Anasayfa Atlas Rotaları Çanakkale koyları: Dünyanın atardamarı

Çanakkale koyları: Dünyanın atardamarı

Özge Çolak

“El değmemiş!” Bu söz, Çanakkale’nin iç içe, art arda yüzlerce koyu için haklı olarak söyleniyor. Öyle ki büyük metropollerin dibinde olmasına karşın bu kıyılar Akdeniz fokunun ve Caretta caretta gibi hassas canlıların yuvası. Anadolu’nun kuzeybatısında dünyanın en eski ve işlek boğazıdır Çanakkale. Denizlerin dışa açılan kapısıdır. Marmara’yla Ege’yi bağlar; Trakya’yla Anadolu’yu ayırır. Ne var ki bir yandan santrallar, bir yandan yoğun atık ve zehir üreten sanayi kuruluşları şimdi bu kıyılara hücum ediyor.

YAZI: TEVFİK TAŞ / FOTOĞRAFLAR: TOLGA İLDUN

Kandırılmış babaları tam onları kurban etmek üzereyken, bir koç, nam-ı diğer Altın Post, iki çocuğu aldığı gibi Anadolu’nun kapılarına doğru yola çıkar. Ne var ki Çanakkale Boğazı’na girdiğinde, kız kardeş Helle, boğazın sularına düşer. Bu yüzdendir ki antikçağdan beri boğazın adı Hellespontos’tur, yani Helle’nin Denizi...

Çanakkale Boğazı’nın uç dönemecindeki Assos Koyu’nu tepeden gören akropolde, yani yüksek kentte Tanrıça Athena için yapılan tapınağın sütunlarının altından bakarken bize uçsuz görünen bu denizlerin birbiriyle bağını izliyorum. Köşeyi dönünce Edremit Körfezi, ki bizim “koy” dediğimiz oluşumların eski Yunancadan beri karşılığı “körfez”dir. Boğaza doğru dönünce yönünü, bir koylar evrenine giriyor insan. (En üstteki fotoğraf: Çanakkale Boğazı, Trakya ve Anadolu yakaları arasında işleyen deniz taşıtlarıyla da ünlü. Şimdi altı şeritli bir otoyol geçişi için “1915 Çanakkale Köprüsü” inşa ediliyor. Köprü için 352 kilometre boyunca çoğu yerde ormanlar kesilerek 10 kilometrekare alana asfalt dökülecek. Gelibolu’nun Sütlüce bölgesinden de köprünün yükselen ayakları görülebiliyor.)

Osmanlı’nın ilk yıllarında duvarları, buradaki antik çağların malzemesiyle yapılmış, kapı söveleri Ezine’den bir kiliseden getirilmiş Murat Hüdavendigâr Camii’nin serinliğinde uçurumdan aşağıya bakıyorum. Yeryüzü felsefesinin mihenk taşı Aristoteles de buralarda dolaşmış, Hıristiyanlığın ilk örgütleyicilerinden Tarsuslu Aziz Paulus da.

Bir yandan göz eriminde Edremit Körfezi, diğer yol sizi Babakale Koyu’na, o antik liman yerleşimine çağırır ve buraların anlaşılmasına emek verenler der ki, “eski çağlarda bölgenin adı Troas’tır.

Babakale’ye doğru yola çıkarken aklım alıp veriyor; buraya başlangıç mı demeliyim, yoksa boğazın son noktası mı?Bunu ne tarih, ne de coğrafya bakımından bilebilirim.

Biga Yarımadası Çanakkale’nin Marmara Denizi’ne bakan yüzü. Kıyılarının insan faaliyetinin az az olduğu bölgeleri, Akdeniz foklarının yaşayabileceği denli temiz.

Şimdi, aslında hangi noktadan hareket edersek edelim bir koylar dünyasının içine gireriz. Bu sadece bugün “plaj” dediğimiz kesitlerle sınırlı değildir. Elbette plajların neredeyse yüzde doksan dokuzu bir koydur, ya da bir koyun içindedir, ama onların yanında yöresinde, dışarıdan gelenin adını sanını hayli zaman harcayarak öğrenebileceği yüzlerce koy vardır. Koyun tanımlarından biri de denizlerin, karaların içine doğru yaptığı görece sığ girinti değil midir?

Babakale balıkçı limanı, burnu, deniz feneri, Sultan Baba Türbesi’yle dünyanın bir ucuna kurulmuş şirin bir köy duygusunu bugün de yaşatıyor insana. Bu koyda, Osmanlı’nın bu bölgedeki kaleler sistemi içinde yaptırdığı son kale (Hırzül Bahr) vardır; çünkü burası, hafif çaprazındaki Midilli önlerini mesken tutmuş deniz korsanlarının saldırılarından 18’inci yüzyıla kadar etkilenmeye devam etmiştir. Babakale Burnu’ysa, denizin bir “V” gibi oyduğu Balıkesir hattının da, Çanakkale Boğazı’na açılan hattın da uç noktalarından biridir.

Biga Yarımadası, tarım ve hayvancılığın yapılabildiği bölgelerden biri. Fakat kimi linyit, kimi ithal kömürle çalışan santralların bu alanlar üzerindeki olumsuz etkisi gün geçtikçe artıyor.

Buradan Geyikli’ye, Çanakkale Boğazı’nın girişine doğru, bugünkü ana yolun paralelinde bir sahil yolu var. Adlarını yerel denizci-balıkçı milletinden, ya da meraklısından başka kimsenin bilmediği onlarca koy dizilmiştir bu hatta.

Bir anlamda koyların minyatürünü görmek isteyenler yan yana duran iki güzelliğe; Bozcaada ve Gökçeada’ya bakmalı derim.

*Yazının tamamını 327 sayılı Atlas Dergisi Temmuz 2020’de bulabilirsiniz.

ATLAS TEMMUZ 2020

Benzer Yazılarımız

1 yorum

Kenan 10 Ekim 2020 - 15:50

Mükemmel bir coğrafya, harika bir yazı

Cevap

Yorum Yap