Anasayfa Dergide Bu Ay Edirne; Balkanlar’ın Kapısı

Edirne; Balkanlar’ın Kapısı

Ayşegül Parlayan Özalp

Mimar Sinan’ın ustalık eseri,arastalar, hanlar, hamamlar, birbirini kesen çarşılar; düğümlenen nehirler, ünlenen köprüler… Bulgarlar, Ermeniler, Rum ve Yahudilerden kalan anılar… Edirne, Osmanlı’nın başkenti olduktan sonra kazandığı çok kültürlü karakterini yeniden canlandırıyor.

Yazı: Mehmet Sait Taşkıran / Fotoğraflar: Yasin Akgül

 

Kimi kentler hikâyelerini sokaklarında, meydanlarında, uzayıp giden çarşılarında gizler. Hele o kentin içinden, kıyısından nehirler geçiyorsa nehrin sularına, iki yakayı birleştiren köprülerine kulak vermek gerekir. Tek bir fısıltı ile zamanın sonsuz uzamında yolculuğa çıkabilir insan.

Ama Türkiye’nin Balkanlar’a açılan kapısı konumunda olan Edirne’nin suskunluğu kente kulak verdikçe çözülüyordu. Kentin hemen her yerinden görünen Selimiye Camii’nin güneyinden arastalar, hanlar, hamamlar, birbirini kesen çarşılar başlıyordu. Edirne’nin kalbi sayılan Kaleiçi bölgesindeyim.

Ünlü Saraçlar Caddesi’ne açılan her sokağın ve çarşının birer hikâyesi vardı. Kaleiçi bir dönem Yahudilerin, Ermenilerin, Rumların, Bulgarların ve Türklerin bir arada yaşadığı gözde bir yerdi. Bütün sosyal hareketlilik burada oluyordu. Uzak diyarlardan kervanlarla getirilen envai çeşit ürün, batıdan Meriç Nehri üzerinden gemilerle taşınan Avrupai eşya, Balkan köylülerinin kağnılara yüklendiği şaraplar, evlerdeki dut bahçelerinden üretilen ipek böceği kozalarından yapılan ürünler Kaleiçi’nin çarşılarında sergilenir, satışa sunulurdu. Yabancı diplomatların köşkleri şimdi Yunanistan sınırında olan Karaağaç yerleşiminden başlar Kaleiçi’nin geniş sokaklarında bile yer yer görülürdü.

Saraçlar Caddesi ise eski yapıların, tarihi dokunun korunduğu ve modern yaşamla buluştuğu bir yer olmuş. İlk bakışta cadde üstündeki eski yapıların kafeteryalara, mağazalara, restoranlara dönüşmüş olduğunu görüyorum. Kentin geçmişte sahip olduğu kültürel canlılık bugün üniversite öğrencilerinin, alış veriş yapmaya gelenlerin, daha çok Bulgaristan ve Yunanistan’dan gelen turistlerin canlılığıyla yer değiştirmiş.

Edirne, yaklaşık 90 yıl boyunca Osmanlı’ya payitahtlık yapmış ve imparatorluğun kaderi burada şekillenmişti. Bir yerleşim başkent olunca evvela yönetim yapıları büyür ve bayındırlığın temelleri atılır, sonra bu imaretin çevresinde orayı başkent yapan halkın kültürel kimliğine ilişkin doku oluşmaya başlar. Selimiye Camii’nden önce kentin en ulu ibadethanesi sayılan Ulu Cami ve hemen yanına yapılan açık ve kapalı çarşılarla birlikte Kaleiçi Osmanlı mimarisiyle şekil almaya başladı. Kentin geçmişte değişen sosyolojisini Peykler Medresesi’nde buluştuğumuz Doç. Dr Mustafa Özer’le konuşuyoruz. Tunca Nehri kıyısında yer alan ve Sarayiçi diye anılan yerde yapılan kazı çalışmalarını yöneten Özer, kentin tarihini şöyle özetliyor:

“I. Murat 1361’de Edirne’yi fethedince kentin kaderi değişti. İmparatorluğun yönetim yeri olarak ilk saray bu günkü Selimiye Camii’nin olduğu yere yapıldı. Saray-ı Atik (Eski Saray) denilen imaretle birlikte kentin hemen her yerinde camiler, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar inşa edildi. Yeni İmaret, Gazi Mihal ve Muradiye mahalleleri kuruldu. Kaleiçi ağırlıklı olarak gayrimüslimlerin yaşadığı bir yerdi. Kent başkent olunca yabancı diplomatlarla birlikte İtalyanların, İngilizlerin ve Fransızların da nüfusunun olduğu bir yer haline geldi.”

Ticaret ve üretimin yükselişi, Edirne’nin zaten çokkültürlü olan yapısını daha da zenginleştirdi. Dahası, Osmanlı’nın karakteristiğinin en önemli öğesi olan fetihlerin bir bölümü bu kentte planlandı. Osmanlı İmparatorluğu büyüdükçe yeni bir saraya ihtiyaç duyuldu. Bugün ünlü Kırkpınar Yağlı Güreşleri’nin yapıldığı Tunca Nehri kıyısında yer alan geniş düzlükte, eskisinden daha büyük ve ileride İstanbul’daki Topkapı Sarayı’na da model oluşturacak “Saray-ı Cedid-i Âmire” (Yeni Saray) yapıldı. Edirne hem Balkanlar’ın eşiği durumunda olduğundan hem de İstanbul’a yakınlığından dolayı stratejik bir konuma sahipti. Sosyo-kültürel çeşitlilik ve hareketlilik kentin konumuyla beraber giderek arttı. Bu dönüşüm üzerinde konuşmaya başladığımızda “sadece Edirne’yi değil Edirne çevresindeki diğer yerleşimleri de düşünmek gerektiğini” söylüyor Özer:

“Biz şimdi geçtiğimiz yüzyılda çizilen sınırlar üzerinden bazı yerleşim yerlerinin, kentlerin yapısını anlamaya çalışıyoruz. Bu büyük bir hatadır. Her kent çevresinde yer alan diğer kentlerle iç içe geçmiş etkilenmiş bir sosyo-kültürel yapıya sahiptir. Edirne gerek ticaret gerekse sosyal açıdan sınırın diğer tarafında yer alan Filibe, Dimetoka gibi kentlerle iç içe olmuştu. Gayrimüslimlerin varlığı ve Avrupalıların da gelmesiyle birlikte Edirne çokdilli çokkültürlü bir kent haline gelmişti.”

Mithat Paşa ve Dilaverbey mahallelerinin odağını oluşturduğu Kaleiçi’nin gözde yapıları arasında Ali Paşa Çarşısı, Bedesten ve Rüstem Paşa Kervansarayı’nı ilk sıraya koymak gerekiyor. Çarşıların ve arastalarının oluşturduğu bölümden biraz uzaklaşıp ara sokaklara girdiğimde geçmişteki bu renkliliğin başka bir yansıması olan eski evlerle karşılaşıyorum. Yüksek tavanlı ve iki katlı bu evlerde geçmişte gayrimüslimler ve varlıklı Türkler yaşıyordu. Varlıklı ailelerin evleri ahşap işlemeli ve geniş bahçeli olurdu. Evlerin tavanları Edirnekâri sanatıyla bezenirdi.

 

Fotoğraf: Edirne bulunduğu konumdan ötürü tarihte uğradığı akımlarla pek çok kez yıkılıp yeniden kurulmuş bir kent. Yunanistan’la sınır kenti olma özelliğini koruyan Edirne, Osmanlı’nın başkenti olduktan sonra kazandığı karakteri bugün de koruyor.

Atlas Eylül 2015 / Sayı 270

Benzer Yazılarımız

Yorum Yap