıplak tarlalara bıraktı. Tarla sınırlarında küçüklü büyüklü meşeler, kuşburnu kümeleri, kızılcıklar, yabani armut ağaçları… Köylü dost “işte geldik” dediğinde, hayranlık sınırlarını zorlayan bir “yeşil dev” duruyordu karşımızda. Tam tepede, çevresindeki tüm manzaraya hâkim, sonsuzluğun kıyılarındaymışçasına, tüm kollarını, küçücük ve bembeyaz kümülüslerin süslediği mavi gökyüzüne uzatmış, tek başına bir dev…
Gövde çapı bir buçuk metre, belki daha fazlaydı. Boyu 20 metrenin üzerindeydi. Yüz binlerce yapraktan oluşmuş tacı, koca bir kubbeyi andırıyordu. “Bolu fındığı” diğer deyişle “Türk fındığı” (Corylus colurna) türündendi. Orman Bakanlığı’nın üzerine plaket yerleştirip korumaya aldığı başka kardeşlerini de görmüştüm. Önümde duran yeşil dev, en az onlar kadar görkemliydi ve tescillenmeyi hak ediyordu.
Bolu kar altında, beyaz elbisesi içindeyken bu yeşil devi yeniden ziyaret ettik. Dallarının çıplaklığına rağmen etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemişti ve tepenin sert ve soğuk rüzgârında bize “siz sadece bir ‘an’sınız” diye fısıldıyordu.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’de anıt ağaçları, büyük mimari yapıtlara benzetir ve o ölçüde korunması gerektiğini yazar. Hermann Hesse ise “güzel ve güçlü bir ağaçtan daha kutsal, daha yetkin bir şey olamaz” der ve onlarla konuşmayı öğütler. Bolu’nun yabanıl doğasında Topardıç Köyü’ndeki bu yalnız yeşil dev gibi, konuşmak isteyeceğiniz daha pek çok ağaç var. Bazılarını Orman Bakanlığı korumaya almış. Örneğin Yedigöller yolu üzerindeki Kale Tabiatı Koruma Alanı içindeki fındık ağaçları, Saccılar Köyü’ndeki akıllara zarar anıt meşe, Yedigöller Milli Parkı içindeki doğu kayınları, meşe ağaçları, 1.75 metre gövde çapında, 30 metre boyunda ve 500 yaşındaki karaçam… Bolu, doğası ve doğal yapısıyla Türkiye’nin en özgün, en güzel, en etkileyici illerinden biri. Son derece zengin ve “hareketli” bir coğrafya. Bulutlara dokunma arzusu veren Köroğlu ve Bolu dağları, 300’den fazla yemyeşil yayla, cennet tasvirlerini çağrıştıran göller, insana “bir masal bu” dedirten dereler, kutsal tapınakları andıran derin ormanlar, inanılmaz zenginlikte tür tür bitkiler, çiçekler, kelebekler, kuşlar, böcekler ve yaban hayvanları…
Tüm bu zenginlik ve hareketliliğin kaynağı ise Bolu’nun jeolojik yapısı. İl, son derece aktif Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın üzerinde yer alıyor. Fay hattı, Bolu’da çatallanıp batıya uzanıyor. Binlerce yıldır süren tektonik hareketler, Uzakdoğulu ressamların eserlerini çağrıştıran bu coğrafyayı biçimlendirmiş. Prof. Dr. Hikmet Birand hocanın şiirsel tanımlamasıyla “buğulu bir yeşil”le kaplı Bolu, Türkiye’nin en çok orman varlığı olan üç dört ilinden biri. Orman Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Bolu’nun yüzde 60’tan fazlası ormanlarla kaplı.
Fotoğraf: Büyülü bir kış manzarasıyla kuşatılmış olan Sülüklü Göl, Bolu’nun Mudurnu ile Göynük ilçeleri arasında yer alıyor ve bir kısmı da Sakarya ilinde kalıyor. O da yaklaşık 300 yıl önce meydana gelmiş bir heyelanın sonucunda oluşmuş. Göl ve çevresi, baharda sona erecek bir sessizliğe dalmış gibi.
Devamı Atlas’ın Mart 2016 / 276. sayısında
Atlas’ı tablet ve telefonlarınızdan da okuyabilirsiniz: App Store Google Play