Bodrum Yarımadası’nı kuşatan deniz, binlerce yılın sırlarını barındırıyor. Fırtınaya kapılan, dalgalara ya da savaş yaralarına yenik düşen gemiler denizin dibinde yatıyor. İlk sünger avcılarının keşfettiği batıklara dalışlar, Türkiye’de sualtı arkeolojisine ve dalış turizmine yön verdi. Atlas’ın sualtı fotoğrafçısı Ali Ethem Keskin, Turgutreis açıklarında antik ve modern iki batığın üst üste bulunduğu noktaya daldı. Bodrum kıyılarının dalış tarihini ve dalış noktalarını inceledi.
Yazı ve Fotoğraf: Ali Ethem Keskin
Şimdiye dek denizlerde, göllerde, nehirlerde ve mağaralarda, daha önce kimsenin dalış yapmadığı noktada dalışlar yaptım. Hepsinde de ayrı bir heyecan duydum. Ancak bu heyecan listesine Bodrum Yassıada mevkiinde yapacağım dalışları da ekleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Turgutreis açıklarında bulunan Yassıada derinlikleri tarihi eserler bulunması nedeniyle tüplü dalışa kapalı bölgelerden biriydi. Bu noktaya dalış yapan ilk kişi olmayacaktım belki ama içim içime sığmıyordu.
Dalış için gerekli izinler alınmış, dalış tarihimiz belirlenmişti. Ancak Yassıada’nın önemli bir özelliği vardı; onu diğer dalış noktalarından farklı kılan bir özellik: Mirna M isimli ticaret gemisi, Eylül 1993’te 26 metre derinlikte İS 4. yüzyıl batığı Rodos amforalarının üzerine batmıştı. Antik ve modern iki batık üst üste öylece duruyordu. Görüntüyü hayal ediyordum ama gözümde bir türlü canlandıramıyordum. Zira ortamı tam olarak ifade eden bir fotoğrafa hiç rastlamamıştım.
O günü iple çekiyordum. Gerekli hazırlıklara başladım. Önce Bodrum Müze Müdürü Yaşar Yıldız ile buluşup bir planlama toplantısı yaptım. Dalışlarda yetkili olarak bana refakat edecekti. Bodrum’da yaşayan dostum Hüseyin Alan da hem dalış arkadaşım olacak hem de kendi özel teknesi ile dalış bölgesine ulaşmamızı sağlayacaktı. Suyun dibini çok merak ediyordum. Zira bugüne dek sadece sayılı arkeolog ve araştırmacının görebildiklerine artık ben de şahit olacaktım. Daha önce çekilmiş fotoğraflar bu bölge hakkında bana yeterince bilgi vermiyordu. Amacım dibi iyice inceleyip gördüklerimi fotoğraflara yansıtabilmekti. Şanslıydık. Zira dalış yapacağımız gün havada tek bir bulut yoktu. Çok güzel bir gündü. Rüzgâr hiç esmiyordu. Ancak bu aslında hiç de iyi bir haber değildi. Zira Yassıada ile karşısındaki Kos Adası arasında bulunan kanal özellikle rüzgârın olmadığı zamanlarda güçlü akıntıların ortaya çıkmasını sağlıyordu. O sabah da işte böyle güçlü bir akıntı bizi karşıladı. Akıntı o kadar güçlü idi ki tekneden bakarak denizin yüzeyindeki suyun adeta bir nehir gibi aktığını rahatlıkla görebiliyorduk. İlk olarak teknenin arkasına uzun bir akıntı ipi bıraktık. Olur da suya girdiğimizde akıntıya kapılırsak ve tekneden uzaklaşmaya başlar isek bu ip sayesinde tekne ile yeniden bağlantı kuracaktık. İkinci bir ipi de çapa ipi ile teknenin kıçı arasına döşedik. Zira teknenin arkasından suya girip bu ipe tutunarak teknenin önüne geçecek ve çapa ipinden aşağı doğru dalışa geçecektik.
Suya önce Hüseyin Alan girdi ve çapa ipine ulaşması oldukça uzun bir zaman aldı. Ben suya girer girmez teknenin kıçından uzanan akıntı ipini yakaladım ve sımsıkı sarıldım. Akıntı öyle güçlüydü ki, suda dik duramıyordum. Tekneden bana uzatılan fotoğraf makinasını aldım, diğer elimle de kendimi çapaya doğru çekmeye başladım. Bir yandan ipi çekiyor diğer yandan da olanca gücümle palet vuruyordum. Çapa ipine ulaşmama bir metre kaldığında nefes nefese kalmıştım. Son bir hamle yapıp Hüseyin Alan’dan beni yakalayıp çapa ipine yönlendirmesini istedim. Ancak dalış yapacak durumda değildim. Hemen hemen her gün bisiklete binip antrenman yapıyordum ve buraya geldiğimde formdaydım ama işte şimdi uzun zamandır hayalini kurduğum dalıştan vazgeçmek üzereydim. Öylesine yorulmuştum.
Ancak vazgeçemezdim. Birkaç dakika dinlendikten sonra tüm gücümüz ile kendimizi çapa ipinden aşağı doğru çekmeye başladık. Çapaya indikten sonra da kayalara tutunarak batığa doğru ilerledik. On beş metre derinlikte akıntının yönü değişti. Şimdi hiç palet çırpmadan doğrudan Mirna Batığı’nın üzerine doğru sürükleniyorduk. On beş metre derinlikte
Mirna’nın iki çift zincirini bulduk; dev baklalar iki sıra halinde derinlere doğru uzanıyordu. Önden ben arkamdan takip eden Hüseyin Alan zinciri yakaladık ve kendimizi derinlere doğru çekmeye başladık. O an sadece dönüşte akıntıya karşı nasıl yüzeceğimizin derdindeydik. Zira tam teknenin altında zincirden yüzeye çıkmaz isek akıntı bizi Ege Denizi’nin açıklarına sürükleyecekti. Yirmi beş metre derinlikte kafamızı yukarı kaldırdık. O an ikimiz de büyük bir şaşkınlığa düştük. Zira geminin tam burnunun altıda durduğumuzu fark ettik. Akıntı ile uğraşmaktan koskoca gemiyi nasıl olduysa fark edememiştik. Yükselip geminin üst güvertesine çıktık. Balık sürüleri arasında kaptan köşküne kadar akıntı ile süzülerek ulaştık. Aşağı baktığımızda her tarafa Rodos amforalarının serpilmiş olduğunu rahatlıkla görebiliyorduk. Geminin kıç kısmında yeniden dibe ulaştık. Pervanesi açıkta duruyordu. Kolaylıkla pervanenin kanatları arasından diğer tarafa geçtik. Tekne
e doğru nefes nefese bir dönüş yapacağımız için tüplerimizde yeterince hava bırakacak şekilde etrafta bir tur attıktan sonra dönüş maceramıza başladık. Bir yandan tüm gücümüzle palet çırpıyor, bir yandan da dipte bir sonraki kayayı yakalamaya çalışarak yol alıyorduk. Tekneye çıktığımızda nefeslerimizin eski haline gelmesi uzun zaman aldı. Çektiğimiz acıya değmişti. Sualtı için oldukça istisna sayılacak bir görüş mesafesi; modern ve antik iki batığı doya doya izlemiştik. Her şey harikaydı. Hayallerimizi gerçekleştirmiştik.
Sualtı Arkeolojisinin Doğuşu
Peter Throckmorton isimli Amerikalı gazeteci 1959 yılında süngercilerin yaşamını anlatan bir röportaj yapmak için Bodrum’a geldi. Onlarla birlikte denize açıldı. Sezon sonunda da evlerine gidip oradaki yaşantılarını inceledi. Bu ziyaretler sırasında süngercilerin evlerinde amforaları görüp bunların ne olduğunu soruyor. Süngerciler de onları sualtından çıkarttıklarını ve suyu soğuk tuttuğu için evlerinde kullandıklarını söylüyorlar.
Peter bunların tarihi amforalar olduğunu anlıyor. Bunun üzerine amforaların ve süngercilerin sualtında rastladıkları batıklar hakkında daha ayrıntılı bilgi almaya karar veriyor. Her geçen gün süngerciler ile güçlenen iletişimi sonucunda süngerci Kemal Aras kendisine Gelidonya Burnu’nda bakır külçe yüklü bir gemiyi gösteriyor. Bunu dinamit ile patlatıp içindeki yükü satacaklarını söylüyor. Peter bu batığın arkeolojik olarak çok değerli olduğuna onları ikna edip planladıkları operasyona engel oluyor. Bu noktada süngercilerin yaşamını konu alan hikâyesi de sualtı arkeolojisi olarak başlık değiştiriyor.
İşte bu olay Türkiye’de sualtı arkeolojisinin miladı olarak kabul ediliyor. Zira Peter ABD’ye döner dönmez Pensilvanya Üniversite Müzesi (University of Pennsylvania Museum of Archeology and Anthropology) ile temasa geçiyor. Onlara Gelidonya Burnu’nda (Gelidonya Burnu Antalya Kumluca ile Çıralı arasında bugün beş adalar olarak bilinen mevkii) bronz çağına ait antik bir batık bulduğunu bildiriyor. Müzenin de projeye destekçi olmasını sağlıyor. George Bass liderliğinde oluşturulan ekip Türk arkeologlar ile birlikte 1960 yılında dünyadaki ilk arkeolojik sualtı kazısını yapıyorlar. Bir senede çıkartılan objeler Bodrum Kalesi’ne getirilip bir depoda koruma altına alınıyor.
Sualtı kazısının tamamlanmasını takiben Türkiye’nin antik batıklar bakımından çok zengin olduğunu anlayan ekip başka batıkları ortaya çıkartmak için çalışmaya başlıyor. Sonraki yıllarda Bodrum Yassıda mevkiinde 7. yüzyıl Bizans kazısı, Serçe Limanı’nda İS 11. yüzyıla ait cam batığı kazısı yapıldı ve ahşap restorasyonu yapılan batık Bodrum Sualtı Müzesi’nde sergilenmeye başlandı. 80’li yılların başında da süngercilere, kahve kahve dolaşıp antik batıklar hakkında brifingler verildi ve bu sayede de 1982’de süngerci Mehmet Çakır şimdiye dek bulunmuş en eski antik batık olan Uluburun Batığı’nı tespit etti.
Texas A.M. Üniversitesi ve Sualtı Arkeoloji Enstitüsü adına önce Prof. Dr. George F. Bass başkanlığında, daha sonra Dr. Cemal Pulak başkanlığında yapılan kazılarda İÖ 14. yüzyıla tarihlenen dünyanın en eski batığı araştırıldı. 1984 yılında başlayan çalışmalar on bir sezon boyunca sürdü. İÖ 14. yüzyılın ilk yarısına tarihlenen ve sayıları 150’yi aşan, kobalt mavisi, türkuvaz ve lavanta renklerindeki yuvarlak, yassı ham cam külçeler o çağda Suriye’den Ege’ye cam ticareti yapıldığını ispatladı. Bu cam külçeler, Türkiye müzelerindeki bilinen en eski cam buluntu olmalarının yanı sıra İÖ 2. binyıl ticareti, taşımacılığı ve Doğu-Batı ilişkileri açısından da büyük öneme sahiptir.
Bodrum Sualtı Arkeoloji Müzesi Müdürü Yaşar Yıldız “Bodrumlu süngerciler, sünger tekneleri olmasaydı, ülkemizdeki sualtı arkeolojisi bugüne gelemezdi. Süngerciler sayesinde binlerce yıllık batıkların yerlerini tespit ettik, gün ışığına çıkardık. Bodrum Müzesi süngerciler sayesinde dünyanın sayılı müzeleri arasına girdi” diyor.
Süngercilerin Yazgısı
Bodrum beldesinin sualtı ile tanışması bu anlamda çok eskilere uzanıyor. Bir dönem Bodrum’da denizciliğin en önemli kollarından ve Bodrum Yarımadası’nın en önemli geçim yollarından biri olmuş süngerciliğin geçmişi, Ege yöresinde en azından bundan üç bin yıl öncesine kadar izlenebiliyor. Süngerin antik dönemde çeşitli alanlarda kullanılıyor olması da, birilerinin sünger için daldığını açıkça gösteriyor. Bundan elli yıl geriye gidecek olursak Bodrum denilince iki şey akla geliyordu. Narenciye ve süngercilik.
Günümüzde süngercilik yapılmıyor. 2000’li yılların başında yasaklandı. Bu nedenle süngerciler farklı işlere yöneldiler. Süngerci teknesi özelliğini koruyan bir tek tekne var. O da Aksona Mehmet lakaplı Mehmet Baş’a ait. Kendi ifadesi ile tarlada “orak işlerini” sevmeyip on beş yaşında süngerciliğe başlamış. Aksona Mehmet günümüzde dalış turizmi yaparak geçimini sağlıyor. Ondan Borum’da süngerciliği ve onun yaşadıklarını dinliyorum. Eski süngerci Mehmet Baş “Antik çağlardan gelen Trandil tipi bir tekne olan Aksona zamanının en büyük sünger teknelerindendi. Şu anda Bodrum ve Ege’de en eski ve yine en büyük süngerci teknesi özelliğini koruyor. 10 yaşından bu yana içinde yaşadığım tekneyi artık müzeye bağışlayarak orada yaşamasını sağlayacağım. Bodrum’da süngercilik de balıkçılık da öldü. Yeni nesil gençler ve çocuklar süngerciliği bilmediği gibi süngerciliğe ilişkin bir merak da yok. Yarım asır süngercilikte kullandığım, içerisinde aylarca 7 dalgıcın barındığı son süngerci kayığını müzeye bağışlama kararı aldım. Sünger avlamakta kullanılan malzemeleri de müzeye bağışlayarak tarih olan bu mesleğin en azından müzede yaşamasını sağlayacağım” diyor.
Bodrumlular ilk süngercilik bilgi ve deneyimini Ege Denizi adalarındaki ustalarından öğrenmişler. Daha sonra bu bilgi ve birikimi Bodrum’a taşımışlar, yeni kişilere öğretmişler ve özgün ilavelerle birikimlerini geliştirmişler. Bodrum’da süngercilik ekonomik olanakların sınırlı olması nedeniyle bir geçim kaynağı olmuş. Süngercilik bu işle uğraşanların zaman zaman hayallerini, ciddi oranda hareket kabiliyetlerini ve bazen de hayatlarını alıp götürmüş.
Bodrum’da dalgıç kullanarak sünger çıkarma işinin 1930’da İstanbullu Şevki Bey’le başladığı söyleniyor. Şevki Bey ilk dalgıçları ve kürekli iki süngerci teknesini Yunanistan’dan getirmiş. Bu dönemde dalgıçlar yöresel adıyla formalı olup, hava pompaları roda denilen ve elle çevrilen türdendi. Dalgıç teçhizatı forma adı verilen (dalgıcın vücudunu saran, sugeçirmez giysi) ve başlıktan oluşuyordu. Başlık metal olup formaya kenetlenen; etrafı görmeye olanak veren camlı; suüstünden hortumla hava almaya uygun; kılavuz ipiyle dalgıcın yukarı çıkarılması için donanımı olan bir gereçti.
Süngerden para kazanıldığını fark edenler, dalgıç donanımı olmadan 5-6 metrelik “aynacı sandalı” diye adlandırılan kürekli teknelerle, alt ucunda cam olan bir borudan bakıp süngerin yerini saptıyorlar, kucaklarına aldıkları 8-9 kiloluk mermer parçasıyla 10 kulaç civarında dibe inip, dalmadan önce aldıkları derin nefesle idare ederek, süngeri kesiyor, mermeri bırakarak yukarı çıkıyorlardı. Süngercilik bu yolla, çok doğal tarzda yapılıyordu. Dibe bırakılan mermer bağlı olduğu iple tekrar kullanılmak üzere yukarı çıkarılıyordu. Zamanla, bu zahmetli uğraş yeni bir boyut kazandı. Yelkenli bir tekneyle deniz dibi ağla taranarak sünger çıkarma işlemi başladı. Bu tarza, yöresel söylenişle “gangavacılık” veya “kangavacılık” deniyordu. İlk kangava teknesini Bodrum’a, 1932 yılında Bodrumlu Gâvur Ali lakaplı Ali Karayel getirdi.
Formalı dalgıç kullanan, kangava ile çalışan veya aynacı usulüyle sünger çıkarma işlemini yapanlar 1961 yılına kadar gelenekselleşen uğraşılarını sürdürdüler. Bu tarihte İstanbul’dan gelen Tosun Sezer ve Baskın Sokollu isimli iki arkadaş, Ali Karayel’i de yanlarına alıp onun birikiminden de yararlanarak bu alanda büyük yenilik yaptılar. Birkaç yıl kendileri de dalgıçlık yaparak “nargile” adı verilen sistemi geliştirdiler. Balıkadam giysisi kullanılmaya başlandı. Teknedeki motorun, şaftı döndürmesiyle hareket eden bir mekanizmadan temiz hava bir tanka pompalandı. Tanktan hortumla sualtındaki balıkadam giysili dalgıca iletildi. Dalgıcın taşıdığı regülatörle, (hava akış hızını ve basıncını düzenleyen araç) istediği miktarda hava alması sağlandı. Dalgıç, gözlükle etrafı kolay görüyor, hava hortumunu çekerek tekneyle haberleşiyor, kolay ve hızlı hareket edilebiliyor, daha rahat sünger topluyor, yanındaki filede süngerleri biriktiriyordu.
Türkiye’de Dalış Turizmi
Bodrum’da 1970’lerin sonunda yabancı uyruklu dalgıçlar Turizm Bakanlığı’ndan izin alarak Türkiye’de dalış turizmini başlattılar. 1985 yılında Mahmut Süner, Triton isimli ilk yerli dalış merkezini açtı. Ortağı Şinasi Bingeli ile öncülük ettikleri bu hizmet uğraşını zaman içinde diğer birçok firma takip etti. Günümüzde ise Bodrum’da onlarca dalış merkezi, artan bir kalitede dalış turizmine hizmet vermeyi sürdürüyor. İşte Bordum’u farklı bir dalış cenneti yapan belli başlı noktaları:
Gâvur Ali ve Deli İbrahim Sığlıkları
Kızıldeniz, Hint Okyanusu ve Büyük Okyanus gibi sualtı faunasının çok zengin olduğu bölgeler ile karşılaştırıldığında elbet Bodrum oldukça mütevazı bir dip yaşamına ev sahipliği yapıyor.
Bununla birlikte Bodrum marinasından tekne ile sadece on beş dakikada ulaşılan iki sığlık adeta bunun tersini söylüyor. Ters çevrilmiş dev kovaları andıran resiflerin üstü, yüzeyden yaklaşık beş metre ve dipleri de 30 metre derinlikte. Bu resiflere kendilerini ve yaşamlarını meslekleri olan süngerciliğe adamış olan Gâvur Ali ve Deli İbrahim’in isimleri verilmiş. Oldukça keyif verici dalışlar yapılan bu sığlıklarda orfoz, lagoslar ile birlikte yüzmek ve sığlıkların üst kısmında 5-6 metre derinliğindeki lipsos balıklarına rastlamak mümkün. Daha deneyimli dalgıçlar ise kayaların aralarına dikkatli baktıklarında oralarda yuvaları bulunan müren ve ahtapotları kolaylıkla görebilirler.
Dalışta şans faktörünün de önemi bir rolü vardır. Zira akya sürüleri sığlığın açığında avlanır ve sürekli yer değiştirirler. Bu nedenle dalış sırasında sığlıklardan dışarı doğru bakıp, akya sürüleri olup olmadığını gözlemek gerekir.
Kargı Adası
Kargı Adası, Bodrum Akyarlar’ın güneyinde yer alan deniz kuşlarına ev sahipliği yapan ıssız bir adadır.
Bordum sualtı yaşamının en zengin noktalarından birisi olmasına karşın tekne ile ulaşımın uzak olması sebebiyle dalış merkezleri tarafından az ziyaret edilmektedir.
Adanın güneybatısında yirmi beş metre derinlikte bulunan dev kayalar balıklar için korunaklı bir habitat oluşturmuştur. Kargı Adası’nın en önemli özelliklerinden birisi de genellikle bölgenin akıntılı olmasıdır. Akıntı dendiğinde belki ilk etapta olumsuz olarak algılanabilir. Ancak aslında sualtı için bu bir avantajdır. Akıntılı suda çok balık olur. Sürüler akıntıya karşı durup gelip geçen planktonlar ile beslenirler.
Kargı Adası’nda kanyon ve açıktaki resif gümüş sürülerini; yüzeyde ise palamut, gümüş sürüsünü takip ediyor. Doğru zamanı kestirip aniden dikey olarak sürünün içine dalıyor. Sürüdeki balıklar bir yandan can derdi ile sağa sola kaçışıyor, diğer yandan da birbirlerinden ayrılmamaya çalışıyorlar. Zira sürü tek bir bütün olarak hareket ettiği zaman palamut bunu tek, büyük bir kütle olarak görüyor. Bu caydırıcı etki sayesinde sürüdeki balıklar yaşamlarını yüzeyden gelecek bir sonraki dikey saldırıya kadar sürdürme şansını elde ediyorlar.
Karaada
Karaada her seviyede dalıcı için olanaklar sunan Paçoz, Kaçakçı, Poyraz, Meteor, Alarga Koyu gibi onlarca dalış noktasını barındırıyor. Bunlardan biri TCG 115 Sahil Güvenlik Botu. Bodrum Sualtı Derneği’ne (BOSAD) TC Sahil Güvenlik Komutanlığı tarafından hibe edilen gemi, yapay resif oluşturmak ve dalış turizmine katkıda bulunmak üzere 16 Mayıs 2007’de batırıldı; 20-30 metre derinlikte yatay olarak dip tabanına yerleşmiş durumda bulunuyor. Bir başka batık ise TCG Y111 PINAR 1. 37 metre boyunda ve 7 metre genişliğindeki gemi 1939 yılında TC Deniz Kuvvetleri’nde göreve başlamış. BOSAD’a hibe edilen gemi 20 Mayıs 2007 tarihinde Karaada Poyraz Limanı mevkiinde batırıldı ve bir dalış noktası haline getirildi.
Osmanlı Çapası
Bitez Koyu’nun Akvaryum Koyu’na uzanan batı kısmında 22 metre derinliğinde, 19. yüzyıla ait dev bir çapa bulunuyor. Dalış merkezleri ona Osmanlı Çapası adını vermişler. Genellikle günün ikinci dalışlarında ziyaret edilen bu çapaya dalış yapmak ilk başta pek ilgi çekmeyebilir. Ancak onu gördükten sonra hemen fikriniz değişiyor. Benim için en azından şimdiye kadar gördüğüm en büyük çapa olduğunu söyleyebilirim. Beş metre boyu ve üç metre genişliği ile dalgıçları hemen etkiliyor. Etrafında bulunan kayalık bölgelerde, dikkatli bakıldığında ahtapot yuvaları kolayca görülebilir.
ATLAS ŞUBAT 2013 / SAYI:239
Foto Galeri