Bir tepede kurulup çeşit çeşit kavimleri ve inançları barındıran; bazen genişleyip bazen daralan, ad ve yer değiştiren bir yerleşme. Kıvrıla kıvrıla akan nehri, manzarası birbirinden güzel ikiz gölleri, Şirince’li köyleri ve ünlü Ephesos’uyla, İzmir’e bağlı kale gibi bir ilçe: Selçuk.
Yazı: İzzet Göldeli / Fotoğraflar: Cüneyt Oğuztüzün
Baharın ılık havasını soluyan güleç Selçuk’un neredeyse bütün caddeleri, sokakları turunç ağaçları ve meyveleriyle renklenmişti. Sabahın erken saatlerinde başlayan yürüyüşümüzde istim üstünde bir pazar karşılayacaktı bizi. Kimisi yol kenarındaki turunç ağaçlarının altında, kimisi geniş bir meydanda yan yana, sırt sırta kurulmuştu tezgâhlar; tezgâhlardan yollara taşıyordu Ege köylüsü, çiftçisi ve toprağının bolluğu, hüneri…
İzmir’de yolda gezerken rastladığım Çinli öğrenci Selçuk’a, oradan da Ephesos’a (Efes) nasıl gidebileceğini sorunca duraksamadan kentin otobüs terminaline gitmesini önermiştim. Kapağında “Turkey” yazan, elindeki kitabı işaret edip “ama Selçuk’a en kestirme yol Basmane’den trenle gitmektir diye yazıyor” dedi. Kitapta gösterdiği haritaya bakmadan edememiştim. Karayollarının baskısıyla çoğumuzun aklından neredeyse tümüyle silinmiş olan bir tren yolu hattı ve Basmane’den Denizli’ye uzanan bu hattın üstündeki istasyonlar Torbalı, Tepeköy, Selçuk… Yalnızca Ephesos’a gitmek için geçilmesi gereken bir yer miydi Selçuk? Ephesos’un ya da son yıllarda dizi dibinde gelişen kendine bağlı Şirince’nin gölgesi altında mı kalıyordu? Bu soruların yanıtını yollara düşmeden bulmak mümkün değildi ve işte şimdi Selçuk’taydık.
İnsanıyla birlikte pek çok kez çehre değiştiren yerleşmenin ve bölgenin tarihi, bulunan höyüklerde çıkan öğütme ve perdah aletlerine, taş temel, kerpiç duvar kalıntılarına bakılarak kimi uzmanlarca 10 bin yıl öncesine kadar götürülüyor. Arkeolojik çalışmalarda ele geçen Hitit yazılı metinlerinde adı “Apasas” olarak geçen kentin Selçuk olduğu da kesinlik kazanmış. Selçuk Belediyesi’nin titizlikle yenilenmiş edilmiş üç katlı eski bir binaya yerleştirdiği Selçuk Efes Kent Belleği’ndeki kapsamlı bir sergiyi, arkeoloğu Özgür Gökdemir ve iletişim uzmanı Özgür Ceylan’la birlikte geziyoruz. Erken panolardan birindeki buluntuları göstererek: “Ayasuluk Tepesi’nde yapılan kazılarda ortaya çıkan buluntular I. Ephesos’un burada kurulduğunu düşündürmektedir” dediler. Yani Selçuk, Ephesos’un süreği (kalıtı) idi. “Bugün kıyıdan uzakta kalan Ephesos ilk kuruluşundan günümüze dek ekonomik, politik ve sosyal nedenlerle dört kez yer değiştirmiştir. Selçuk ise yaklaşık 10 bin yıllık bir tarihsel sürekliliğin şimdilik son halkası olan beşinci yerleşimdir. ”
Ayasuluk’ta başlayan, Anadolu kavimlerini ve Hititleri de barındıran çekirdek yerleşme zaman içinde ad ve yer değiştirmiş, dolanıp durmuş, sonunda gözlerini hayata açtığı tepeyi de içine alarak Selçuk olmuştu.
Aydınoğlu Mehmet Bey tarafından 1304’te ele geçirilen yerleşme kısa bir süre için de olsa Aydınoğulları Beyliği’nin merkezi oldu. Sanat tarihi açısından önemli yapıları barındıran yerleşme 1426’da Osmanlı egemenliğine girdi. Çeşitli kaynaklar 16. yüzyıldan sonra İzmir ve Kuşadası limanlarının gelişmesinin Ayasuluk’un yıldızının sönmesinde etkili olduğunu ve Osmanlı İmparatorluğu döneminde Aydın sancağına bağlı bir karakoldan öteye önemi kalmadığını ve yerleşmenin biraz ilerisinde yer alan günümüzün Şirince’sinin halkının o dönemlerde tarım ve hayvancılıkla uğraştığını vurgularlar.
Yapımına 1856 yılında başlanan ve İngiliz kayıtlarında “Smyrna- Aidin” yani İzmir-Aydın diye geçen ilk demiryolu hattıyla Ayasuluk yavaş yavaş aydınlığa çıkacaktır. Demiryolu hattının ve istasyonlarının tasarımını üstlenen İngiliz mühendis, mimar ve arkeolog John Turtle Wood, demiryolunun yapımı kadar Artemis Tapınağı ve Ephesos’la da ilgilenir. Hatta Ayasuluk yerine “karanlığa gömülü ” Ephesos ile uğraşmak çok daha çekici gelmiş olmalı ki 1863’te demiryoluyla ilgili işini bırakır. Ülkesinin verdiği izin belgesi ve bir miktar parayla gömülü antik kentin keşfine ve kazılarda ele geçirdiği yapı öğeleri, heykel ya da heykel parçalarını İngiltere’ye nakletmeye başlar. Kadirşinas hükümeti de kendisini gerektiği gibi ödüllendirmede gecikmez.
Ve 1867’de tamamlanan demiryolu hattı, istasyon, kurutulan bataklıklar, ilk otelle birlikte Ayasuluk (Selçuk) adından söz ettirmeye başlayacak, gidip gelen trenler yalnız tütün ve incir değil Ephesos’u merak eden gezginleri de taşıyacaktır.
Ayasuluk Tepesi, 1957’de ilçe olan Selçuk’un uzak geçmişle bağını kuran gizemli bir kapı, adım atmanızla birlikte başka bir âleme geçilen bir eşik gibidir. Bu tepeye tırmandığınızda evlerin, apartmanların, ağaçların arasına saklanmış küçük mescitler, göçmen leyleklerin üzerlerine yuva kurdukları yıkık sukemerleri, hemen yanınızda duran İsa Bey Camii, Artemis Tapınağı, St. Jean Kilisesi ve Selçuk Kalesi’yle kuşatılırsınız. Sanki şöyle ayak parmaklarınızın ucunda biraz yükselseniz batınızda, Ege’nin sularıyla serinleyen Pamucak sahili, Ephesos’u kıyıya bağlayan yarı beline kadar toprağa belenmiş tarihi suyolu, üstünde turnaların süzüldüğü Çatal (Barutçu) Gölü, bodur zeytin ağaçları, baharı beklemeden çiçeğe durmuş şeftali ağaçlarıyla donanmış tepeler zihninizdeki kaleydoskopa (çiçek dürbünü) yerleşecek ve siz hareket ettikçe geçmişle bugün arasında gidip geleceklerdir.
Artemis’ten İsa Bey’e
Koreli ve Çinli turistler şaşırıyor, bağıra çağıra “helva alın, lokum alın” diyen satıcıların arasından geçerken. İsa Bey Camii’nin avlusuna ulaştıracak basamakları çıkarken bir ara arkama dönüp yan yana duran otobüslerin ön camlarına iliştirilmiş, “Kanci” ile yazılmış kâğıtlara bakarak yoluma devam ediyorum. Mimar Ali ibn el Dımışki tarafından inşası 1375’te tamamlanan cami Aydınoğulları Beyliği’nin en görkemli yapısı olmuş. Yüksek duvarlarla çevrili revaklı avlusunda dolaşırken farklı dillerde söylenmiş sözcükler yankılanarak kayboluyor, adeta kanatlanarak gökyüzünün sonsuzluğuna karışıyorlar. Az önce okuduğum “resmi malumatı” hatırlamaya çalışıyorum dolaşırken, iki kubbeli ve yanlarda ahşap kırma çatılarla örtülü geniş mekânı, Şam Emeviye Camii, Harran ve Diyarbakır Ulu Camii planlarının daha küçük ölçekte uygulamasıdır. Selçuklu ve Osmanlı camilerinden farkı, kareye yakın olmasıdır.
İsa Bey Camii’ne göre Ayasuluk Tepesi’nde daha iyi bir “mevki” kapmış görünüyor St. Jean Kilisesi. Geniş avlusunda dolanırken bir yandan not alıyor, bir yandan da Japon rehberin gezdirdiği gruba, benim de bakmakta olduğum geniş levhada yazılanları parmağıyla işaret ederek kendi dillerinde aktarmasını dinliyordum. Rehber, haç planlı kilisenin boyutlarını verdikten sonra Büyük Iustinianus’un isteği üzerine, 6. yüzyılda kullanılamayacak hale gelen kilisenin altı kubbeli olarak yeniden inşa edildiğini anlatılıyor olmalı. O Iustinianus ki, kimi tarihçilere göre ardında gücünün doruğunda bir imparatorlukla topladığı vergilerden yılmış aç bir halk bırakmıştı… Dolaşmaya devam ediyorum, üstlerini örten kubbeleri yıkılmış mermer sütunlar arasında. Kilisenin, Artemis Tapınağı’ndan sonra en büyük yapı olduğunu, 1365-1370 yıllarında şiddetli bir depremle yıkıldığını, kısmen cami olarak kullanıldığını yazan başka bir levhanın önünde duran başka bir rehberin büyük bir turist grubuna Almanca ne anlattığını kestirmeye çalışmak yerine, üstümüzde dolanan karga sürüsünün çıkarttığı seslere kulak kabartacak, serçelerin neşeyle devrilmiş kalın yığma duvarların üstüne, yüzyıllardır yağmur ve rüzgârın dövdüğü döşemelere konup kaçışlarını seyredecektim.
Pamucak Kıyıları
Küçük Menderes’in döküldüğü Kuşadası Körfezi’ne bakan Pamucak kıyılarına doğru yol alırken, Selçuk’taki bir Yörük kahvesinde öyküsünü Kerim Önder’den dinlediğimiz Barutçu köyüne ve köyün adını taşıyan gölüne -haritalarda Çatal Gölü- hemen ardından da Gebekirse Gölü’ne uğrayacaktık. Ama Doğa Derneği’nin “2012 Türkiye Kış Ortası Su Kuşu Sayımları” raporuna adetleriyle giren, ne kaşıkgaga, ne çamurcun ne de boz ördekleri görmek ve gözlemek için zamanımız kalacaktı. Bir köprüde durup altımızdan kalın, kirli bir posta sarılıp, değdiği yerde hayatı kaçırarak akan Küçük Menderes’e bakarken, ona kanallarla bağlanan göllerin başına gelenleri kestirmek zor olmayacaktı. Göl balıkçılığı ölmüştü. Yumurtalarını Pamucak kıyılarına bırakan göl kefallerinin yavruları geri dönemez olmuşlardı. İçindeki mavi-yeşil algler nedeniyle bir üniversitenin de ilgi alanına giren Çatal Gölü’nü, ardından da Gebekirse Gölü’nü geride bırakarak Ephesos’u Ege’ye bağlayan antik dönemden kalma kanalın ucuna gidecektik. Kent Belleği’nden arkeolog Özgür Gökdemir’in sözünü ettiği iki replika tekneden birisi suyun içinde, öteki kıyıya çekilmiş bekliyorlardı. Antik dönemdeki aslına uygun inşa edilen teknelerden karaya çekilmiş olanı “ticari gemi” öteki de “savaş gemisi”ydi. Günümüzle uzak geçmiş arasında bir bağ kurmak isteyen küçük alanın girişine konan anıtta yer alan dizeleri okumadan edemedim:
“Heraklit, Heraklit/ Akarsuya kabil mi/
Vurmak kilit”
Nâzım Hikmet’in atıfta bulunduğu diyalektik düşüncenin babası, ilk filozoflardan Heraklit de (Herakleitos) bu toprakların insanıydı.
Akşam yaklaşmıştı. Derin gölgeler, tepelerin ve dağların eteklerinden başlayarak kendilerine ertesi güne kadar kıvrılıp kalacakları bir yer arıyorlar, balıkçılar biraz ötelerindeki denize ulaşmak için kürek çekiyorlardı. Bekçi Ali Sarıgüzün anlatıyordu: “Karaya çekilmiş olanı kuru yük teknesi. Sudakinin önünde, su kesiminin altında kalan sert ağaçtan yapma bir mahmuz var, bindirdiği teknenin gövdesini delmesi için. Bakımlarını da ben yapıyorum bunların.”
Gemi sınıflandırma, sertifikalandırma ve belgelendirme faaliyetlerinde bulunan tarafsız, bağımsız bir vakıf kuruluşunun verdiği Loyd belgesi alınmadığı için olduğu yerde demirli kalan tekneyi kıç çapasıyla ileri geri, sağa sola döndürüp yosun tutmasını önlemeye çalıştığını da ekliyor. Kürekleri ve dümenleri yakındaki bir çadırda saklı duran teknelerin onlara kucak açacak yedi kilometrelik kanalda Ephesos’un taştan rıhtımına buradan süzülerek gidişi, kanal boyunca dizilmiş ahşap direklere konmuş yağ kandillerinin ışığıyla aydınlanan suya kentin o görkemli dönemini hatırlatırcasına küreklerin dalıp çıkışı, kürek çeken “forsalara” tempo veren davulların sesleri şimdilik hayallerde kalacaktı anlaşılan.
Asyalı turistleri taşıyan tur otobüsleri ile çeşitli illerden arabalar omuz omuza duruyorlardı, Şirince’nin girişindeki otoparkta, sabahın erken saatleri olmasına karşın. Lokantaların, şarap evlerinin, turistik eşya satan dükkânların, tezgâhların sağlı sollu dizildiği, arada daracık sokaklara geçit veren köyün taş kaplı anayolunda yürümeye, gelip gidenlere çarpmamaya çalışırken, “Şirince’nin denizsiz bir Bodrum’a dönmekte olduğu” düşüncesi geçti usumdan. Akan kalabalıkla birlikte ilerde beliren yokuşa doğru sürüklenirken kumda kahve yapan bir kafe yolumuzu kesecekti. Kafeyi kendisinin inşa ettiğini söyleyen genç Şirinceli Cumhur, köyün en güzel manzarasının Zeytinli Konak’tan izlenebileceğini belirtti. Bir inip bir çıkan daracık sokaklara dizilmiş, kurutulmuş nane, dağ kekiği, kantaron yağı, oyalı mendiller, örtüler, papatyalardan taç örüp satan kadınların arasından geçerek bulduk yaşlı binayı. Terasında otururken bulutların ardına saklanan güneş arada bir cömertliğini esirgemeyip yamaçlara dayanan evleri, evlerin ötesinde, tepelere doğru tırmanan ormanı, geniş bahçeleri ortaya çıkartıyordu. Uzaklardaki köpek havlamaları, aşağıdaki sokaklardan geçenlerin konuşmaları bize kadar geliyordu. Bir atlı geçerken binanın dibinden nal seslerine ezan sesi karıştı. İkindi başlıyor köyde. Ardı ardına açılmış dükkânların, şarap evlerinin alınlarına yazılmış adlara bakıyordum o ara not defterimden: Yorgo, Dimitri, Helena, Hera, Artemis…
Daracık iki sokağın buluştuğu avuç içi kadar bir bahçenin duvarı önünde duruyordu keçeci, el sanatları ustası Umut Arabul. Geleneksel kültürdeki yerini vurgulamaya gerek yok kıl keçenin. Yavaş yavaş yaşamımızdan çekilmesine izin vermeyecek az sayıdaki ustadan birisi olarak düşünmeli onu. Yeniçerilerin savaşlarda giydiklerinin kalın keçeden yapılması nedeniyle kılıç darbelerine karşı dayanıklı olduğundan başlayarak kullandığı kökboyalarına, motiflere, keçenin pişirilmesine, keçe hamamlarına kadar anlattı. Genç Cumhur, sıcak kum üstünde yapılmış kahvelerimizi içerken “Bandrol küçük şarap imalatçısını öldürdü Şirince’de” demişti. Arabul da “O küçük şarap imalatçıları, gerçek şarap imalatçılarıydı, efsane adamlardı” diyerek adlarını saydı: “Çete Yusuf, Badik Ali, Posta İbrahim, Fırtına Mehmet…”
Eşsiz Efes
Sabah güneşi günlük işine başlamış tepelerin pusunu alırken, sağda solda kümelenmiş, yüzlerce yıldır ilk konuldukları yeri, alıştıkları mimari düzeni arayan kimisi kırılmış başlıklarda, örselenmiş mermer sütunlar ve kaidelerde yankılanan yanık bir Rum havası, gökyüzüyle Ephesos’un Rıhtım Caddesi’nin aşınmış taşları arasında asılı kalmıştı. Özel güvenlikçi, üniformasının yaka cebinden yükselen sesle birlikte uzaklaştığında Büyük Tiyatro’nun neredeyse girişine varmıştım. Önce iki katlı daha sonra üç katlı olarak inşa edilen antik dönemin bu en ünlü tiyatrosunun kimi yerleri betonla tamamlanmış basamaklarını yavaş yavaş çıkıyordum ki, yaşlı bir İngiliz’in çoğu kendisi gibi kır saçlı dinleyenlerine kusursuz diksiyonuyla St. Paul’den, Artemis’ten söz edişine kulak misafiri oldum. Panayır (Pion) Dağı’na yaslanan yapının en üst sırasına vardığımda yaşlı İngiliz’in sesi öyküsünü sürdürüyor, yankılanıp duruyordu. Sahne binasının kalıntılarına bakıp İmparator Cladius (İÖ. 41-54) zamanında genişletilen ve İmparator Traian zamanında da (İS. 98-117) tamamlanan gösterişli tiyatronun o dönemlerdeki halini, biraz ilerdeki Agora’nın, Celsus Kitaplığı’nın hayatını hayal ediyorum. Yüksekliği 30 metreye varan en üst sıradan aşağıya indiğimde ses kesilmiş, daha sonra kalıntıları gezmeye devam ederken karşılaşacağım “kır saçlılar grubu” gitmişti.
Celsus Kitaplığı’nı, kesik bir mermer sütunun üstünde uyuklayan tekir kediyi, insan selini, Kuretler Caddesi’ni geride bırakıp Ephesos’un hayatının her anına tanıklık etmiş olan Bülbül Dağı’na (Koressos) yaslanan Yamaç Evleri’ne girdiğimde, karşılaştığım sessizliğe sanki yıkık duvarlara, fresklere, döşemelerdeki mozaiklere sinmiş bir gizem de eşlik ediyordu. Avusturya Arkeoloji Enstitüsü’nün, Ephesos’un hemen hemen her noktasında görülen “hamiliğine” çeşitli yerli şirketler de katkıda bulunmuşlardı. “Kamu görevlisi ve dini makam sahibi Flavinus Furius Aptus ve ailesine” ait 950 metrekarelik bazilikalı devasa evi, Casius Vibius Salutaris’inkini ve ötekileri, daracık bir geçiti, Filozoflar Avlusu’nu, Aslanlı Oda’yı aşan kalın camdan küpeşteli platform, kimi yerde merdivene dönüşerek, kimi yerde evlerin üstünden geçerek, kendine emanet edilen “tarih”le adeta yarışan 4 bin metrekareye yakın membran örtünün çeperindeki çıkışta geçmişle sarhoş olan ziyaretçileri uğurlayacaktı. Yamaç Evleri, “bir benzeri yok” diyen kazı başkanı profesör Fritz Krinzinger’i haklı çıkartacaktı.
Sabah Selçuk Tren İstasyonu’ndaki saate bakıyorum; 08:42. Bekleyen yolcular arasında dolaşıyoruz. Altında durduğumuz geniş sundurmaya asılı tabelaya gözüm ilişiyor: Rakım 19:20. Yanıma yaklaşan Şanghay Üniversitesi’nde uygulamalı matematik öğrenimi gördüğünü daha sonra öğreneceğim Çinli kıza, duvara asılı panodaki tren tarifesine baktıktan sonra Denizli yönüne gidecek trenin istasyona 09:01’de geleceğini söyleyip ardından soruyorum: “Selçuk’a gelmeyi niçin istedin, İstanbul gibi bir kent varken?” O da şöyle yanıtlıyor: “İstanbul çok kalabalık, yorucu. Oysa ben kalabalık olmayan, kalabalığıyla bunaltmayan, doğanın ve tarihin bir arada, hemen elimin altında olacağı yerleri görmek, tanımak istiyorum. Selçuk’a bu nedenle geldim.”
Uzakdoğulu kızı ve öteki yolcuları 32251 sefer sayılı tren, zamanında alıp götürdü. John Turtle Wood’un 147 yıl önce tamamlanan demiryolu hattı önümde uzanıyor ve o tarihlerde inşa edilen istasyonun platformunda ileri geri yürürken Çinli kızın söylediklerini düşünüyorum. Turunç ağaçlarının boy gösterdiği caddeler, yerleşmenin ilk bedeni Ayasuluk, sukemerleri, tapınaklar, camiler, şeftali ve erik bahçeleri, Şirince’nin değişen yüzü ve zanaatçıları, Balkanlar’dan, Doğu Anadolu’dan kopup gelen kimi keder yüklü, kimi güleç eski ve yeni sakinleri… Hatırlamadan edemiyorum bir lokantanın duvarındaki eskimeye yüz tutmuş posterdeki İngilizce yazıyı: “Selçuk Ephesos uygarlığın beşiğidir.”
Atlas Mayıs 2014 / Sayı 254
Fotoğraf Galeri