Cüneyt Oğuztüzün bir bankanın teftiş kurulu başkanlığını bırakıp 1994 yılında Atlas’a geldi ve ondan sonraki hayatını Anadolu’ya adadı. 20 yıl boyunca 500 bin kilometre yol kat ederek Asya’dan Akdeniz’e uzanan bu yarımadayı karış karış keşfedip okurlarına 150’ye yakın benzersiz konu sundu.
Yazı: Hüseyin Keçe / Fotoğraflar: Cüneyt Oğuztüzün
Bolkar Dağları’nda karaçam ve sedirlerle kaplı, yer yer küçük, keskin taş akıntılarıyla parçalanmış yamaçlarda yedi saattir yürüyorduk. Rehberimiz Gözneli Mustafa önde, Cüneyt Oğuztüzün ardında, ben de en arkadaydım. Bazen kayalara sarılarak, bazen sıçrayarak, bazen de yere yapışarak dorukları kaleye benzeyen iki de tepe aşmıştık. Hava kararmak üzereyken “Kaplan Suyu” denilen, avuç içi kadar bulanık bir birikintinin başında geceyi geçirmek üzere kamp attık. Ne için böylesine yorucu ve yıpratıcı bir yolculuğa çıkmıştık? Tabii ki, keşif ve fotoğraf için!
Bankacılığı 1993 yılında bırakan Cüneyt Oğuztüzün’ün 1994’te dergiye bir iki kez gidip geldiğini hayal meyal hatırlıyorum; yıl ortasına doğru da tümüyle Atlas için çalışmaya başlamıştı. Duyunca hepimiz hem şaşırmış hem de takdir etmiştik bu davranışı. Ayrıntıları bilmiyorduk tabii ki, hiçbir zaman da söz etmedi zaten. Ama işi bıraktığında bir bankanın teftiş kurulu başkanı olduğunu, İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde oturduğunu ve altında bankanın tahsis ettiği son model bir araba bulunduğunu öğrendiğim bu günlerde beni yine şaşırtmış bulunuyor. Çünkü böylesine varlıklı bir hayatı hayalleri uğruna bir yana itip son derece alçak gönüllü, mütevazı bir yaşantıyı tercih etmek herkesin yapabileceği bir iş değildi. Ancak olağandışı özelliklere sahip kişiler böyle kararlar alabilirdi ki, onlar da zaten hep örnek insanlar olmuşlardır.
Cüneyt’in böyle bir seçim yapmasına yol açan nedenlerinden biri de Anadolu olmalı. Bankacıyken de fırsat buldukça geziye çıktığını, fotoğraf çekmek için çeşitli faaliyetlere katıldığını öğrendim. Sanırım bu sıralarda Anadolu’ya tutulmuştu. Çünkü onunla birlikte birçok coğrafyayı çalışmış biri olarak gayet iyi biliyorum ki, Anadolu’nun kolları arasındayken sonsuz bir huzur buluyor, müthiş bir keyif duyuyordu. Mart 2015’te –ki hastalığının şiddetlendiği bir evredeydi- ziyaretimiz sırasında çalışmayı planladığı Bakır Çayı’ndan, Menderes Deltası’ndan dem vurmuş, “Anadolu yollarında olmayı öyle çok özledim ki!” demişti.
Dergide masa başında çalışanlar -ki bunların çoğu kalem erbabıdır- fırsat buldukça fotoğrafçılarla birlikte alana çıkarlar. Ben de birçok fotoğrafçıyla çeşitli coğrafyalara gitmişimdir. Her fotoğrafçının kendine özgü bir çalışma şekli vardı, ki kuşkusuz böyle olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Fakat Cüneyt Oğuztüzün’ü yine de ayrı bir yere koymak gerekir, çünkü yöntemi belirgin farklılıklar taşıyordu. Örneğin gittiği yörede fotoğraf çekmeye girişmeden önce coğrafyayı iyice soruşturur, öncelikle keşif sayılabilecek pek duyulmamış, bilinmeyen yerler üzerinde durur; o göl, bu kanyon, ya da şu orman nerede, nasıl gidilir ya da o aşiret hangi güzergâhı izleyecek, nerelerden geçecek gibi bıkmadan türlü türlü sorular sorardı… Edindiği bilgiler doğrultusunda keşfe çıkar, neyin ne kadar yerinde olduğuna bakar, fotoğraf durumunu, ışığı, rüzgârı vb. inceler, bütün bunlardan sonra fotoğraf çekmeye başlardı. Ayrıca bu çabalarının sonunda yöreyi son derece iyi bilir hale gelir ve bilgisiyle köydeki, kasabadaki ya da obadaki herkesi şaşırtırdı. Bütün bunları afaki söylemiyorum, bire bir tanık olmuşumdur.
Bolkarlar’ın eteğinde yer alan, Mersin’e bağlı Çamlıyayla’ya (Namrun) gittiğimde de araştırmalarını çoktan tamamlamıştı. “Hüseyin, mucizevi bir olay var onun peşine düşeceğiz. Tam bir keşif yapacağız” demiş ve eklemişti, “ama bir gün boyunca da yürümemiz gerekecek!” Fakat efsanevi şekilde anlatılan her olay birtakım riskler içerir. En başta geleni de yörelerindeki oluşumları abarttıkları için anlatılanların “fos” çıkmasıdır. Ama Cüneyt karış karış arşınladığı o yollarda yeteri kadar deneyim sahibi olduğundan anlatılanların “sağlama”larını alarak hayal kırıklığına neden olmasına pek fırsat vermezdi.
Bir diğer önemli nokta da bu tür keşiflerde izleyeceğiniz rehberdir. Yürüyüş, Bolkarlar’ın doruklarından sarkıp gelen ve birçok yan kolları kapsayan Cehennemdere Vadisi’nde ve onun sık ve el değmemiş ormanlarla kaplı yamaçlarında geçeceği ve bir gün süreceği için rehberin yolu son derece iyi bilmesi gerekiyordu. Yanlış bir patikaya sapmak bizi çok alakasız yerlere çıkartabilirdi. Cüneyt bunu da sorup soruşturmuş ve adaylar arasında –yörenin orman işletmelerinin de onayladığı- Gözneli’de karar kılmıştı. Anlayacağınız hazırlıklar inceden inceye yapılmış, bana sadece sırt çantamı omuzlayıp yürümek kalmıştı…
Fotoğraf: Cüneyt Oğuztüzün, Bolkar Dağları’ndaki pınarlardan doğup Akdeniz’e koşan Tarsus Çayı’nın görkemli yolculuğuna eşlik etti. Akarsuyun macerasını, çevresinde yaşayanların hikâyesini de Hüseyin Keçe kaleme aldı. Yağmurun ardından Kadıncık Vadisi’nin üzerinde gökkuşağı belirmişti. Oğuztüzün bir söyleşisinde “bu, fotoğraf şans faktörünün de önemli olduğunun örneklerinden biriydi” diyecekti. “Üstelik ben orada çifte şans yaşadım. Sürüsünün başında bir çoban ortaya çıkıverdi ve fotoğrafa insan unsuru da eklenmiş oldu.”
Atlas Ocak 2016 / Sayı 274